Şimdi size kısa bir hikâye anlatacağım, küçücük. Bir yolcu çölün gecesinin ayazından, açlıktan, susuzluktan ve artık ayaklarının takatinin kalmamasından ötürü kuma yığılıp kalır. Gözlerini açtığında, karşısında üç kapı belirdiğini görür. Birinci kapıdan geçer, birinci kapı artık çöl ile gökyüzünü ayıran yıldızların bile olmadığı zifiri bir karanlığa çıkar. Hiçbir ses, rüzgâr yoktur burada. Yolcu elini çekmemiştir zaten kapı kolundan, gerisin geri çıkar. İkinci kapıya geçer, ikinci kapıda adeta bir cennet bahçesine düşer. Öyle ki Güneş artık yakmıyordur, yalnızca ısıtıyordur. Kuşların ötüşü çeşit çeşittir ve dallardaki meyveler öyle olgunlaşmıştır ki ince dallar yerleri süpürür olmuştur. Burada kalırsak eğer bu hikâyenin bitmediğini fark ediyor oluruz. Burada bıraktığımız zaman, şöyle rahatsızlık verici boşluklar oluşabiliyor bunu dinleyende yahut okuyanda: “E, üçüncü kapıda ne var?”, “Üçüncü kapıyı açacak mı bu karakter?”
Bu boşluklardan bahseder Aristo, yani tamamlanmadığı zaman dinleyende bir rahatsızlık hissi yaratan boşluklardan. Öykü, evet, eksiltmeli bir anlatımdır ama belirli bir yapıya da sadık kalır aslında, boşluk bırakmaz. Bizi rahatsız eden ise epistemofilidir. Yani bilme arzusu, bir sonraki basamağı öğrenebilme arzusu, epistemolojik bir açlık. Bu açlığı, hakikaten, insanlık olarak taşırız. Bir sonraki adımı; bir masalın, meselin, hikâyenin, öykünün devamını bilmek isteriz. Bilmek istememizin nedeni ise çıkarım yapabilmek, kişisel bir çıkarıma varabilmektir aslında ve “Neden bilmek isteriz, neden okuruz, neden bir hikâye anlatıldığında dinleriz?” sorusunun cevabı da budur. Kişisel bir çıkarıma ulaşabilmek. İnsanın doğduğu zaman işlevini tam olarak yerine getirmeyen tek organı beynidir. Kalp atıyordur hâlihazırda, dolaşım tam olarak işler, solunum derhâl başlar, mide sindirime hazırdır, bağırsaklar hazırdır ama beyin, daha bebeğin nerede başlayıp dünyanın nerede bittiğini algılayamayaz bir hâldedir; nörobilim deneyleri ile sunar bize bu durumu, Lacan da Ayna Evresi’ni anlatırken derli toplu tanımlar. Ve algılarımızla zaman içinde veri toplayıp çıkarım sahibi olur, bu çıkarımlar üzerine, etkilere tepki koymaya başlarız.
İnsanlar, bu çıkarımları zenginleştirmek, çoğaltmak ve biraz da hızlandırmak istiyor aslında. Şöyle ki, hayatta her şeyi yaşayamamamızdan kaynaklanıyor bu. Evet herkesle tanışamayız, herkesi bilemeyiz, her olayın içinde bulunamayız. Tarihin akışında kapladığımız alan bile seksen yılı devirirse uzun sayılıyor. Hakikaten hayatta her durumu yaşamıyoruz yahut yaşayamıyoruz fakat yaşamadığımız durumlara dair bir fikrimizin olması, diğer fikirlerimizi oluştururken bir temel teşkil ediyor çünkü fikirler birbirlerine bir ağ yapısı gibi bağlıdır. Bunun için tek bir örnek seçtim. Kayıp örneği seçtim ki bunu bir örnekte geçebilelim. Kardeş kaybı mesela. Bu konuda hiç fikir sahibi olamayacak insanlar var, tek çocuklar çünkü. Bunu yaşamayacaklar. Fakat buna dair bir parça okurlarsa, ileride, böyle bir durumla karşılaştıkları zaman; eşleri kardeşlerini kaybettiğinde, anneleri, babaları, komşuları, arkadaşları vesaire bu kaybı yaşadığında, en azından ne demeyeceklerine dair bir fikirleri oluşmuş olur. Çünkü zihin kendinde kalan, kurgudan ona bırakılan izi çıkarıp seçer hemen, bunun üzerine düşünüp takibinde konuşabilmek için.
Bu “Neden hikâye anlatırız?” konusunda biz insanlar devinip duruyorduk; tecrübe paylaşıyoruz, bu sayede fikir oluşturuyoruz, çıkarım yapabiliyoruz diye ve bu empatiye çıkıyordu bir yerden sonra. Empati sayesinde ileride, hayatın bize getireceği durumlara, olgu ve duygulara karşı; karşılaşacaklarımıza karşı ne yapacağımıza dair fikir sahibi olabiliyoruz, hem de kolaylıkla. Bu şimdi artık bir toplum teorisi olmaktan çıktı, yeni yeni kanıtlandı. Yani beyni inceledikleri vakit, okurken insanın beyninde, kendini başka bir durumda varsaymayı, o durumda ne yapabileceğini düşünüp fikir yürütmeyi, empati kurma ve umursamayı yöneten kısımların okuduktan sonra ve hatta okuma anında bir değişim yaşadığını gösterdiler. Artık bu da farazilikten çıkmış olunca, yazarlar olarak rahatladık. Vakit deney vakti, varsayımların gerçekliğini kanıtlama vakti, ne güzel.
Tam burada işte, öykü bize zaman kazandırıyor. H.G. Wells der ki: “Yarım saat içinde okunabilen esere öykü denir.” Öyle, bir öyküyü yarım saatte, bir iki saatte bitirebilirsiniz. Tecrübe kazanma, bir duyguya yahut fikre hakim olabilme alanında öykü, kısa bir süre içinde hayata dair bir prova alanı sunar aslında insana, yararı bu yüzden yadsınamaz, zamandan kıymetli ne var? Ve az zaman aldığı için de bir yandan, bir çeşitliliğe katkı sağlamış olur. Öykü, yani temelinde hikâye, bizlere tek bir konuyu önümüze koyup büyütecimiz ile uzun uzun inceleme fırsatı sunuyor ve bu fırsatı önümüze getirirken bizden çaldığı zaman kısacık.
Şimdi bu zaman kavramı düşünce tarzımıza işlemiş öyle bir haz durumu ki hakikaten; bakınız ‘tik tak’, ‘tik tak’: saniye sesleri. Bunlar normalde eş seslerdir pek tabii. Frank Kermode bunun üzerine şöyle söyler: “İnsan, saniye sesine; birbiriyle aynı, aynı süreye işaret eden ve sonsuza kadar birbirini takip edecek olan saat sesine dahi bir ‘tik’, başlama ve bir ‘tak’, bitme sesi atamıştır. Bunları başlatıp bitirir ve o şekilde tekrar ettirerek bir düzen oluşturur.” Bu tamamen kurgusal bir yapı, olmayan bir yapıdır ve burada, insanın bir düzen ve ilerleme -aslında düzen ile ilerleme- isteği mevcudiyet kazanıyor. İlerleyişe bir düzen atanıyor bu uzun varoluş serüvenimizde, en küçük parçasına dahi.
Kurgu ile gerçek ilişkisine bakılırken, hayatımızdan kısa kesitler öyküdür diye konuşulur bazen. Aslında sabah uyandığımdan şu sandalyeye oturduğum ana kadar başımdan geçenler bile iyi bir öykü oluşturur. Şimdi bu kurgu-gerçek olayına da kısaca yoğunlaşalım bu paragrafta. Kurgu ile gerçeğe yani edebiyat ile hayata bakarken, edebiyatta hayattan neler vardır kısmını bir kenara ayırıp, hayatta edebiyattan neler vardır diye bakacak olursak, pek tabii farkındaysanız hepimiz rahatlıkla birer kurgu karakteri olabiliyoruz, istisna yok. Bir başlangıcımız, yaşadığımız bir ortamımız, karşılaştığımız durumlar, bunlara verdiğimiz tepkiler ve bir yok oluşumuz var. Bunu bir kitap, bir roman olarak düşünebiliriz. Belki de gerçeküstü bir anlatım taşımadığı müddetçe bir romanı ve bir biyografiyi türlerini belirtmeden okura sunsak, çoğu ikisine de roman, bir kısmı ikisine de biyografi yahut roman olana biyografi, biyografi olana roman tanısı koyabilir. Kurgu aslen, pek muallak ve konu o kadar eski ki kurgu tarihinde geriye doğru ilerlerken mitleri ve mitlere dayanan anlatımları ıskalamak çok zor. Önce deneyim paylaşılıyordu, sadece tecrübe çünkü ölümlüyüz ve çocuklarımız var. Sonra insanlar dediler ki, “Bu yetmez, biraz da varsayım paylaşalım.” Sonra dediler ki, “Bunu ne kadar açabiliriz?” Bu sefer gerçeküstü anlatım doğmuş oldu, tabii burada gerçeküstü anlatımda yaşanan herhangi bir şeyin gerçek hayatta asla yaşanamayacağını yalnızca varsayıyorum. Bu anlatım yönteminin, kurgunun gayesi şu kısa hayata metaforik çıkarımlar sunmak üzere hizmet etmeye başladı. Öyle bir başlayış ki durmuyor.
İnsanın bilme arzusu, karşılaştıkları ile mücadele edip ilerleyebilme isteğinden gelir, hayatta etkin ve hazır olabilme gayesinden, devam edebilme isteğinden. İnsan problemle karşılaşır ve problem çözer, yaşama dair hikâyeler paylaşılmaya devam ediyorsa nedeni budur. Bir kimse yaşamak istediği sürece dinler, yaşamın içinde olduğu sürece. Dikkat edersek, genişçe düşünür ve örneklendirirsek, bir kimsenin herhangi bir varsayıma tamamen yüz çevirdiği tek an, intihar kararını uygulamaya geçirdiği o uğursuz andır. Bu anda hiçbir söz, hiçbir düşünce, hiçbir ihtimal; geçmişine yahut geleceğine yönelik bir fayda taşımıyormuş gibi görünür. İnsan, öğütten, teoriden, fikirden, örnekten, varsayımdan -ne şekilde adlandırırsak adlandıralım sonuç olarak- kelimeden ve kelimenin yüklendiklerinden yüz çevirdiği anda, ölür. İnsanlar yaşadığı sürece birbirine anlatmaktan vazgeçmeyecek çünkü bu bir zorunluluk, ne güzeldir ki hoşumuza giden bir zorunluluk bu. Ne mutlu insana ki kavramlara dair varsaydığını kurmaca adı altında aktarabilme ve bu aktarımla fikirlerini temellendirebilme yetisine sahip; onur, sevgi, merhamet ve dirayet bu kavramlardan yalnızca birkaçı.
A bu arada, bitirmeden önce, şunu da belirteyim: Yolcu üçüncü kapıyı açar. Üçüncü kapıda, yola başlamadan önceki hayatını bulur ve yolu tamamladığını hissedip kapıyı arkasından kapatır.
Saygılarımı sunarım.
Aysu Arslantürk
コメント