top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Ayşe Yılmaz Yazdı- Kuş Oltası'ndan Gözümüze Takılanlar

Kadri Öztopçu’nun “Kuş Oltası” kitabı, içindeki öykü çeşitliliğiyle dikkat çekici bir kitap. Bazı öykü kitaplarında rastladığımız “hep aynı öyküyü okuyormuş hissine” kapılmıyoruz bu kitapta.

Kadri Öztopçu’nun 2010 Cevdet Kudret Edebiyat Ödüllü “Kuş Oltası” adlı kitabı, on iki öyküden oluşmakta. Kitabın ilk öyküsü “Hiçbiryer Barı”, bir barda buluşan bir grup kaybedenin öyküsü. Öykü, bara gelen bir adamın gözünden anlatılmaktadır. Öyküde barmenin barı devralması ile Izbandut diye adlandırdıkları adamın kişisel hikâyeleri kesit olarak aktarılır. Izbandut, karısı tarafından terk edilmiş, bir çocukla yapayalnız kalmış bir adamdır. Anlatıcının barmenle aralarındaki diyaloğu duygu katmadan kamera gibi aktarması öyküyü ilgi çekici hale getirir. Bu sayede Izbandutun trajik hikâyesi ajite edilmeden okuyucuya ulaşmış olur. Plakta çalan “kağnı gıcırtısı sesli şarkıcının” söylediği şarkılar da öykünün karanlık atmosferine başarılı bir fon oluşturmaktadır. “Plak sustu.” Cümlesi öyküde leit motif şeklinde ara ara tekrar edilir. Bu öykü yer yer bazı yönleriyle (barda geçmesi, karısı tarafından terk edilmiş adam, işsizlik, gemi motifi) Güneşli Pazartesiler (Los lunes al sol) filmini de hatırlattı. Bu bağlamda film ile öykü arasında bir göstergelerarasılık ilişkisi kurmak da mümkündür.

“Sıradan Bir Gündü” adını taşıyan ikinci öyküde de ben anlatıcı kullanılmıştır. Karısından yeni ayrılmış bunalım içinde olan şehirli bir adamın hayatından bir kesiti aktarır öykü. Sıradan bir konu, yazarın muzip ve kıvrak diliyle ilgiyle okunan bir metne dönüşür. “Tavana baktım. Tavanın süt beyazında, Hüseyin, (iri, kapkara bir örümcek; günlerdir orada) acelesiz adımlarla geziniyordu.”(s.21) “Gidip yattım. Hüseyin tavan turuna çıkmıştı; sinek avlamaya. Bu evde sinek pek olmaz, Hüseyin, dedim. Yanlış yere dükkan açtın.”(s.25)Yazar bu öyküde de müziğe yer verir. La Traviata operasına giden kahramanın opera izlenimleri öyküye renk katmaktadır.

“Gelen Kim” adlı öykü, yaşlı bir anne ile orta yaşlı kızının rutin hayat öyküsüne odaklanmıştır. Yıllardır aynı evde aynı eşyalarla her gün aynı şeyleri yaparak yaşayan anne kızın hayatlarına renk katabilecek hiçbir unsur yoktur. Öykü, annesine bakan kadının gözünden aktarılmıştır. İki karakter, yalnızlıktan dolayı öylesine çaresizdir ki kadının, öykünün sonunda “bir ses olsun diye” kendi ziline basması bu acıklı yalnızlığı vurgulayan bir unsur olarak dikkat çeker.


Kitaba adını da veren“Kuş Oltası” adlı öyküde üçüncü tekil şahıs anlatıcı kullanılmıştır. Öyküde olaylar çocuğun gözünden okuyucuya aktarılmıştır : “Matematik ödevini hatırladı birden. Daha yapmadı. Onu mu yapsa? Yüzünü buruşturdu. Şimdi canı istemiyor. Sonra yapar. Akşama kadar, üh-hüüü, bir dolu zaman var.”(s.40) Öykü aslında birkaç saatlik bir süreci aktarmaktadır, bu süreçte biz çocuğun babasının siyasî sebeplerle tutuklanmış olduğunu, adliyenin yolu evin önünden geçtiği için babanın zincirlere bağlı olarak evin önünden geçirildiğini öğreniriz. Çocuğun rüyası (kabusu) ve hayalleri öyküyü etkileyici kılan detaylardır. Çocuğun rüyasında gördüğü yılan ile babasına takılan zincir arasındaki sembolik bağlantı çarpıcıdır. “Uzaklaşıyor şimdi sesler. Zincir. Yılan. Dili. Çatal. Alev.”(s.46) Cocuğun hayalinde babasıyla kardan adam yapması ve öykünün sonunda baba eve dönmeyince kardan adamdan “erimiş kardan adam” olarak bahsetmesi de anlatımı zenginleştirmektedir. Yine öyküye adını veren kuş oltasının yapımının anlatıldığı kısımlar da öyküyü etkileyici hale getirir.


“Kadersiz” adlı öykü, Naci ismindeki bir nane şekeri satıcısının trajik hikâyesini konu edinmiştir. Öyküde 3. şahıs anlatıcı kullanılır. Öykünün başlangıcında anlatıcı, Naci’nin nane şekeri sattığı mahalledeki çocuklardan biridir. Ancak öykünün ortalarında sözü anneanne devralır. Yazar bu öyküsünde çerçeve hikâye (hikâye içinde hikâye) tekniğini kullanarak Naci’nin geçmişini çocuğun anneannesinin dilinden anlatır ve bu bölümde metin masal üslûbuna bürünür.

“Kayıp Renkler”, siyah beyaz bir fotoğraftan yola çıkarak yazılmış bir öyküdür. Fotoğraftaki kadınla onu seyreden bir adamın diyaloglarından oluşan öykü, kısacık olmasına karşın diyaloglarındaki etkileyici üslup sebebiyle aklımızda yer eder: “İçini çekiyor. Susuyor. Siyah. Susuşunuz ne güzel, diyorum. Siyahlığına karşın. Gülümsüyor. Beyaz.”(s72)


“Enginde Yavaş Yavaş” adlı öykü, 2. şahıs anlatıcı kullanımı ile dikkat çeker. Eşinden boşanmak üzere annesiyle ablasının evine sığınan genç bir kadının yaşadığı duygusal baskı sebebiyle kararından vazgeçişini anlatılır öyküde. Metin, bilhassa anne ve ablanın konuşmaları ile canlı ve ilgi çekici bir yapıya bürünür. “Annen, fırsat bu fırsat, sazı almış, çalıyor; sesinde ‘kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla’ tınısı. Kapmış bohçasını bir gün bu, gelmiş. Ben boşanacağım. Niye? Yok kötü davranıyormuş kocası, yok başka kadınlarla oynaşıyormuş, yok şöyle yok böyle… bir yığın laf. Eve ekmek getiriyor mu? Getiriyor. Çocuklarına babalık ediyor mu? Ediyor. Sana kocalık? Ediyor. Ee o zaman?”(s. 81)

Postmodern anlatıda bir anlatım yöntemi olarak sıklıkla kullanılan üst kurmacanın temelinde metnin kurmaca olduğunu okura hissettirme düşüncesi yatmaktadır. Bu bağlamda metin içinde okura hitap etme, hikâye içinde hikâye anlatma, metnin yazılış süreci ile ilgili detayları okurla paylaşma gibi uygulamalar öykü ve romanlarda sık sık karşımıza çıkar. “Kanamalı Bir Öykü İçin Hikâye Aranıyor” başlıklı metinde de üst kurmaca kullanılmıştır. Öykünün girişinde ben anlatıcı, ailenin bütün değerli eşyalarının saklandığı siyah meşin bir çantanın tasvirini yapar. Bu tasvirin ardından öykünün yarısında “buraya kadar her şey olağan” diyerek olağan olmayan bir durumun ortaya çıkacağını haber verir. Sonrasında da çantanın içinde bir çatal bulunduğu bilgisini okuyucusuna aktarır. Ardından da çatalın o çantada ne işi olabileceğine dair birtakım tahminlerde bulunur. Sonra tahmin etmeyi bırakır ve okuruna şu sözlerle seslenir: “Yani sevgili dostum, bu öyküdeki çatalın hikâyesi (varsa bir hikâyesi), nedir, bilmiyorum. Belki sen bir hikâye uydurur, muhtemelen anlamsız bulduğun öyküye kendince anlam katarsın. “(86) diyerek topu okura atar. Ve öykü “Hikâye bu metnin neresinde?” sorusuna cevap arayan okura cevap vermek için yazılmış gibi duran tek bir cümleyle sona erer: “Hikâyesi yok gibi duran kimi öykünün hikâyesi, iç kanamasında mı saklıdır yoksa?”


“Gölge” adlı öykü de tıpkı “Enginde Yavaş Yavaş” gibi 2. şahıs anlatıcı ile yazılmıştır: 2. Paragrafta geçmişe dönen kahramanın hatırladığı detaylardan biri de babasının Tekel tütün fabrikasında çalışırken büyük tütün grevinden sonra tutuklanması ve zincire vurulmasıdır. “Zincire vurulma” motifi kitaba ismini veren “Kuş Oltası” öyküsünde de geçmektedir. Öyküdeki çocuğun babasının ayaklarından zincire vurulduğunu, babası adliyeye götürülürken evlerinin önünden geçirildiğini, çocuğun babasını böyle görmesinin onun muhayyilesinde derin izler bıraktığını, hatta rüyalarında zincirin yılana dönüştüğünü görürüz. İki öyküde tekrar eden bu detay biyografik kaynaklı olabilir.


“Gölge” öyküsünde kullanılan ateşböceği metaforu dikkat çekicidir: “Şimdi, sadece sigaranızın ucundaki ateşböceği. Her nefes çekişinizde canlanacak. Canlanırken, biraz daha yaklaşacak ölümüne. Sönmeye.”(90) Öykünün devamında kahramanın gözü karşı apartmandaki pencerelerden birine takılır ve odadaki adamı izlemeye başlar. Adamın elindeki bir fincandan bir sıvıyı (kahve, çay hatta ıhlamur olabilir) içişi, kitabının sayfalarını karıştırması, hüzünlü gözleriyle karşıya bakması gibi detayları veren kahraman, sonrasında penceredeki hiç tanımadığı adamla kendi duyguları arasında özdeşim kurar: “Neye atsa elini bıkıyor hemen. Okuyamıyor, yazamıyor, oturamıyor, gidecek yeri de yok; hazzı yok yaşamının. “(s.94) Öykü, adamın penceredeki adama veda edip evine dönmesi ile sonuçlanır.


“Neyin Rengidir Beyaz” öyküsünde ben anlatıcı ağzından yaşlı ve yalnız bir kadının yaşadıkları anlatılır. Öyküde, kız kardeşi Müjgan’ın telefonla aramasından sonra geçmişini hatırlayan ve yaşayamadığı her şeye hayıflanan bir kadın profili görürüz: “Sessizlik, biriktirmektir Müjgan. Birikitiriyorum. Köhne bir hayatta bile öyle çok şey birikiyor ki, inanamazsın. Resimler birikiyor: yapılmamış. Aşklar birikiyor: doyulmamış. Uzaklar birikiyor: gidilmemiş. Çocuklar birikiyor: doğmamış. İnsanlar birikiyor: güvenilmemiş. Şarkılar birikiyor: söylenmemiş. Günler birikiyor Müjganım: yaşanmamış.” (105) Öyküde hem düğünün(gelinliğin) hem de ölümün(kefenin) rengi olan beyaz da sorgulanır. Öykü, “Neyin rengidir beyaz? Yanıt yok. Sesi yok ki.”(107 cümleleriyle sonlanır.


“Simsiyah” adlı öykü, siyah eski bir çantanın tasviriyle açılır. Öyküde çanta metaforu ile emeklilikle birlikte köşeye çekilmek zorunda kalan bir adamın donuk, durgun, kıpırtısız hayatının anlatıldığı görülmektedir.


“Harun Bey Neden Ölemiyor?” adlı öykü ben anlatıcı ile, dedikoducu bir komşu kadının dilinden yazılmıştır. Komşusu Harun Bey’in beklenen ölümünün bir türlü gerçekleşmemesine bir anlam veremeyen komşu kadının üslûbunun başarıyla taklit edildiği öykü, ironik bir yapıya sahiptir. Harun Bey’in ölememesini anlatırken sağdan soldan duyduğu her şeyi okuyucuya aktaran anlatıcı, “da bu da bir şey değil; da, hadi bu da neyse; da, bu durumda” sözleriyle başladığı her paragrafta başka bir dedikoduyu okuyucuyla paylaşır. Öykünün genelinde üslûba uygun olarak öğrenilen geçmiş zaman (-miş) kipi kullanılmıştır.


Kitabın son öyküsü “Kopyacı” adını taşımaktadır ve ben anlatıcı ile kaleme alınmıştır. Öykünün kahramanı, on beş yıl önce liseden tanıdığı bir kız arkadaşıyla yolda karşılaşır ve bir yerde oturup bir şeyler içerler, sonrasında da aralarında bir ilişki başlar. Öykü, bu ilişkiden otel odasındaki bir kesiti aktarır bize. Kadın, otel odasında adama bir itirafta bulunur: Ayrıldığı sevgilisinden haber almıştır ve onu sevdiğini fark etmiştir, sorumsuz, işsiz güçsüz bir adam olsa da kadın onu tercih edecektir. Bu itirafın ardından banyoya giden kadının arkasından televizyonu açan adam, “Sapık” isminde siyah beyaz bir film izlemeye başlar. Yazar, filmle öykü arasında göstergelerarasılık ilişkisi kurar. Filmi izleyen adam sonrasında “Kızın başucunda iri, ela, ölü olduğu için artık donuk gözleriyle göz göze, ağladım, ağladım.(…) Biliyor musunuz, insan dayanamıyor. İçi kaldırmıyor. Kan tutuyor adamı. Kustum.(…) Ben, her seferinde kustum. İçim dışıma çıktı.(…)”(127) gibi cümleler kurar. Öykü dikkatle incelendiğinde adamın kızı, tıpkı filmdeki Norman gibi -onu kopyalayarak- öldürdüğü sonucuna varılabilir. Öykünün başlığı olan “kopyacı” metnin farklı yerlerine leit motif şeklinde serpiştirilmiştir: barmenin yan masadaki siparişi kopya etmesi, kızın lisede bacaklarına kopya yazması; adamın, Norman’ın kızı öldürme şeklini kopyalaması…


Kadri Öztopçu’nun “Kuş Oltası” kitabı, içindeki öykü çeşitliliğiyle dikkat çekici bir kitap. Bazı öykü kitaplarında rastladığımız “hep aynı öyküyü okuyormuş hissine” kapılmıyoruz bu kitapta. Öykülerde ağırlıklı olarak ben anlatıcının tercih edildiği görülmekte. Ben anlatıcı öyküye biyografik bir karakter kazandırdığı için bu anlatıcı tipine çok olumlu bakılmasa da yazarın bu handikabı karakter çeşitliliğyle aştığı görülüyor. Ayrıca yazarın iki öyküsünde 2. Şahıs anlatıcıya yer vermesi de anlatımı zenginleştiren bir unsur olarak dikkat çekiyor. Kadri Öztopçu’nun dili ve üslûbu akıcı, betimlemeleri sahici, karakterleri çizişi ustaca. Yazar, öykülerinde karakterlerini bize tanıtırken anlatmaktan çok göstermeyi tercih ediyor, bu da öykülerin keyifle okunmasını sağlıyor. Kullandığı teknikler ve satır aralarına yerleştirdiği bazı detaylar da okuma zevkimizi arttırıyor.


Ayşe Yılmaz

0 yorum

Comentarios


bottom of page