Engin Türkgeldi 1980 doğumlu Cerrahpaşa Tıp Fakültesi mezunu doktor bir öykücü yazarımızdır. İlk kitabı Gölgeler Ordusu, 2003’te bir e kitap olarak şimdilerde yayın hayatına son veren alt kitaptan yayımlandı. Orada Bir Yerde, yazarın yayımlanan ikinci dosyası olduğu halde basılı ilk kitabı. Gölgeler Ordusu 14 yıl sonrasında gelen ikinci kitaba göre daha gerçekçi ancak deneysel öykülerden oluşuyor. Yazıyla görüntünün buluştuğu çok katmanlı öyküler okura farklı bir okuma deneyiminin kapılarını aralıyor. Postmodern edebiyatın özelliklerini taşıyor ve metinlerarasılık gibi unsurlar içeriyor. Kitapların ikisi de varoluşçuluk felsefi akımı doğrultusunda yazılan öykülerden oluşuyor. İki kitaba göz atacak olursak:
Engin Türkgeldi, Gölgeler Ordusu başlıklı ilk kitabının Cehennem adlı öyküsünde, Dövüş Kulübü ve Matrix filmlerini, psikiyatrın ve delilerin hayal dünyalarında yeniden öyküleştiriyor. Dolayısıyla metinlerarasılık unsurları (Tayfur Dörtin’in Dövüş Kulübü’ndeki Taylor Durden’a benzerliği ve Matrix filmine yapılan göndermeler gibi) içeren bir öykü bu. Okura hayatın, dünyanın ve ölümün içine farklı bakış açılarıyla da girebileceği yeni algı kapıları (Aldous Huxley’den esinlenerek) mı açmak istiyor şu sözlerle? “Eğer ölümden korkuyorsan ve yaşama tutunmaya çalışıyorsan, şeytanların senden yaşamı söküp aldıklarını görürsün. Ama eğer ölümle barışıksan, o zaman şeytanlar aslında seni dünyadan kurtaran meleklerdir." sözlerini Jacob’s Ladder filminden alıntılayarak kullanan yazar (sf. 8) Cennet’te ise, kimine göre hiçbir şey için çaba harcamaya gerek olmayan idealize edilmiş bir hayatı (mekanik veya bitkisel) anlatırken, “Cennet nedir?” sorusuna yine bir soruyla karşılık veriyor. İçinde bulunduğumuz, gerçek olduğunu sandığımız dünya mı yoksa hayal dünyamız (deli metaforuyla yansıtılan) mı?
İsmin Beş Hâli’nin Yalın Hâli, her şeyin (sade kahve, işsiz ve yalnız bir adam) en yalın hâliyken, -E Hâli, her şeye ek getirilmiş (sütlü kahve, kek, işi ve sevgilisi olan bir adam) hâller oluyor. -İ Hâli’nde, hayatın her şeyden (sevgili, iş ve günlük rutin) bıkılmaya başlandığı halleri, -De Hali’ndeyse hayatın, geçmişin özlendiği her şeyden (gerçek dünyadan) kaçış durumu var gibi. Sonrasındaysa hayatın, alışkanlıkların değiştirilmesiyle her şeyin (mekân, içecek, hobi) değiştiği ama yine de geçmişten kopamama durumu, -Den Hali olarak okurun karşısına çıkıyor.
…’A öyküsüne gelince, yazar “Sanki bütün o tartışmalar, kırıcı sözler ve düştüğümüz durumlar tatsız bir rüya, onun hayalleriyse gerçeğin ta kendisiymiş gibi davranıyordu,” (sf.17) sözleriyle sorunlarını uykuyla, rüyayla çözmeye, bu dünyadan kendini korumaya çalışan bir kadınla (Kahramanla karakteri zıt sevgilisi), tanıştırıyor bizi. Tıpkı hayattaki gibi okuru öyküye katmak isteyen boşluklar bırakarak anlatma yolunu seçiyor.
Morgdaki cesetlerin, kendi tarzınca arşivini (aynı olayı farklı farklı yazan gazete haberlerinden, cesedin görünümünden ve adli tıp raporundan oluşan) tutan bir görevlinin ölülerle ilgili tespitlerinin (egolarından arınarak çıplak kalmış insanın gerçek beni/özüne ulaşmaya dair) yer aldığı bir öykü Cesetler Kitabında Bir Sayfa. “Ömürleri boyunca her gün giyinerek ve konuşarak saklamaya çalıştıkları gerçek, önlenemez bir biçimde ortadadır: sadece et ve kemikten birer hayvandırlar,” (sf.21) sözleriyle okurun yüzüne bir tokat gibi çarpıyor.
Anahtarlık, yazarın dört anahtardan oluşan öyküsü. Ev Anahtarı’nda Engin Türkgeldi, “Ve ben, haftanın her gecesi yumuşak yatağın sol yarısında uykuya dalmak üzereyken sorarım: Beni karşı konulmaz bir kararlılıkla içine çeken bu tatlı sıcaklık uyku mu, yoksa alışkanlıkların verdiği sahte huzurun dipsiz bataklığı mı?” (sf.27) sözleriyle rutin bir aile hayatını eleştirirken, Araba Anahtarı’nda, modern ve çağdaş yaşam tarzının verdiği sıkışmışlığı, “Dört tekerlekli hücresinde, teslimiyetle oturuyor herkes,” (sf.27) sözleriyle okura hissettiriyor. Yazar, günümüz insanının hissettiği pişmanlık ve suçluluk duygusunu, “Hem biliyor musun, dişlerinin arasına sıkışmış pişmanlık ve suçlulukla, anahtarlığımdaki en ağır anahtar bu,” (sf.28) sözleriyle Yazlık Ev Anahtarı’nda ve günümüz insanın doymak bilmez istek ve hırslarının arasında sıkışmasını, “En sonunda anahtarlara kayıyor bakışlarım. Anlıyorum: Bütün anahtarlar kendi hücrelerime açılıyorlar,” (sf.30) sözleriyle Yazıhane Anahtarı’nda kendine has üslubuyla veriyor.
Bizi korkutan yine kendimiz mi yoksa başkalarından mı korkuyoruz? sorusunun, sirkteki ilk gösterisinde geçirdiği kaza sonucu yaralanan bir akrobat çocuğun ölümünün anlatıldığı Marifet öyküsünün ana teması olduğunu okur şu sözlerle anlıyor: “Korkuyorsun. Yüksekten veya hayatına mal olabilecek bir perendeden değil. Seyircilerden. Bu doğal. Korkacaksın.” (sf.32)
“Ne kadar da çabuk tüketiyor her şey kendini,” (sf.37) diye sorguluyor yazar, Geceden Kalanlar öyküsünde. Terk eden sevgiliyle geçirilmiş bir gecenin ardından geride ne kalıyor? Eldiven, kadeh, maskara, yanık ve kül tablası.
Yalnız yaşadığı için apartmandaki sesleri dinleyen ve onlardan esinlenerek öykü yazan bir adam, kapısına gelenleri hatta sevgilisini bile içeri neden almadığını, “Kapının bu tarafındayım. Yıllardır. Kendi isteğimle kapanmıştım bu karanlık eve. Oysa duymayı beklediğim sesler dış kapının çok ötesinde,”(sf. 39) diyerek açıklıyor Beş Kapılı Hikâye’de.
Engin Türkgeldi’nin Ölüm Kapıyı İki Kere Çalar öyküsü, “Oysa yalnızlıktan hiç bu kadar uzak olmamıştım,”(sf.44) diyen bir postacının yalnızlığını, ölülere gönderilen mektuplara cevap yazarak gidermesinin hikâyesi aslında.
Med-Cezir bir ikileme. Çocukken ölüme uzak olmanın verdiği sonsuzluk hissinin, hayal kurmayı kolaylaştıran, gerçek dünya algısını sanat lehine bozan ve umudu canlı tutan işlevi -Med’de “Ölümden o kadar uzak, o kadar çocuktum ki soyulan derimin yerine yenisinin sonsuza kadar geleceğine, her şeyin her zaman tekrar eski haline geleceğine inanırdım. Bir köşeye sinip büyüyünce her şeyin ne kadar farklı olacağını düşünürdüm sessizce,” (sf.46-47) sözleriyle gösteriliyor. Yaşlıyken ölüme yakın olmanın verdiği sınırlılık hissinin, hayal kurmayı zorlaştıran, gerçek dünya algısını sanat aleyhine bozan ve umudu söndüren işleviyse -Cezir’de şu sözlerle anlatılıyor: “Ölüme o kadar yakın, o kadar ihtiyarım ki zevk duyduğum, beni mutlu eden her şeyi her fırsatta yapmam gerektiğine, çünkü her şeyi son kez yapıyor olduğuma inanırım. Bir köşeye sinip gençken her şeyin ne kadar farklı olduğunu düşünürüm sessizce.” (sf.48)
Anne karnındaki bebeğin, “Koca bir dokunuştan ibaretti bütün dünya. Başka hiçbir hissin olmadığı karanlık ama sıcak bir yer. Dört bir yandan yayılan huzur. Varlıkla yokluk arasında bir an. Yaratılış. Çepeçevre hissettiğim tatlı bir temas,”(sf.50) sözleriyle yazar, algıladığı dünyayı okurun önüne seriyor Değ(iş)mek’te. Yalnızlık, hayalet olarak insanı içine alan koyu karanlık gölgesi olarak simgelenmiş. Bir adamın (hayalet) varoluşunu, yalnızlığını giderecek bir kadında (gölge) bulmasıysa diğer tarafı öykünün. “Küçük mutluluk anlarımdı bunlar benim. Küçük varoluşlarım. Bir an için temas ederlerdi bana, ve ben olurdum. Kısacık var oluş anlarımın arasındaysa bir hayalet gibi gezinirdim,”(sf.51) diyen iç sesini belki de, “Düşünülüyorum, öyleyse varım,"(sf.52) diyerek yatıştırma yolunu seçmiş yazar. Öykünün Gölge tarafındaysa konu edilen, hayalet adamlar arasında bir gölge gibi yaşayan yalnız kadınların sonu katledilmekle biten çıkışsız ve umarsız hayatları. “Bir gölge olmayı isterdim ben. Varlıkla yokluk arasında sıkışıp kalmış olmayı isterdim. Bir gölge olsaydım o iğrenç elleri hissetmezdim üzerimde. Uyuyordum. Dokuz yaşında bir kız ne görürse rüyasında, ben de onu görüyordum. Daha önce de sevip okşamıştı beni aynı eller, ama hayır, başka türlü bir dokunuştu bu. Yakıcı bir dokunuş. Değdikçe kanatan eller. Sesimi çıkarmadım. Bir şey demeden, çekinerek Hayalet'in yanına oturdu. Ne yapacağını bilemiyordu. Niye dönüp gitmediğini bilemiyordu,” (sf.52) sözleriyse anlatılan bu hayatların özeti gibi.
Her An Sarhoş, Engin Türkgeldi’nin Hz. İsa ile 12 havarisi ve İsa’nın çarmıha gerilişiyle göğe yükselmesini, “24 ayak sesi duyuyorum peşimden gelen, benim ayak izlerime basarak yürüyorlar. Askerler peşimizde çünkü, on üç adam arıyorlar, oysa biz hepimiz bir olduk artık, aynı yolda aynı adımları atıyoruz, tek. Bir gün ben olmayacağım önlerinde ama ayak izlerim olacak diye düşünüyorum,” (sf.57) diyerek anlattığı öyküsü.
Ve kitaba adını veren Gölgeler Ordusu… Platon’un Devlet eserinin yedinci bölümü olan Mağara Alegorisinin, “Bedenlerinin eksikliğini derin birer yara gibi içlerinde taşıyan binlerce kişilik gölgeler ordusu dinlenmek üzere kent dışındaki mağaralarına gidiyordu. Uzakta, şehir merkezinde, gölgelerinin eksikliğini derin birer yara gibi içlerinde taşıyan binlerce kişilik bedenler ordusu da işlerine,”(sf.61) sözleriyle modern insanın hayat tarzı kullanılarak günümüze uyarlanan hali değil mi?
Nedimeler, Keriman Hanımla evlenecek Vecihi Beyin düğün arifesinde baldızı Nurhayat Hanıma âşık olması, bunu da resmederek (Keriman’ı şişman ve asık suratlı bir cüce, gelinliği Nurhayat’a giydirip nedimeleri onun etrafında pervane yaparak) belli etmesi. Nurhayat’ın bileklerini keserek tablodaki yüzleri kızıla boyaması. O resmi ve babasının matematik ödülünü mutsuz bir evliliği olan torununun evinin çatı katında bulmasının anlatıldığı bir öykü. Yazar, kitaptaki ana sorgulaması olan hayallerimize mi inanıyoruz sorusunu “İnanmak yeterliydi. Önce hayal kurup sonra ona inanmak. Evlenirken de öyle olmamış mıydı sanki,”(sf.69) diyerek tekrar ortaya koyuyor.
Pandoranın Ağzı veya Kahkaha Üzerine, onu önemsemeyen sevgiliye bir serzeniş adeta. “İyi kızlar yalnızca tatlı tatlı ve boş boş gülümserler. Tuhaf bir ironiyle, mutluluğa giden yolda kendini beğenmiş engellerden başka bir şey değillerdir kahkahalar. En çok eğlenenlerse kötülerdir,”(sf.71) denerek o sevgili kötülenmek ve onun kötü olduğu gösterilmek isteniyor okura.
Mehtap Palas, Engin Türkgeldi’nin gerçekçi, deneysel (anlatımı yeni bir biçimde ortaya koyan), varoluşçuluk (egzistansiyalizm; “Varoluş özden önce gelir”) felsefi akımı doğrultusunda yazılmış, içine görselliğin de katıldığı çok katmanlı öykülerden oluşan kitabındaki son öyküsü. Olaylar, üç katlı bir apartmanda geçiyor. Birinci katta sevgilisi tarafından terk edilen bir adamın kendimi evine ve içine kapattığı, ikinci katta yaşlı sarışın yalnız bir kadının oturduğu, üçüncü katta da emlakçının genç bir çifte evi gezdirdiği anlaşılıyor. Yazarın kitap boyunca sürdürdüğü post modern tarz burada da açığa çıkarak şu cümlelerle okura yansıtılıyor. “Uzun zamandır kapımın bu tarafındayım. Sokağa en son ne zaman çıktığımı hatırlamıyorum bile. Her gün biraz daha içeri çekiliyorum. Kapı, bir tabut kapağı gibi kapanıyor üzerime. Birbirinin kopyası kutularda yaşayan insanlar ne kadar farklı olabilirler ki? Kapı meşedir beyefendi, birinci kalite. Çok şık, çok sağlam. Ayrıca sesi ve soğuğu da geçirmez. Size izole ve özel bir ortam sunar. Zaten ev demek de bu değil midir?" (sf. 73)
2017 de Can Yayınları tarafından basılmış ilk basılı kitabı Orada Bir Yerde. Zaman, gölge, köle, peygamber, cüce, kale, yolcu, hastalık, ölüm, inanç, köy, kasaba, yabancılaşma metaforlarıyla örülü postmodern öykülerden oluşuyor. Öyküler birbirine bağlı ilerliyor ve birinci kitaba göre daha masalsı. Okurunu, dikkatini sürekli diri tutmaya zorlayan, okuru tekrar tekrar okumaya iten bir eser.
Saat Kulesinin Gölgesinde, kitabın ilk öyküsü. Birinci tekil kişinin ağzından anlatılmış ve “Saat kulesi kasabanın kalbine saplanmış bir hançerdi.” diyen mataforik bir cümleyle başlıyor. Eksikleriyle hor görülen, itilip kakılan ve çıkan büyük savaş sonrasında kasabada kalan ötekileri anlatan bir öykü.
“Sıra bize gelmişti artık. Bir zamanlar ödünç almışız gibi suçluluk duygusuyla geçtiğimiz sokaklar bize kalmıştı. Kasaba bizimdi. Kötürümlerin, çolakların, körlerin ve topalların.” (sf.15)
Mükemmek Bir Gülüş, birini tekil anlatımın kullanıldığı bir yazı. Öykünün başında kahramanın bir esir pazarından satın alındığını okuyoruz. Sonra geriye dönerek esir pazarındaki atmosfere hakim olup öykünün başladığı noktaya tekrar geliyoruz. Ondan sonrası her satırında iç burkan, mide kanırtan olaylar zinciri. Eksik dişlerini kölelerinin çenelerinden söktürerek tamamlayan bir efendinin gelmesiyle bitiyor öykü. Merak duygusunu ve gerilimi her satırında zirvede tutabilen ve okuyanın aklından uzun süre silinmeyecek kadar sinematografik bir öyküydü diyebiliriz.
“Ve güldü. Bu, hayatımızda gördüğümüz en güzel gülüştü. Sabah ışığında pırıl pırıl parlayan, otuz iki tane bembeyaz diş. Büyülenmiş gibiydik. Mükemmel bir uyum içindeki bu dişleri, eşi benzeri olmayan bu gülüşü hayranlıkla, doyamadan seyrediyorduk. Her birimizin gözü kendi dişindeydi.” (sf.27)
Peygamber, kahramanın evine bilge bir yolcunun gelmesiyle başlıyor. Misafirinden öğrendiklerini tekrarlayan ve yaklaştığı gerçeği bularak kendini yollara vurmasıyla bitiyor. Öyküdeki olayların üç günde gerçekleşmesiş üç sayısının numerolojideki bilgelik anlamıyla ilişkilendirilmiş olabileceğini düşündürüyor. Bu öykünün sonunda bir kuyruklu yıldızın ışıklar saçarak doğuda kaybolması din ve inanç kavramlarını zorlayıcı düşüncelere salıyor okuru. Kahramanı tasvir eden özellikler, öykünün de adı itibariyle, bu hangi peygamberin tasviri ola ki sorgusuna götürüyor okuru.
“Ezberlediğim tüm kelimeleri insanlarla paylaşmalı, yükümü hafifletmeliydim.” (sf.34)
Cüceler Sarayı, dilsiz bir cücenin soytarı olarak saraya girdikten sonra gözdelikten suikastçiliğe dönüşüp sonunda vaadedilen cennetine kavuşmasını konu ediniyor. Yine birici tekil kişi aktarımı. Öyküde anlatılan atmosfer ve olaylar zinciri Alamut Kalesi’ne gönderme mi? Zira ot çiğnetilerek sahte bir cennetin varlığına inandırılıp köleleştirilen insanlar var bu öyküde.
“O sırada arkamda bir çıtırtı duydum. Sonra gerilen bir sicim. Gözlerimi kapadım. Ufukta cüceler sarayının dillere detan altın kubbeleri belirdi.” (sf.43)
İyi Kalpli Yolcu öyküsü kitabın adeta geldiği sayfaya kadarki öykülerinden harmanlanarak oluşturulmuş bir hikaye. Zira öyküde Saat Kulesinin Gölgesinde öyküsündeki savaş yine konu edilmiş ve üçüncü öyküde okuduğumuz peygamberden bahsedilmiş. Bunun dışında yazar kitabin ilerleyen bölümlerinde okuyacağımız “Endülüs Köpeği” “Yemek” ve “İlk Görüşte Ölüm” öykülerinin konularına dokunuyor. Üçüncü tekil kişi diliyle yazılan öyküde ailesini yok eden salgın hastalığın ürettiği vücudundaki irinleri patlatarak bir şişede toplayıp gittiği köylerde yaptığı yemeklere katan ve herkese yediren, salgını bizzat kendi yayan bir yolcunun hikâyesi. Öyküde bahsedilen salgından kasıt din mi? Öykünün son cümleleri mide zorlayıcı cinsten.
“Yolcu, yeni bir köye yaklaştığında ölü bir incir ağacının altına gidip oturdu. Üstünü çıkardı. Salgın hastalık bütün ailesini yok etmiş, bir ceza gibi onu öldürmemişti.” (sf.48)
Yemek, ölülerin etlerini cenaze yemeği olarak yiyen ve bunu sırf geleneklerine bağlılıktan yapan bir köyü anlatıyor. Öyküde geçen deve derisinden matara ve dişbudak asa bizi yolcu ve peygamber metinlerine geri götürüyor ve kahramanımız bakırcının, o öykülerle bir bağı olup olmadığını düşünmeye zorluyor. Öykü kugusu ve olaylar bütünü bizi gelenek kavramını sorgulamaya götürüyor. Sona geldiğinizde ister istemez kurgusal dünyadan gerçek dünyaya sıçrayıp yapmak zorunda olmadığımız halde sırf toplum baskısı yüzünden yaptığımız davranışları (hayat ritüelleri) düşünüyorsunuz.
“Bu son görevimizi her şeye rağmen yerine getirmemiz, köyümüzün birliği ve geleneklerimizin sürekliliği için elzem. Lütfen bunu untmayın.”(sf.55)
Uzaktaki, önceki sayfalarda okuduğumuz iyi kalpli yolcu metninde geçen şenlik ertesinde yaşananları anlatıyor. Bu bakımdan anlatıcısı ve kahramanı değişmiş bir devam öyküsü niteliğnde. Hemen belirteyim ki sıralamada bu iki öykü art arda değil kitapta. Toprak husumeti yüzünden evini kundaklayan köylülerin yanmış yüzü nedeniyle onu bir ucube olarak görmesinin sonucunda köyden uzaklaşan ancak şenlik sonrası köyü saran salgından sonra kendisine muhtaç olunan bir adamın hikayesi. Kendilerinden farklı olanı hor gören, çıkarlarına ve işlerine geldiği gibi kullanabilen insanlardan oluşan gelenekçi bir toplum konu edinilmiş. Bu bakımdan ilk öyküye benzer bir mottosu olduğunu söylemekte sakınca görmüyorum.
“Yanık yüzümün izin verdiği ölçüde gülümsüyorum. Yukarıya, ta buraya kadar gelen çürümüş ceset kokusunu mutlulukla içime çekiyorum.” (sf. 59)
Kutsal, “Kendi halimde yaşayıp gidiyordum. Orada bir yerde, mutluymuş gibi.” Cümlesiyle kitaba adını veren orada bir yerde sözcüklerinin geçtiği öykü. Kurtarıcı olarak seçilen fakir çobanın öyküsü. Bu metinde yine ilk öyküdeki saat kulesinden söz edilmiş, cüce öyküsündeki saraya değinilmiş.
“Müneccimbaşı bana yaklaştı. Beklenen an gelmişti. Kılıcını havaya kaldırdı. Bir hükümdarı kutsayacak veya bir kurbanın boynunu vuracak gibi.” (sf. 70)
Endülüs Köpeği, bir inanışı yerine getirmek ve ölen babasının ruhunda yarattığı travmayı köpek ulumaları sonrası cinayetler işleyerek bastıran üstelik bunu yaparken ne yaptığının farkında olmayan bir adamın ağzından anlatılan bir hikaye. Türkgeldi, öyküsüne Endülüs köpeği havlıyor. Acaba kim öldü? İspanyol deyişini epigraf olarak kullanmış.
“Onu da diğerlerinin yanına kitabenin arkasındaki kuyuya gömecektim. “
İlk Görüşte Ölüm bağlantılı öyküleri sonlandıran çerçeve öykü diyebileceğimiz türden. “Seyyah gördüğü yerleri anlattı. Çöldeki saat kulesini, Kuzey Savaşı’ndan kalma yıkık surları, cüceler evini, başkentteki büyük tapınağı.”(sf.82) Hayatlarında bir kez cinayet işlemenin legal olduğu bir distopik ülke yaratan Türkgeldi, bu metninde başından geçenleri bir seyyaha anlatan adamın kuralları yıkıp iknci cinayeti işleyen kahraman ediniyor. Sırları bilmenin sonsuza dek susmak ya da susturulmak zorunda olduğu gerçeğini öyküleştirerek veriyor.
“Yere, seyyahın yığılan bedeninin yanına oturdum. Şarap ile kan birbirine karışmış akıyordu. Bir sigara yaktım. Huzur içinde, birilerinin gelip beni götürmesini beklemeye başladım.” (sf.93)
Sonuç olarak, Engin Türkgeldi, sağlam bir öykü evreni kuruyor kitaplarında. Çağın getirdiği tüm zorlu şartlardan başka bir zamana geçiş ve sıkıntıların yansıması var öykülerinde. Ötekileri merkeze koyarak, kendi dünyamızın ötekileri hakkında uzunca düşünmemizi sağlıyor. Çok katmanlı olarak okuma yapılabilmesi, bütünlüklü kurgusundaki, öykü dilindeki (ben dilini tercih ediyor) başarısı ve kurduğu farklı öykü evreni, kendisini çağdaşlarından ayıran özellikler. Son dönemde postmodernizmin de hayatımıza iyice yerleşmesiyle uçuk kaçık birçok metin yazılmaya hızla devam ederken Engin Türkgeldi, öyküleri gerçeklikten kopmadan, başka bir dünyanın kapılarının aralanabileceğini gösteriyor. Dünyamızın sıkıntıları farklı bir öykü evreninde de olsa yazılanlara sirayet ediyor ve hepimiz bir kaçış noktası bulmaya çalışıyoruz kendimize. Belki de bu yüzden Engin Türkgeldi’nin metinlerinde hep bir yolda olma durumu hâkim.
Ayla Burçin Kahraman ve Ahmet Rıfat İlhan
Comentários