top of page

Abdullah İpek ile Son Güzel Günler’i Konuştuk

Abdullah İpek’in ilk öykü kitabı “Son Güzel Günler” Şubat 2024’te Loras Kitap etiketiyle çıktı. Çeşitli dergilerde takip ettiğimiz, öykülerini severek okuduğumuz İpek’in; ötekileşmeyi, geçmişi, kendi dünyalarında yaşayan karakterleri, kendine yabancılaşmayı, toplum tarafından henüz kabul görmeyen -cesaret edilemeyen- konular hikâyelerdeki anlatıcının yaşadığı en temel çatışmaların başında geliyor. Kitabın tamamına “geçmişin izleri” ve “aidiyetsizlik” o kadar sinmiş ki bu izlekleri bizzat kendisiyle konuşmak-söyleşi yapmak istedim. 

 

Abdullah Bey merhaba, ilk öykü kitabınız hayırlı olsun. Öykülerinizde hayatın, insan ruhunun henüz dokunulmamış havzalarında kol geziyorsunuz. Kâh geçmişte kalan unutulmayan aşk hikâyeleriyle kâh mezhep-kültür farklılıkları olan gençlerin düğümlerini çözerken girdikleri girdapları anlatıyorsunuz. Sıkça dile getirdiğiniz İsmet Özel’in, “Şiir şairin neresinden çıkıyorsa okurun da orasına ulaşır.” cümlesi bize kalbe dokunan öyküler yazmak istediğinizi hissettiriyor. Yazma ritüellerinizden kısaca bahseder misiniz?

Çok teşekkür ederim. Umarım hayırlı olur. Evet, ben yaşanmışlığın peşindeyim. Benim için öykü insanı anlatmalı. İnsanın sevinçlerini, hüzünlerini, yaşanmışlıklarını, kalp kırıklarını… Aslında yazma ile ilgili pek öyle bir ritüelim yok. Sadece öykü yazmaya karar verdiğimden beri çevreme eskisinden daha duyarlı bakmaya çalışıyorum. Gördüklerimi, duyduklarımı, yaşadıklarımı uzun bir süre içimde tuttuktan sonra o doyum anı geldiği zaman bilgisayarın başına geçer yazarım.

Özellikle tahkiye ve teknik bakımından gelenekselden kopmayan Son Güzel Günler; tema, yapı, izlek bakımdan modern öykücülüğe eklemleniyor. Gelenekselden kopmayan post modern öyküler kurgularken kendi öykü evreninizi yaratmanızda nasıl bir pandülün etrafında gezdiğinizi anlatabilir misiniz?

Tahkiyenin geçmişine baktığımız zaman insan odak nokta görünse de asıl unsur hikâyenin kendisidir. Yani anlatımdır. Ben geleneği severim ama katı bir bağlılıkla değil. Değişen, akan bir dünyanın varlığını da göz ardı etmem. Bugün Tanzimat dönemi dili ve bakış açısıyla olaylara bakan ya da anlatan bir hikâyeci ne kadar başarılı olabilir ki. Her dönemin kendi içinde bir bütünlüğü bir evreni vardır. Bu yüzden çağı okumak ve yakalamak lazım. Yazacağım öykünün elbette günün diline, atmosferine uygun olmasına dikkat ederim. Ama asıl dikkat ettiğim şey, anlattığımın insan ya da insana dair olmasıdır.

 

Kitapta en beğendiğim öykülerden biri de “Rutin”di. Aykırı özellikleriyle inşa edilen bir karakterin itici, korkutucu görünümünün derinlerinde yatan büyük dramın anlaşılabilmesi için okuyucuya kapı aralamışsınız. Yani ötekileştirmeyi, ön yargılarımızı öykünüze konu edinerek modern dünyanın sorunlarını gözler önüne sermişsiniz. Karakterlerinizi oluştururken toplumsallıktan nasıl yararlanıyorsunuz? Sizi besleyen (filmler, kitaplar vs.) kaynaklarınız nelerdir?

Toplum olarak maalesef ötekileştirmeye devam ediyoruz. Sözde hepimiz birbirimize saygılıyız. Hepimiz birbirimizin düşüncesine, inanışına, hayat tarzına, alt kimliğine saygılıyız ama iş gerçeğin gün yüzüne çıkmasına gelince içimizde tuttuğumuz o canavar birden ortaya çıkıyor. Oysaki biz birbirimize saygılıydık! Üniversite hazırlanırken turistik bir beldede bir restoranda çalışıyordum. Her sabah kahvaltıya gelen bir karı koca vardı. Adam siyah tenli, kadın ise sarışındı. Hayranlıkla bakardım onlara. Geçmişleri karanlık dahi olsa bugünleri aydınlığa çıkmıştı…Biz de bir gün aşar mıyız acaba diye düşünmeden edemiyordum. Beslenme mevzusuna değinecek olursam, güncel kitapları özellikle de yeni çıkan öykü kitaplarına dikkat ederim. Bir de dostlardan gelen film tavsiyelerine. (çok izleyemesem de)

 

Son Güzel Günler’in son öyküsü “Eskindendi O”da sıra dışı bir konu ele alınmış. Öykünün herkesi şaşırtacak ilginç finalinde toplumun henüz alışık olmadığı ama gerçekliğini yadsıyamadığımız bir olguya yer veriliyor. Öyküde anlatıcı kahramanın dekolte vücutlu, beyaz tenli kadın karakterinin eskiden sarı, sıska, çıtkırıldım bir adam olan Arda’nın olduğunu öğrenmesi bizi ters köşe ediyor. Sizin bu temayı işlemenizdeki cesur hamlenize günümüz muhafazakâr toplumunun değişimi, dil ve edebiyatın bakış açısındaki esnekliğe bağlayabilir miyiz?

Deve kuşunun başını kuma gömmesi onun dışındaki hayatın varlığını saklayamaz. Yaşadığımız bir çağ var ve biz bu çağın dişlileri arasında gidip geliyoruz. Mühim olan etimizle kemiğimizle düşüncemizle yanlışa yanlış diyebilmektir. Aksi halde sorunları sümen altı etmekten öteye gidemeyiz. Hep dediğim gibi çağı kendi değerlerimiz ile okumalıyız. Değerine aykırı bir şey var ise onu kendi elindeki materyal ile tartıya koymalıyız. Bu öyküde de amacım buydu. Olaylara ve insana daha evrensel bir pencereden bakmalıyız. 


Dergilerde yazmaya başladığınız dönemdeki duygularınızla tematik bir kitaba sahip olma sürecindeki yazarlığınızda nasıl yol aldınız?

Daha çok okuyarak diyebilirim. Okudukça kendimdeki eksikliğin farkına vardım. Çıkan her yeni kitaptan başka bir tat, başka bir keyif aldım. Ayrıca Mahalle Mektebi benim için bir okul oldu. Oraya gönderdiğim öyküler, geri dönüşler bana tecrübe oldu. Mektebin özellikle de Mehmet Kahraman’ın bendeki yeri apayrıdır. Bursa’da Mustafa Başpınar ile birlikte yaptığımız okuma ve kitap tahlillerinin de etkisini belirtmem gerekir. Tüm bunlar birleşince kitap yolculuğuna çıkmış oldum sanırım.

 

Söyleşilerde yazar dostlarıma hep sorarım. Semih Gümüş, “İyi okur iyi yazarın yanında durur,” der. Peki bu sözün ışığında sizin de okurunuza son olarak iletmek istedikleriniz nelerdir?

Ben şundan yanayım: Okurken hayatı ıskalamayalım. Yaşamı ve okumayı baş başa götürmeliyiz. Bir tarafa ağırlık verip diğerini ihmal etmeyelim. Zira yaşadıkça öğrenir insan. Okudukça hayatına aksettirir. Bizden çok evvel gelip geçen Nedim “Gülelim eğlenelim kâm alalım dünyadan.” demişti. Ben de “Yaşayalım, okuyalım, hayatımıza tatbik edelim,” diyebilirim. Çok teşekkür ederim.


Söyleşi: Dilek Altundağ

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Commentaires


bottom of page