top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Ayhan Koç İle Kara Havadisler Kervanı'nı Konuştuk


Ayhan merhaba. Uzun zamandan beri “Kara Havadisler Kervanı” üstüne seninle konuşmak istiyordum. Yeni çıkacak romanının çalışmaları, pandemi süreci derken ancak fırsat bulabildik. Lafı uzatmadan sohbetimize başlayalım istersen. Pek göz önünde bulunmayı sevmiyorsun. Münzevi yaşamı tercih ediyorsun fakat kendinden biraz bahseder misin bizlere? Kimdir Ayhan Koç?

Dersim kökenli, yaklaşık seksen yıldır İstanbul’da yaşayan bir ailenin son kuşağındanım. 28 Şubat sürecinde ticaret meslek lisesinde öğrenciyken TSK’nın dayatmasıyla getirilen katsayı düzenlemesi nedeniyle geleceği kararan yüz binlerden biriyim. Çalışma hayatına çok erkenden başladım. Şanslıydım, girdiğim işler bilek gücü gerektiren yerler değil, kültür sanat ortamıydı. Her ne kadar şu an üniversite mezunu olsam da kendimi otodidakt olarak görüyorum. Geri kalan yıllar ise… Bazı talihsizlikler, bazı kötü olaylar, depresyonlar, hayata tekrar başlayıp çuvallamalar… Di’li geçmiş zaman kullanmama aldanılmasın, hayatımda değişen bir şey yok, hâlâ aynı döngüdeyim.

Göz önünde bulunmayı, varlığımı okurun gözüne sokmayı tercih etmediğim doğru ama münzevi biri değilim. Fırsat bulamayışımın yanı sıra okurun beklentileriyle üzerimde tahakküm kurmasından kaçındığım için kenarda köşede kalmayı yeğliyorum.


Kara Havadisler Kervanı son dönemde okuduğum en iyi kitaplardan biri. Özellikle kurguları muazzam benim için. Öykülerinin yazılma ve kitaplaşma süreci nasıl gerçekleşti?

Ne mutlu bana. Dürüst olmak gerekirse Kara Havadisler Kervanı’nın yazılma sebebi Sırlıçeşme’dir. Yaklaşık iki yıl elimde sürünmüştü. Tavsiyeler doğrultusunda öykü kitabı hazırlamaya karar verdim. Amacım bir okur kitlesi edinip Sırlıçeşme’yi yayımlayabileceğim koşulları hazırlamaktı. Makul bir stratejiydi, ne var ki kalemimin bu stratejiye pek uygun olmadığını fazla geçmeden kavradım. Türkiye’de kısa sürede okur edinmeni sağlayacak öykülerin formülü üç aşağı beş yukarı bellidir, ben ise sanırım romancılıktan gelen bir dürtüyle öykü türünde kol gezen bayat formülleri boş vererek yazıyordum. Fark etmişsindir, çoğu öyküm iki bin kelimeden fazladır, ilk cümlede vuran hiçbir öyküm yok, bazı öykülerim açık ve sadeyken, bazıları dikkatli okumayı şart koşar. Evet, bu da var, metne kendimi dayatmaktansa, ele aldığım öyküyle uzlaşarak, yeri geldiğinde üslup, yeri geldiğinde teknik anlamda değişik yollara sapıyordum. Ve bu çok riskli bir şey. Neden dersen, beni tanımayan herhangi biri, öyküler arasındaki bu farklılıklardan yola çıkarak özgün bir üslup bulmak için denemeler yaptığımı düşünebilirdi. Bir sene sonra yazdıklarımı şöyle alıcı gözle okuduğumda, kolektif amnezi, tarihe kalmak, müesses nizam, devletin yüksek çıkarı, faili meçhuller, kişi kültü gibi meselelerde devinen, kara mizaha kaçan öyküler yazdığımı görmüştüm ve doğruya doğru, ilk düşüncem “Bunu sittin sene yayımlamazlar,” olmuştu.

Neyse ki İthaki Yayınları beni yanılttı. Şans işte tam o ay Sırlıçeşme ilk roman ödülü aldı. İlk romanım editörün ellerine sapasağlam teslim edilip yara bere içinde taburcu olunca, hazırdaki öykü dosyamı hiç düşünmeden İthaki’ye verdim.

222. Daire hakkında konuşmak istiyorum biraz. Öykünün girişinde Enver Naci Uslu diye bir yazarla karşılaşıyoruz. Yazarı uzun uzun anlatıyorsun okura. Bir süre sonra böyle bir insanın hiç yaşamamış olduğunu ve uydurulmuş bir yazar olduğunu öğreniyoruz. Bu öykünde kara mizah ögelerinin yanında sıkı bir Cumhuriyet eleştirisi mevcut. Sen ne dersin?

Kara Havadisler Kervanı’nda Kemalizmi öyle veya böyle hicvettiğim birçok öykü var. 222. Daire bunların galiba en açık seçik olanı. Yazarken biraz tereddütlüydüm. Çünkü Atatürk’ün etrafını kuşatan mitoloji öyle güçlü, çatık kaşlı ve kusurlarından arındırılmış bu imgeye adanmışlık öyle baskın ki, en ufak eleştiri girişiminde Atatürk’ü iftira ve sahte belge olmadan eleştiremeyen tutucu cenaha dahil edilmen işten bile değildir. Şanslıyım diyelim, şimdilik öyle bir okura denk gelmedim.


Birçok öykünde postmodern ögelerle karşılaşıyoruz. Metinlerarasılık, pastiş, üstkurmaca… Günümüzde postmodernizm denilince ortamı terk eden yazarlar mevcut. Bazı yazarlar da deneysel yazım diye nitelendiriyor bunu. Grafikler, ekran görüntüleri ekleyerek postmodern öykü yazdıklarını düşünüyorlar. Sen bu konuda neler düşünüyorsun? Yazarlar arasındaki bu uçurumun nedeni nedir sence? Postmodernizm nedir, ne değildir senin için?

Bahsettiğin ögelerin ilk örneklerine modern edebiyatta da sıklıkla rastlayabilirsin, sadece bazılarının teorisi postmodern dönemde netleşti. Kendi adıma, illa postmodern bir öykü yazmalıyım, diye işe koyulmuyorum, biraz evvel vurguladığım gibi o öykü benden böyle bir talepte bulunuyorsa amenna diyorum. Örnek vermek gerekirse, Voltaire’nin Candide’sinde son sayfalarda Türk derviş ile karşılaşır karşılaşmaz Muskacı Edhem Efendi zihnimde doğmuştu. O öyküyü sözünü ettiğimiz yöntemleri kullanmadan yazmak imkânsız.

Bir okur olarak Türk edebiyatına, dar kapsamla Türk öykücülüğüne baktığımda vaziyeti hiç iç açıcı görmüyorum. Sanki orada bir yerde, göğün yedinci katında “iyi metin”in zamandan azade bir ideası varmış da ona vakıf olmuşçasına senelerdir aynı nasihatleri verip yargı dağıtan bazı çokbilmiş edebiyat gurularımızın tesiriyle, genç olsun yaşlı olsun, özellikle öykücülüğe soyunan çoğu yazarın tek tipleştiğini, birbirlerini andırdıklarını görüyorum. Ciddiyim, kapaklardaki isimleri değiştir, hangi kitap hangi yazarınkidir kestiremem.

Lafı gelmişken, Türk edebiyatındaki vasatlıktan en çok yakınan kişiler arasında bu edebiyat gurularını da görüyor olmamız garip değil mi? Hal böyleyken, kimisi sıkıntılı olsa dahi kışkırtıcı, deneysel, çok katmanlı, dili deforme, algıyı manipüle etmeye yönelik ne varsa kabulümdür.

Bana göre postmodernizm nedir? Bir benzetmeyle cevaplayayım. Postmodernizm, sarı tuğlalı yolun sonunda bizi Zümrüt Kent’in beklemediğini bilip yine de ilerlemeye devam etmektir. Bu noktadan sonrası tehlikeli, zira biraz kurcalarsan, aslında sarı tuğlalı yolun da olmadığını, dahası, aslında hiç ilerlemediğini anlar, benim gibi nihilizmin eşiğinde bir ileri bir geri kalakalırsın.


Kitabını ilk okuduğumda kelime seçimlerin dikkatimi çekmişti. Eski diye nitelendirilebilecek, şimdilerde pek kullanılmayan kelimeleri tercih etme sebebin nedir? Dilin evrimi hakkında neler düşünüyorsun? Sözlük kullanmayan yazar olmaz sanırım. Kimlerin sözlüklerini masanda bulundurursun?

İki sebep var. Bunlardan birincisi, gündelik hayatımda bazı eski kelimelerin ağzımda yuvalanması. Sözgelimi, özellikle kelimesi yerine bilhassa’yı, mizantrop yerine merdümgiriz’i, apaçık yerine aşikâr’ı, örnek yerine bazen farzımuhal’i hiç fark etmeden kullanırım. Bu tip kelimeleri cümlede kullanırken “acaba bu sözcüğün eşanlamlısını mı yazsaydım?” sorusu aklıma gelmez. Bence bunda sorun teşkil eden bir şey yok, bir yazarın malzemesi hayal gücü ve dildir, kelime dağarcığının zenginliği ne yazara ne okura zarar verir. Diğer sebebe geçelim, bazı öyküler şayet geçmişte geçiyorsa ya da karakterlerden biri yaşlıysa, atmosferi güçlendirmek için eski kelimeleri dekoratif bir amaçla kullanırım.

Dilin evrimi ile alakalı soruna net cevaplar vereyim. Kelimelerle derdim yok, kabahati kelimelere biçecek yahut bazı kelimelerin toplum hafızasından silinmesi halinde sorunların rafa kalkacağını düşünecek kadar safdil değilim, son olarak ister örgütlü ister kişisel olsun, dilin evrimine ket vurma teşebbüslerinin tümüne uzaktan gülmekle yetiniyorum.

Evet, sözlük kullanıyorum. Spesifik konularda düzenlenmiş sözlüklere de ara sıra danışırım. Buna rağmen dikkatsizlikle hatalar yapmıyor değilim.


Tanrı O’ul ve Kullarının Bin İsimli Binlerce Yıllık Yolculuğu’nda sadık bir kavmi anlatırken, tüm dinlere ve inanç sistemlerine genel bir bakış, sorgulayış göze çarpıyor. Bu yaklaşımı antropolojiye çok yakın buldum. Bu konuda sen ne düşünüyorsun? Antropolojiye ilgin olduğu kesin. Bu ilginin kaynağı nedir?

Kategorik olarak tarihe ilgim var. Bu ilginin kaynağı bir ihtimal Yedikule’de doğup büyümem. Yedikule binlerce yıllık tarihi surları, kiliseleri, camileri, çeşmeleri, isimleri Osmanlı günlerine dayanan sokakları ve şimdilerde tek tük kaldıysa da bir asır öncesinden yadigâr ahşap evleriyle meşhurdur. Bu semtin çocukluğumdan itibaren ilgi alanlarım üzerinde bir etkisi olmuş olabilir. Zaten 28 Şubat’ın çelmesine takılmasaydım üniversitede girmek istediğim bölüm edebiyat değil tarih idi. Okuduğum kitapların zannediyorum yarısı kurgu dışıdır ve bunların azımsanmayacak kısmı da antropoloji olsun, nümizmatik, mimari, sanat, felsefe olsun, bir şekilde tarihle ilintilidir. Örneğin şu an Yeni Platonculuk hakkında bir kitap okumaktayım, ondan önce de Horst Blanck’ın Antikçağ’da Kitap isimli çalışmasını okumuştum.

Yeri gelmişken, Tanrı O’ul ve Kullarının Bin İsimli Binlerce Yıllık Yolculuğu’nda da Carlo Ginzburg’un seneler önce okuduğum Peynir ve Kurtlar’ı ile benzer mikrotarih çalışmaların etkisi vardır.


Öykülerinde bolca toplumsal sorunlara değinmişsin (8 Mart Olayı öykünü unutmam hayatım boyunca). Fakat bunu gerçekçi bir şekilde yapmamışsın. Alt metne eklemişsin çoğu zaman. Kolaya kaçmamışsın, riskli bir tercih yapmışsın. Neredeyse çoğu yazar bu inceliği es geçiyor. Konuları paldır küldür işliyorlar. Bu da okuru, en azından beni, irrite ediyor. Günümüz yazarlarının toplumsal konulara değinme biçimini nasıl buluyorsun? Edebiyatın toplumu şekillendirmek gibi bir görevi olduğunu düşünüyor musun? Yoksa okur artık çözümleyebileceği, keşfedebileceği kurmaca dünyaların peşinde mi?

Son sorudan yola çıkalım istersen. Günümüz okurunun, klasikler vasıtasıyla kafamızda yer etmiş, mum ışığında gözleri sızlayınca dek kitap okuyan bibliyofil okur tipinden epey farklı olduğu açık. Z kuşağıyla alakalı değil bu, Y, X ve önceki nesilleri de dahil et. Örneğin, Türkiye’de yeterince irdelenmeyen bir konu var. “Neden öykü yükselişte?” sorusuna aldığın cevaplar ya ezbere ya da meseleye iyi yanından bakmaya dönük. Oysa tüm bu yanıtlar doğruluk payı içerse de bence bütün resmi göstermeye kâfi değil. Çok önemli bir unsur denkleme sokulmuyor. O da internet ile sosyal medyanın okuma alışkanlıklarımızda yol açtığı değişim. Dikkati dağınık, uzun metinlere tahammülü olmayan, kolaya kaçan, tabiri caizse skor peşinde bir okur kitlesi de var ve bu kitle romandan şiirden ziyade öyküye akın ediyor. Bir metnin “akıcı” oluşu onlar için o metnin iyi olduğunun delili olabiliyor mesela. Kolay okunup biten, yani özet geçip kafa açmayan bir kitap yazdığı için o yazara minnetle karışık bir hayranlık besliyorlar, iki hafta sonra o kitap hakkında konuştuklarında ise iki cümleyi bir araya getirip neyi, niçin sevdiklerini dile getiremiyorlar. Elbette bütün öykü okurlarının bu profile girdiğini iddia etmiyorum, şu var ki oranlarının az buz olmadığını bilmekte fayda var. Eh, en nihayetinde talep arzı şekillendiriyor.

Edebiyatın toplumu şekillendirme, topluma yön verebilme fonksiyonu adı üstünde bir fonksiyon, edebiyatın olmazsa olmazı değil. İlyada, Binbir Gece Masalları, İlahi Komedya, Dekameron, Don Kişot ve edebiyat kanonunda aklına gelecek daha nice eser toplum mühendisliği gayesiyle yaratılmadı. Bazıları yazarının niyetini aşarak çok sonra şekillenecek ulusal anlatıların inşasında kilit taşı vazifesi gördü, bazıları kimliklere eklemlendi. Biliyorsun, 20.yy’ın özellikle ikinci yarısından itibaren yazarın apoletleri bir bir söküldü. Bence iyi oldu, çünkü herkesin başımıza toplumcu gerçekçi kesildiği bir edebiyatı değil, çok sesli, çok renkli bir edebiyatı yeğlerim. Yalnız, gazetecilerin, siyasetçilerin cezaevlerine atıldığı, her gün kadınların, gençlerin, hayvanların öldürüldüğü, çocukların istismar edildiği; her gün yeni bir hukuksuzlukla, yeni bir usulsüzlükle, yeni bir yolsuzlukla karşılaştığımız, her an bu memleketi bir daha dönmemek üzere terk etme arzusuyla cebelleştiğimiz şu boğucu, cehennemvari dönemin elli yıl sonrasına düşecek tek bakiyesi, kuşak çatışması, nostalji fetişizmi, arabesk sevdalar, orta sınıf dertleri, metropol - taşra bunalımları, hakikatin sırrına ermiş melankolik mahalle abilerinin ağzından damlayan veciz cümlelerden mürekkep güdük bir edebiyat olmamalı.

Bilmem anlatabiliyor muyum?

Çağdaş yazarlar arasında toplumsal meselelere iyi niyetle değinenler var, bu kesin. Maalesef bunun kadar kesin olan bir başka şey, bunu fırsata dönüştüren, “muhalif” titrini pazarlama enstrümanı olarak kullanan yazarların varlığı.


Nisyan, unutmak, unutan anlamındadır. Bunun unutulması zor bir öykü olduğunu düşünüyorum. Aynı konu sayısız kere işlenmiş olsa da öykünün bu denli çarpıcı olmasını neye bağlıyorsun? Öyküde geçen şarkıyı dahil etmek nasıl aklına geldi?

Tam tersi gerçekleşti, şarkı öyküye esin verdi. Ayten Alpman’ın Memleketim’i asla gerçekleşmemiş ve besbelli, asla gerçekleşmeyecek bir hayalin izdüşümüdür. Şayet şarkı sözleriyle bildiğimiz tanıdığımız Türkiye’nin gerçeklerini mukayese edersen, şarkının epey şizofrenik olduğunu görürsün. Bir şarkıdan ötedir Memleketim, hipnotik bir etkisi vardır, bu yüzden olsa gerek, ne zaman bir katliam, ne zaman yüz kızartıcı bir şey gerçekleşse devletin hakikatle aramıza ördüğü yalanlar duvarında beliren çatlakları sıvamak için yardımına başvurulan kullanışlı harçlardan biri olmuştur.

Nisyan’ın konusu belliyken nasıl yazacağım uzun zaman muammaydı benim için. Bir gece 1975 yapımı Picnic At Hanging Rock’ı izledim. Filmin sonunda birkaç dakika öylece kaldığımı hatırlıyorum. Nisyan’ı öyle bir yazacağım ki okuyan son sayfada bu filmin bana hissettirdiklerini hissedecek, demiştim. Hatta itiraf edeyim, yazarken arka planda Memleketim’den ziyade bahsettiğim filmin müziği, Gheorghe Zamfir’in Doina Sus Pe Culmea Dealului’si çalıyordu. Tek tek her okurun tepkisini ölçecek imkanım yok, yalnız, seninki dahil geri dönüşleri referans alırsak, amacıma ulaştığım söylenebilir. Galiba Zühre’nin geçmiş - şimdi – gelecek fragmanlarında ilerlemesine şahit olurken Schrödinger’in Kedisi misali Zühre için her ihtimalin aynı anda gerçekleşiyor oluşunun bir tılsımı var.


Sarı Pançolu Kız’ın hikâyesini merak ediyorum açıkçası. Böyle bir öykü nasıl ortaya çıktı?

Kara Havadisler Kervanı için kapanış öyküsüne ihtiyacım vardı. Bir yaz gecesi geçmişte yazdığım veya yarım bıraktığım öykülere, novellalara başvurdum. Tesadüfen bir şey fark ettim, değişik zamanlarda kaleme alınmış çalışmalarımda aynı kızı betimlemişim. Detaylı düşününce, ha bire karşıma çıkan bu kadının, geçmişte âşık olduğum kadının fiziksel özelliklerini taşıdığını fark ettim. Konuk oyuncu gibi bazı öykülerimde belirmişti. Bahsettiğim bu aydınlanma Sarı Pançolu Kız’ı doğurdu. Bir sonraki gece etraflıca düşünmeden, doğaçlama olarak yazdım o öyküyü. Okuyan arkadaşlar popüler edebiyat sınıfına girdiği için diğerlerinin yanında sırıtacağını söylemişlerdi. Kitaba ekleyeyim mi eklemeyeyim mi derken, en sonunda “Canı cehenneme, ekliyorum” dedim.


Romanının çıkacağını biliyorum. Peki, yeni bir öykü kitabı çıkarma planın var mı? Yoksa artık romanla mı devam edeceksin yoluna?

Sarı Pançolu Kız’ın ilk sayfasında itiraf etmiştim, ben kendimi romancı olarak konumlandırıyorum. Evet, öykü okurum, öykü yazarım ama esas meşgalem romandır. Bir aksilik olmazsa yeni roman yakın zamanda yayımlanacak. Fantastik türe dahil edebileceğimiz bir dosyam daha var, şartlar uygun olursa ileride onun da yayımlanmasını isterim. Anlayacağın şu sıralar akşamlarım boş. Hâlihazırda kenarda bekleyenlere içime sinen yeni öyküler ekleyebilirsem, neden yeni bir öykü kitabı çıkarmayayım ki? Her şey mümkün.


Vaktini ayırdığın için çok teşekkür ediyorum. Soracak çok sorum olsa da seni daha fazla yormak istemiyorum. Çalışmalarını merakla bekliyoruz. İshak Edebiyat olarak yazı yolunda uzun yıllar diliyoruz sana.

Bana bu imkânı sağladığınız için asıl ben teşekkür ederim.



Söyleşi: Hakan Sarıpolat

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page