Öykü içinde bulunduğumuz yüzyılda yaşam tarzının değişimine bağlı olarak yeni anlayışlar ve bakış açılarıyla olaya, duruma, portreye ya da atmosfere kadar çoksesli bir çeşitlilik kazandı. Çehov’dan sonra klasik serim, düğüm, çözüm bağı gevşedi. Şimdilerde öykü bir olay anlatmak zorunda bile değil. Olaydan ziyade bir ânın, hayatın bir kesitinin anlatıcıda ya da hikâye kişisinde bıraktığı etkiler anlam kazanmaya başladı. Biçim içeriğe göre daha ön plana çıktı. Dilin sınırlarını zorlamak, denenmemişi bulmak yazarlar için çekici hale geldi. Bütün bu yenilikler tek amaca yaslandı: kalıcı olmak. Necip Tosun kalıcı öyküyü “gerçeğin yazı dilini bulan,” biçiminde tanımlıyor “Öyküyü Sanat Yapanlar” kitabında. (s.9)
Ben öyküde belli bir kalıbın olduğunu düşünmüyorum, hele ki yaşadığımız dönemde türler arası duvarlar neredeyse yıkılmışken. Her anlatı çağının sesiyle değişip dönüşüyor. Sanatçı içindeki duygu yoğunluğu ve zihninde dolanan imgeleri birleştirirken onu anlatmak istediği şeye en çok yaklaştıran uygun biçimi bulmaya çalışıyor. Bu sentezi şiir, öykü, roman, artık hangi biçim kendini yazara diretirse o şekilde kâğıda döküyor. Edebiyat dünyamızda yıllardır farklı disiplinlerde eser veren pek çok sanatçı var. Bunlardan bazıları birkaç türle birden ilgileniyor. Yavuz Türk öyküden önce şiirle uğraşmış bir yazar. Belki de önce öyküyle ilgilenmiş, fakat yayımlamamıştır bunu bilemiyorum. “Yolluk”ta şimdilik onun öykücü kimliğiyle karşılaşıyorum. Kitabı okurken bütüncül olarak, yani onun öykülerini yalnızca biçimsel değil içerik bakımından da gözetmeye çalıştım. “Yolluk” yedi öyküden müteşekkil. Kitabın adı aklımda birkaç tanımın dolaşmasına neden oluyor. Yolculuk için hazırlanan yol azığı. Yolcuya verilen armağan. Koridorlara serilen, dar ve uzun halı. Memura yol masrafı olarak ödenen harcırah ya da argoda karşımıza çıkan alkollü mekânlarda "Ver bi yolluk" gibisinden hesaba dahil edilmeyen şu son kadeh. Öyküleri okudukça sonuncusu olabileceğini düşünüyorum.
“Curriculum Vitae” kitabın ilk öyküsü. Bilmediğim bu sözcükleri hemen araştırıyorum. Çalışanların muhakkak ömründe en az bir sefer yazmak zorunda kaldığı “cv”ymiş. Açıkçası bilmiyordum. Türk, öykünün girişinde 2007’de intihar eden ressam Édouard Levé’ye selam veriyor. Birinci kişi anlatıcıyla hemen tanışıyoruz. Karakterin belki bir yerde kendi “cv”sini anlattığı/yazdığı bir metin bu. Bir dönem resimle ilgilendiğimden Levé’in “Otoportresi”ni okumuştum. İntiharının provasını yaptığı ikinci tekil kişi anlatıcılı eserle öykü arasında benzerlikler buluyorum. Cümlelerin yerini değiştirdiğinizde bile bütünlüğün tam olarak bozulmayacağı bir öykü bu. Aklıma Orhan Veli’nin “Ben Orhan Veli” şiiri de gelmedi değil. Özellikle “Hindistan cevizi yemedim,” (s.13) cümlesi Orhan Veli’nin “Puf böreğine hele biterim,” mısraını çağrıştırıyor bana. Genellikle şair yazarlar şiir dilinin kendi yazı hayatlarına baskın gelmesi nedeniyle şiire teşne, devrik cümlelerin ve romantizmin yoğun olduğu öyküler yazıyorlar. Yavuz Türk şair bir yazar olmasına rağmen iki türü, dili kullanma becerisi bakımından, ayırmayı başarmış. Hikâye kişisinin sevdiği ya da sevmediği, korktuğu, tecrübe etmediği şeyleri sıraladığı, olay ya da belli bir durumun olmadığı, yalnızca karakterin öz geçmişi biçiminde tasarlanmış bir öykü. Öykü mü? Buna okur karar versin diyeceğim, ama geniş zamanda yazılmış metinlerden hiç hoşlanmamama rağmen nasıl bitirdiğimi anlamadığım keyifli bir anlatıydı diyeyim. Metnin hızla akmasına, yeni bir tarzın denenmesine karşın beni tek rahatsız eden “Çocukluğumda biraz haşarıydım; oyun oynarken bir kavga çıktığında çocukları epeyce haşat ederdim,” (S.9) “Ayak başparmağımın yanındaki iki parmağım doğuştan yapışıktır; arada bir dost meclislerinde bunun geyiğini yaparım,” (s.10) cümlelerindeki noktalı virgül oldu.
Kitabın ikinci öyküsü “Sürtünenler”i bitirmek için kendimi zorladığımı itiraf ediyorum. İlerleyen sayfalarda anlatıcının silinip gittiği makaleye dönüşen bu metin beni sekteye uğrattı. İlkin yarım bırakıp diğer öyküye geçtim, fakat diğer metinde karakterlerin devamlılığını fark edince kendime tekrar zulmetmeye karar verdim. Savruk bir anlatımla bana LGBT grubunu çağrıştıran, hastalıkla doğuştan gelen bir durum arasında gidip geldiğim “Sürtünenler”de kendini tarif eden bir anlatıcının sonradan bölümler halinde bir fikri açıklama gayreti beni yordu. Öykü mü, makale mi anlayamadım, fakat bence yazar burada akademisyenlerle bayağı dalga geçmek istemiş.
“Cilacılar” I, II, III gibi bölümlerle iki çırak ve onların ustası Osman’ın hikâyesini okuduğumuz üçüncü öykü. Yazar konuşma dilinin olanaklarıyla okuru gerçekliğe yaklaştırıyor. “duhul olmak, götün teki, aylak bakkal taşşak tartar, piize gitmek…”gibi argoların yoğun kullanıldığı öykü bana yazarın argodan hoşlandığı izlenimini veriyor. Bölümlerin numaralandırılması zaman atlamaları için kullanılmış. Bence okur bu ayrımlarda zaman atlamaları yerine farklı bir karakterin konuşmasını bekleyebilir, hiç kullanılmasa da olurmuş. Bu öyküde asıl değinmek istediğim diyalog yazımı. Metindeki diyaloglar bana, kendisi de öykülerinde sıkça diyaloğa yer verir, Carver’ın “Gereksiz konuşan insanlardan hoşlanmam,” cümlesini hatırlatıyor. Ona göre diyaloglar gereklilikle yerindeliğin tıkır tıkır işleyen evliliğinden başka bir şey değildir. Bu görüşe katılıyorum, çünkü bu öyküde yerindelik sağlanmışsa da gereklilik için aynı şeyi söyleyemem. Sayfa 46’daki diyalog neye hizmet ediyor, dolgu malzemesi mi, diye düşündürdü beni. Bu cümleler gerekli miydi, evet öyküde bir şey açık edilmeli ama her şey de değil. Belki de ben sezmekten hoşlanıyorumdur, bilemiyorum. Metindeki “O aptal kuşlu zili duyuyoruz,” (s.48) cümlesindeki “kuşlu zil” mi “kuş sesli zil” mi olmalıydı diye maddi bir hataya da takılmadım değil. Yanılıyor olabilirim, öyle olsa bile ben okurun kafasını kurcalayacak şeylerden uzak dururdum. Acaba biraz çok mu kurcalıyorum, deyip diğer öyküye geçiyorum.
“Cilacılar”daki Roma Mobilya “Romalılar” öyküsünde bir birahane olarak karşımıza çıkıyor. Bu öyküde numarayla ayrılmış bölümler konuşan karakterin değişimine hizmet ediyor. Bir karakterin diğerinin gözünden anlatıldığı, içine yerleştirilen başka bir hikâyeyle katman oluşturulduğu “Romalılar” akıcı bir metin. Kesintisiz bir akışla okurun hikâyeye kulak verdiği o sihirli an “Sait Usta da su şişesini açtı, rakıları sulandırdı, bardaklara biraz buz ekledi. Radyoda ‘Hata Ettim Ben Bir Kere’ şarkısı başladı, Şükran Ay seslendiriyordu,” cümlelerinden sonra kesintiye uğruyor, çünkü hareket Roma Birahanesiyle ilgili bilgiler yüzünden bölünüyor. Bu kısım belki öykünün başında anlatılsa hareket hiç bölünmezdi diye düşündürüyor. Öyküdeki anlatıcılardan birinin Yavuz olması dikkatimden kaçmıyor, acaba yazar karaktere kendi adını vererek hikâyeye dahil mi oluyor? Yavuz karakteri fıtratı gereği ikilemeleri çok kullanan biri olabilir, fakat diğer karakterlerin bu kullanımı devam ettirmesi kişilerin ayrışmasını, farklı bireysel özelliklerin ortaya çıkmasını engelliyor. Ayrıca sayfa 63’te ikileme zehirlemesi yaşıyorum. Bir sayfada tam on ikileme sayıyorum. “Boncuk boncuk, mal mal, silkeleye silkeleye, derin derin, göz göze, mal mal, derin derin, koştura koştura, mırıl mırıl, derin derin.” Bazı ikilemelerin tekrarı benim hatam değil, aynı sayfada üç kez aynı ikileme tekrarlandığından bu şekilde yazdığımı belirtirim. Bu durum son aylarda okuduğum pek çok kitapta karşıma çıkıyor maalesef. Sayfa 65’teyse zarf-fiil zehirlenmesi yaşıyorum. Bence günümüz öykücüleri ve kendimde dahil ikilemeyle zarf-fiil diyeti yapmalıyız. Yavuz’un Nuri’yi nasıl bıçakladığını anlattığı bu katmanlı metinde “filan” kelimesini birden fazla karakterin sıklıkla kullanması yine ayrışmayı engelleyen başka bir husus.
Daha önce de belirttiğim gibi her bir öykü arasında onları birbirine bağlayan küçük ilmikler var. Usta Osman’ı kirasını zamanında alamadığı için sürekli darlayan Hacı Teyze “Mırıldanmalar”da karşımıza çıkıyor. Bu kez onun hikâyesini kendi ağzından dinliyoruz. Bilinç akışı tekniğinden yararlanılarak kurulmuş öyküde kadının ağzından diğer karakterlerin hikâyesini de duyuyoruz. Okura hacı olarak tanıtılan karakterin bu kadar küfretmesi ya da hacca gidişini hac farizasını yerine getirmek şeklinde zikretmesi, çünkü sanki kimse hac farizamı yerine getirdim demez, hayatın olağan akışına uymuyor gibi, yanılıyor da olabilirim. Sayfa 79’daki “Biraz korkmuş. Ertesi gün değirmene uğrayan olmamış. İkinci günün sonunda bir kadın, güzel bir hatun çıkmış kapıdan: Sevinmiş. Ertesi gün de kimse gelmemiş değirmene. Üçüncü günün akşamına ise bir köpek çıkmış değirmenin eşiğine,” cümlelerindeki üçüncü gün yerine dördüncü gün olmuyor mu diye bir hesap yapıyorum, yoksa bu bir önceki ertesi günün akşamı mı, kesinleyemiyorum. Hacı ocakta bıraktığı yemekle evde dolanıyor, kafasıyla konuşuyor, dışarı çıkıyor, gelip misafir ağırlıyor, misafire hikâye anlatıyor, yemek hâlâ ocakta. Kadın olarak beni bir telaş alıyor, süreyi hesaplıyorum ve bence, diyorum ki o yemek kesin yandı.
Hacı’nın anlattığı rüya hikâyesi “Rüyada Hamur Görenler”e teyellenmiş. Bu öyküyü ayrışan dili ve tarzı nedeniyle çok beğeniyorum. Şeyh’in rüyayı yorumlayışı sarkastik bir tarzda verilmiş.
“Yolluk” isminin hakkını veren, okurun hızla tüketeceği biçimde kurgulanmış. Her bir öyküde farklı bir teknik deneyen yazar kurmaca bir evrende gerçek insanlar yaratmaya çalışmış. Bunu yaparken yazarın sesi metne sinmiyor. Söz konusu mekânlar ya da kişiler birbirine selam gönderiyor. Bu arada “Romalılar”ın Cemil Kavukçu’ya ithaf edildiğini söylemeyi unutmayayım. Bunca güzel şeyin içinde keşke biraz da duygu olsaydı. Bu cümleden kastım içeride bir yerde hissedemediğim duyguyu kastediyorum aslında. Öyküde duyguların abartılması bir sorunken hiç duygu olmaması da sorun bence. Bu nedenle öyküler ilk okunduğunda okura fazla bir şey veremiyor. Yavuz Türk sade bir dil kullanmış. Sadelik içerisinde bayağılığa düşme riski barındıran bir tuzaktır aynı zamanda, ama yazar bunu aşmayı başarmış.
Kitabın son öyküsü “Akademikler” üstüne yazmak istemiyorum, çünkü kitabı okumayanlara ip ucu vermek işime gelmiyor. Kitabın bütünlüğünün bu son öyküde tamamlandığının bilgisini versem bence yeterli olacaktır. Anlatıcının da dediği gibi kitap bitince “kafam hafifçe duman”landı. Çok mu merak ettiniz, o vakit alıp okuyun.
Şeyda Başer Eroğlu
Comentarios