top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Ahmet Karadağ ile Tutsaklığın Üç Hâli Üzerine

Franz Kafka’nın Dönüşüm’ünden bir epigrafla başlayan ilk öyküden ve Dr. Ahmet K.’nın kırkıncı yaş gününün sabahına bir değişimle uyanmasından yola çıkarak sormak isterim, içi yazma isteğiyle dolu bir insan olarak uyanmak bir insanın başına gelebilecek en kötü şey midir? Yazmak nereye kadar hastalıklı nereden sonra şifalıdır, bu konuda ne dersiniz? Psikiyatrlar kimi danışanlarına “yazın” der, sizce neden?

Yazmanın bir hastalıktan ziyade kemoterapi gibi, ameliyat gibi ağır bir tedavi yöntemi olduğunu düşünüyorum. Belki bir sabah böyle bir tedaviye ihtiyacı olarak uyanmak, başa gelen en kötü şey olabilir. Bir hastalığınız var ve tedavisi yazmak gibi ağır bir eylem. Eskiler “dertli söylegen” olur demişler. Yazmak da söylemenin bir çeşidi aslında. Yazarak içinizdeki cerahate neşter atıyorsunuz, akıtıyorsunuz apseyi. Acıtıyor elbet, kanatıyor, belki okuyanı da yaranızı, cerahatinizi görmüş olmasından dolayı rahatsız ediyorsunuz. Ben de kırk yaşından sonra yazmaya başladım. İşimi, özgürlüğümü kaybettim uzunca bir süre. Halen de tam özgür ve iş sahibi değilim. Dertler birikmiş içimde, bir sabah içi yazma, yani ağır bir tedaviye karar vererek iyileşme isteğiyle uyandım.

Dertleri okuyarak ve yazarak azaltmak bilimsel bir gerçek artık. Hatta her şeyi adlandırmaya bayılan modern tıp buna da “bibliyoterapi” adını takmış. Psikiyatristler de hastalarına bu etkili tedavi yöntemini öneriyorlar zaman zaman. Yazmak sağaltıyor velhasılı…

Kasabada Kısa Bir Süre öykünüzde altını çizdiğim bir cümle var. “...ben gördüğünüz öbür işleri öykücü kalabilmek ve öykülerimi herkese okutabilmek için yapıyorum aslında…” Günlük yaşamınızın öykü dünyanıza, edebiyat yolculuğunuza katkıları nelerdir? Öykücü kalabilmek, günümüz şartlarında size nasıl bir anlam ifade ediyor? Bunu dergiler, sanal platformlar ve yayınevleri bağlamında da değerlendirebilir miyiz, ne dersiniz?

Şu an mesleğimi yapmamın önünde bazı hukuki engeller varsa da yirmi beş yıllık çocuk hekimiyim. Yazmak son zamanlarda hekimliğimin önüne geçiyor ama yazıyla olan ilişkimi devam ettirebilmek için hekimlik yapmaya mecburiyetim var. Biliyorsunuz yazı karın doyurmuyor. Şu anda ülkede edebiyat söz konusu olduğunda sadece yazarak hayatını kazanabilen insan sayısı bir düzineyi geçmiyordur sanırım. Bu nedenle yazıyla uğraşan herkes “yazar” ve bağımsız kalabilmek için başka işler yapmak zorunda.

Ülkede yaşanan ağır ekonomik kriz edebiyat dünyasındaki herkesi bir şekilde etkiliyor. Yazar yazdıklarından para kazanamıyor, hakkı olan telifi alamıyor, çevirmene, editöre emeğinin karşılığı verilmiyor. Yayıncı artan maliyetlerden dolayı sadece ayakta kalmaya yönelik işler yapıyor, Dostoyevski bile olsanız, yayınevleri ilk kitapları yayımlamıyor, telifleri, çevirmen ücretlerini öde(ye)miyor, fuarlara katılamıyor. Okur da fiyatları çok yükselen kitapları alamıyor. Edebiyat dünyasının can suyu olan dergiler de yaşam mücadelesi veriyor. Birçok köklü dergi son birkaç yılda kapandı ya da kapanmak üzere. Kısmen daha düşük maliyetlerle ayakta duran sanal edebiyat ortamları edebiyat adına yapılması gerekenleri yapıyor desek yanlış olmaz. Bu noktada adını tek tek söyleyecek olursak, İshak Edebiyat, Parşömen Edebiyat, Edebiyat Haber, Oggito, Mahal Edebiyat, Litera Edebiyat, Okur Bülteni ve burada söylemeyi unuttuğum daha niceleri edebiyatımızın uç beyliğini yapmaya devam ediyor.

Günlük yaşamın ve özellikle de mesleğim olan çocuk hekimliğinin yazma eylemime katkısı oldukça fazla. Çocukluk dönemi, edebiyat formlarından daha çok şiire yakın bir dönem. Ama çocukluğun kendisi edebiyat zaten. Bir çocuk hekimi olarak her gün edebiyatın bir parçası olan çocuklarla uğraşmak, acılarına, mutluluklarına hatta ölümlerine şahit olmak insan ruhuna farklı kazanımlar sağlıyor. Çok yakın bir zamanda karnı ağrıyan üç yaşındaki bir hastama “Ağrın nasıl oluyor anlatır mısın?” dediğimde, “Önce tam karnımın ortasında kahverengi bir ağrı başlıyor, sonra giderek bu ağrı karnımda yukarıya doğru çıkıp kırmızı ve maviye dönüşüyor.” dedi. Bu şiir değil de nedir?


Coğrafya öykülerinizde geniş bir yer tutuyor. İç Anadolu, Ankara, taşra, büyük şehirler… İnsanları mekânlarıyla birlikte tanıyoruz. Örneğin trenler, günümüz gençleri için eskiden olduğu kadar büyük anlamlara sahip olmasa gerek. Sizin için trenler ve Anadolu şehirleri ne ifade ediyor? İlk kitabınız olduğunu düşünürsek otobiyografik bir dosya diyebilir miyiz?

Evet, haklısınız öykülerimde coğrafya ve otobiyografik unsurlar geniş yer tutuyor. Babamın öğretmenlik yaptığı bir Anadolu kasabasında doğdum. Hayatımın değişik dönemlerinde Seydişehir, Kayseri, Malatya, Ankara ve Los Angeles gibi birbirine çok benzemeyen farklı büyüklükte ve kültürlerdeki şehirlerde yaşadım. Memleketin hastanelerini ve hapishanelerini yakinen tanıdım. Ama ilginçtir ki, bu ülkede trene hiç binmedim. (Son yıllarda birkaç kez bindiğim hızlı treni saymazsak tabii, gerçi hızlı tren de tren sayılmaz zaten) “Trenler Bekletilmez” isimli öykümün doğduğu yer Ankara metrosu oldu. Bir gün metroda bir sonraki treni beklerken insanların telaşı, metroyu hunharca tüketmeleri, metronun trenlere has romantizme sahip olmayışı, bana tren ve metroyu karşılaştıran bir öykü yazma fikri vermişti. Fidan’ın gözünden marazi bir tutkuyla trenlere âşık demiryolcu babasını, Anadolu’nun ıssız tren garlarını, Çingeneleri, hiç gitmediğim Şarkışla’yı yazdım.

Kitapta otobiyografik unsurların en belirgin olduğu öykülerin başında, “Avemeler Şehirlerin Şımarık Konsomatrisleridir” öyküsü gelir. Gerçekten çocukluğumda dedem Nohutçu Osman’la, at arabasıyla veya traktörle Seydişehir’in köy ve kasabalarından çokça zahire almışlığımız vardır. Sa(n)tranç öyküsü bir hapishane ve hücre öyküsüdür ve Yozgat Cezaevi’nde hücrede yazmıştım. O öyküdeki Ali aynı havalandırmayı sırayla kullandığımız adli bir mahkûmdu. Ankara’da tıp fakültesinde okuduğum yıllarda benim de yaşadığım, taşradan gelen ve hayata gecikmiş bir delikanlının şehirlileşme çabaları öykülerimde kendine yer buldu. “Tutsaklığın Üç Hâli” öyküsündeki ilk hâl olan cezaevinde bir babanın kızıyla yaptığı telefon konuşması, kızımla yaptığım telefon görüşmesiydi.

Kurgu gerçeği yansıtmada, gerçeğin kendisinden daha çok etkiye sahip olduğu için bu kitaptaki öykülerin otobiyografik ögeler içeren kurgusal öyküler olmasını tercih ettim.

Trenler Bekletilmez öykünüzde ‘baba’ karakteri “Meğer trenler beklenir, metrolara yetişilirmiş,”diyor. “Koşarak binilen kaçarcasına inilen değersiz eşya…” metro ve tren kıyaslamasını bir tür modern hayat ve kentleşme eleştirisi olarak okuyabilir miyiz? Kentleşmeyle yitirilenler hakkında neler söylemek istersiniz? Aynı öyküde ancak büyüdüğünde babasını tanıyan bir de Fidan karakterimiz var. Anlamak için geç kalmalarımız da bu modern hayat çemberinde gerçekleşiyor olabilir mi?

Zaten kitabımın o bölümüne Ken’t ismini verdim. Bu bölümdeki öyküler kentle sembolize ettiğim moderniteye, kent yaşamının parçaları olan hastane, hapishane, aveme, huzurevi, metro gibi kurumlarına bir eleştiriydi. Ken’t kelimesini seçme gerekçem, İngilizce’deki Can’t kelimesine bir gönderme yapmaktı. Kent hayatının olumsuzluğunu, imkânsızlığını, yapamamayı, olamamayı vurgulamak istemiştim. Elbette kentin karşısında köylülüğü, taşrayı savunuyor değilim. Çünkü artık olumlu çağrışımlarıyla “köylülük” diye bir şey kalmadığını düşünüyorum bu topraklarda. Bütün anadolu, kötülüğün kol gezdiği, haksızlığın ve zulmün alkışlandığı, desteklendiği büyükçe bir gecekondu mahallesine döndü. Toprak damlı evlerinde çift uydu antenle gündüzleri Müge Anlı, akşamları netameli porno kanallar izlenen, masumiyetini, iyi olma durumunu yitirmiş büyük bir gecekondu mahallesine dönüştü tüm anadolu köyleri. Kent hayatı, metro-tren karşılaştırması yaptığım öyküdeki gibi hızın, tüketimin, duygu yitiminin merkezi haline geldi.

“Trenler Bekletilmez” isimli öykümün kahramanı Fidan, Kemal Varol’un o ünlü mısralarında “Anneler erken / ölümlerine yakın sevilir babalar” dediği gibi babasını geç anlamaya ve geç sevmeye başlıyor. Fidan, babasının trenlere olan hastalıklı tutkusunun aslında “insan olma hallerine” bir tutku olduğunu anlayınca babasına olan sevgisi artıyor. Fidan artık ünlü bir keman sanatçısı olduktan sonra, babasının metrodaki ilk vatmanlık gününün akşamındaki diyalogda babasını daha iyi anlıyor ve seviyor. Edebiyatta baba-oğul çatışmaları ya da baba ve oğlun birbirini geç tanımaları çok sık işlenmişse de baba-kız ilişkileri biraz daha az yer edinmiş kendisine. İki kız babası olarak baba-kız ilişkilerini, geç ve yanlış anlamaları yazmak istedim bu öyküde.

“Veresiyesi olmayan ceberut dünyanın metalik gerçekliğine onu bağlayan vidaların hepsi bir bir düşmüştü de iyice gevşeyen ama her nasılsa bir türlü düşmeyen sonuncusuyla iyi kötü tutunuyordu hayata.”Ali’nin durumundaki gibi son, gevşek vidalarımız neler sizce?

Delilik en basit anlamıyla gerçeği değerlendirme halinin bozulması durumudur. Olmayan seslerin duyulması, olmayan görüntülerin görülmesi, şizofrenidir. Öyküdeki Ali de annesini öldürdüğü günden sonra –gerçekten öldürmüş müdür?- bu gerçeklik duygusunu büyük oranda yitirmiştir. “Bizi gerçekliğe bağlayan son vidalarımız nedir?” sorunuza gelecek olursam artık buna cevap vermek hayli zorlaşmış durumda. Altı yaşındaki kızların babalarının elleriyle tecavüzcülerine teslim edilmesi, anne-babası hapiste olan başka bir çocuğun yakınları tarafından aç bırakılarak öldürülmesi, seksen küsür yaşındaki kanserli mahkûmların hücrelerinde ölüme terk edilmesi, barınaklardaki köpeklerin görevliler tarafından kafalarına kürekle vurularak öldürülmesi, erkek çocuklara güya din öğretilen yurtlarda bizzat eğiticileri tarafından tecavüz edilmesi gerçekse ve bu gerçek halkın kahir ekseri tarafından lanetlenilecek yerde alkışlanıyorsa, işte o zaman o gerçeğin tarafında değil, deliliğin tarafında olmak daha doğrudur. Varsın düşsün gitsin bizi gerçekliğe bağlayan o son vidalar da…


Şehirler Ölmek İçin İnsanlara Elverişli İmkânlar Sunar, öykü başlığı başlı başına bir hikâye bence. Siz ne dersiniz? Taşra ve kent, aile bağları ve zaman zihninizi en çok meşgul eden konular diye düşünüyorum, bu bağlamda neler söylemek istersiniz?

Bu öyküde öykünün ana karakterlerinden olan amcanın ironik bir şekilde şehrin sunduğu ölme imkânlarını övmesi, bu avantajların köyde olmamasından dert yanması öykünün çatısını oluşturur. “Köyde yatağında ölmekten başka bir ölüm biçimi var mıdır yeğenim,” der, “hadi en fazla ahırda atları, öküzleri bağladığın iple kendini bir ağaca asabilirsin. Şehirler öyle midir, ölmenin bin bir çeşit imkânını sunar insana. İstesen bile köyde bir huzurevinin vanilyalı airwick kokan odasında ölemezsin.”

Anadoluda dindar bir aileden köken alan, eski solcu ve akademisyen olan amcanın, siyasi tercihlerinden, yaşam biçiminden dolayı ailesi tarafından reddedilmesi, aslında bu reddedişin kimsenin içine sinmeyişi, itiraf edilemeyen ama geri de dönülemeyen bir pişmanlığa dönüşmesi anlatılır öyküde. Sanırım her ailede böyle bir birey vardır. Solcu veya seküler ailelerden dindar bir aykırının çıkması, milliyetçi muhafazakâr ailelerden devrimci bireyler çıkması nadir değildir. Bu çatışmayı anlatmaya çalıştım öyküde. Aynı zamanda sert bir kent eleştirisi yapmayı denedim. Umarım başarabilmişimdir.


Rimbaud’dan İlhan İrem’e, İsmet Özel’den Özdemir Asaf’a kitabınızda pek çok isimle karşılaştım. Bizi biz yapan okumalarımız, izlemelerimiz ve dinlemelerimiz üzerinden sizin için kıymetli çalışmalar ve kişiler kimler desem ne dersiniz?

Sadece okuyucusu olabildiğim şiirin, edebiyatın en duru, en yoğun hâli olduğuna inanıyorum. Şiirle ilişkim daha çok düzenli okuma şeklinde değil, tıpkı tansiyon ya da şeker ilacı gibi, ihtiyacını hissettiğim anda bir doz almak zorunda olduğum terapötik bir ilişki. Nedense büyük şairlerin tamamında gerçekten deliliğe bir yatkınlık, aykırılık, aşırılık olduğunu düşünüyorum. Rimbaud bu yönüyle en öne çıkan şair benim gözümde. Benzer şekilde son yılları itibariyle şizofrenik tavırları olan, neredeyse faşist bir çizgiye savrulan ama çok iyi bir şair olan İsmet Özel’i de aynı kategoriye sokuyorum. Mahpushane görmek suretiyle kendime yakın hissettiğim şairler Nazım Hikmet, Ahmed Arif ve Ahmet Telli. Onların bendeki yeri ayrı.

Şiir dışında özellikle Latin Amerika Edebiyatı benim için ayrı bir yerde duruyor. Marquez sanki Kolombiya’dan değil, Kastamonu’dan yazıyormuş gibi yakın geliyor bana. Borges, Bolano, Cortazar okuma listelerimin başında oldu hep.

Yerli edebiyatta klasiklerim ise Oğuz Atay, Ahmet Hamdi Tanpınar, Aslı Erdoğan ve Şule Gürbüz.

Öykü özelinde ise çok beğendiğim öykücüler var. Son yıllar itibariyle birbirinden güzel öykü kitapları yayımlandı, birçoğunu keyifle okudum. Okuduklarım arasında en çok sevdiklerim (bir sıralama söz konusu değil); Metin Nart, Mahir Ünsal Eriş, Deniz Faruk Zeren, Nurhan Suerdem, Kadire Bozkurt, Melisa Kesmez, Halil Yörükoğlu, Deniz Eldam, Çilem Dilber, Sibel Öz, Mete Karagöl, Murat Çelik, Üzeyir Karahasanoğlu, Nihan Eren ve henüz bir kitabı olmasa da edebiyat dergilerinde öykülerini okuduğum Cabir Özyıldız’ı sayabilirim. Hemen bir anda aklıma gelmemiş ya da henüz okuyamadıklarım arasında da eminim epeyce iyi öykücüler vardır.


Son olarak öykülerinizde çoğunlukla birinci tekil şahıs anlatıcı var. Ayrıca deneysel olarak gördüğüm minimal öyküler ve diğerlerine kıyasla uzun öyküler de var. Duygu aktarımını naçizane başarılı bulduğum öyküleriniz özellikle diğerlerine nazaran uzun olan öyküler. Toplama bakarak Tutsaklığın Üç Hâli ilk kitap olarak sizin için ne ifade ediyor? İkinci dosyanıza dair planlarınız neler?

Daha önce başka yerlerde de söylediğim üzere ilk kitabım öykü kitabı olmasına ve temel olarak öykü ile uğraşmama rağmen kendimi öykücü olarak nitelendirmiyorum. Kırk yaşından sonra yazmaya başladım ve ilk yazdığım şeyler öykü olduğu için öykünün yeri bende ayrı. Ama formdan ziyade anlatacağım şeyler neye uygun düşecekse o biçemde yazmayı daha çok önemsiyorum. Anlatacağım şeylerin bir gün “deneme”, “anlatı” ya da “roman” formlarından birine daha uygun olması söz konusu olursa bu şekilde yazarım.

İnsan çoğu kez yazdıklarının kalitesini değerlendiremiyor. Bu nedenle hangi öykülerimin daha iyi olduğunu en iyi nitelikli okuyucular belirleyecektir. Sizin de belirttiğiniz üzere “deneysel” şeyler yapmak hoşuma gidiyor. Kısa öykülerim deneysel oldu, belki duygu aktarımı uzunlara göre daha zayıf oldu, ama ben yazarken keyif almıştım doğrusu. Özellikle kitaptaki son kısa öykü olan eşimin Alzheimer’li annesini anlattığım “O da Seher Diyor Sonuncusuna” öyküsü benim için özel öykülerden biri oldu.

Tutsaklığın Üç Hâli benim ilk kitabım olması nedeniyle özel bir kitap. Şimdilerde zaman zaman yeniden okurken daha iyi fark ediyorum, yaptığım tüm acemiliklere, hatta ufak tefek dizgi yanlışlarına rağmen, yazarkenki samimiyetimi çok iyi yansıtması açısından Tutsaklığın Üç Hâli benim için hep özel olacak.

Yeni bir öykü kitabının hazırlığı içindeyim. İç içe geçmiş ortak zamanlı öykülerden oluşan bir kitap. Umarım ki, yakın zamanda bitiririm ve yayımlatmayı başarabilirim.

Son olarak şunu söylemek istiyorum. Yazıyla uğraşan birisini en çok sevindiren şey yazdıklarının okunmasıdır. Eğer bu okuyucu iyi bir yazarsa ve yazılanlar hakkında notlar almış, değerlendirmeler, eleştiriler, iltifatlar yapmışsa, bu çifte mutluluktur. Bana bu mutluluğu yaşattığınız için çok teşekkür ederim Çilem Hanım.


Samimi cevaplarınız için İshak Edebiyat adına ben teşekkür ederim. Yolunuz açık olsun.


Söyleşi: Çilem Dilber


0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

コメント


bottom of page