1- İlk kitabınız, Deli Kar tazecik bir kitap. Luna Yayınlarından bu ay içinde çıktı. Adınızı basılı ve dijital edebiyat ortamlarından, çeşitli yarışmalardan biliyoruz. Sizi tanımayanlar için Kimdir Deniz Longa? Edebiyata meyli neredendir? Kısaca anlatır mısınız?
Merhabalar, Deniz ben. Efe ve Ece'nin annesiyim. Evliyim. Çorum’da doğup büyüdüm. Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi mezunuyum. 2020’de Alt Kitap’ın düzenlediği öykü yarışmasında 3. olduktan sonra edebiyata olan ilgim daha profesyonel bir hâl aldı. Basılı ve online edebiyat platformlarında görünmeye o zamandan sonra başladım. O seneden önce de pek tabii yazıyordum, okuyordum. Elime ne geçerse, hepsinden bir şeyler tırtıklayıp doymaktı niyetim. Her çok okuyanın muhakkak bir şeyler karaladığına inanıyorum. Duramıyorsunuz siz de ortaya bir şey çıkarmadan, yani o sofrada sizin de doyurmalık tabaklarınız muhakkak olacak. Lezzetli sofralar böyle böyle kuruluyor çünkü.
2- On üç öyküden oluşan kitapta bütün öykülerin gerçekle beslenmiş olduğunu görüyoruz. Kaynağını gerçek olaylardan, belki anılardan/gözlemlerden almış öyküler. Buradan hareketle öykülerinizi oluştururken gerçeği yansıtmasına özellikle mi dikkat ediyorsunuz? Kurmaca dünyanız gerçeğin kıyısında geziniyor, diyebilir miyiz?
“Gerçekler acıdır,” diye bir tabir vardır ya hani işte ben acıların hasını da neşelerin en coşkununu da hep gerçek hikâyelerde buldum. Bana okurken yaşıyorum hissi veren realiteler oldu. Bu yüzden yazarken onlara dokunduruyorum.
Aslında tam da dediğiniz gibi kurgu dünyamı gerçeğin kıyısında gezdirip "Tutmasaydım düşüyordun," inceliği yapmayı seviyorum.
3- “Hamdi Bey’in Kalfaları” babalarının gölgesindeki evlatları merkeze alan bir öykü. Totaliter bir zihniyete sahip Hamdi Bey’in ölümüyle sudan çıkmış balığa dönen evlatlarının halini kalfanın gözünden okuyoruz. Bu günümüzde de sıkça yaşadığımız bir sorun. Öykü için bir isyan öyküsü diyebilir miyiz? Usta-çırak ilişkisini göz önünde tutarak “ustam” dediğiniz, etkilendiğiniz, size yol gösteren biri/birileri var mıdır?
Hamdi Bey zamanında gerçekten yaşamış biri pek tabi kalfaları da. Oğullarını, kızlarını kendi devamı gibi gören babalar şimdi de yaşıyorlar aramızda. Öykü isyanın sınırında gezinen bir kurmacaya sahip. Kendi gibi olmak için kafalarının üstünden bastıran bir el ortadan kalktığında açık kalan başlarıyla ne yapacağını şaşıran üç oğlanın o başla baş etme şekillerini okuyoruz.
Benim başımın üstünde hissettiğim bir el olmadı ama elini öpüp alnıma koyabileceğim saygın insanlar tanıdım. Bir telefon kadar uzaktalar.
4- “Şehir Çöreği” adlı öyküde kendi çocukluğumdan çok şey buldum. Yolu gözlenen şehir dolmuşları, yokluk, medet umma, çıkarsız ilişkiler ve çocuğun hevesi. Şükrü’ye bunları yaşatan, önce kırıp sonra da onu saran duygu yazarın çocukluğundan bir an, yarım kalmış bir heves olabilir mi? Cansever, “Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk, hiçbir yere gitmiyor,” der. Sizin öykülerinizde çocukluğunuzun gökyüzünce kuşatılmış mıdır?
Şükrü' ye bunu yaşatan yazarın çocukluğundan bir an değil tam da yazarın babasının çocukluğundan bir an bir anı. Hani demiştiniz ya “Gerçekliğin kıyısında dolaşmayı seviyorsunuz kurgudan ziyade,” diye. Doğru tespit!
Hep bahsederim benim ilham kaynaklarım büyük insanların masalları, küçük insanların hayalleri diye. Benim öykü evrenim kendi çocukluğumdan ziyade yaşlı ve çocuk insanların gökyüzüyle çevrili. Onları dinlerim, kendi evimden bir pencere açar ve gördüğüm manzarayı anlatmaya koyulurum.
5- “Zeytin Dalı” adlı öykünün kahramanı hepimizin gördüğü, bildiği bir karakter. Avni, mahallenin delisi. Ötelenmiş, dalga geçilmiş, gülüp geçilmiş biri. Finaliyle okurun yüreğini ısıtacak cinsten bir öykü. Buradan hareketle, asıl öykü gördüğümüzde mi yoksa görmezden geldiklerimizde midir? Deniz Longa, hangisini eşeler?
Ah! Bu ne dokunaklı bir soru. Anlatmayı istediğim, okuyucunun anlaması için yanıp tutuştuğum esas gayemi ne güzel hissetmiş ve dile getirmişsiniz.
Esas öykü görmezden geldiklerimizle gördüğümüzü sandıklarımız arasındaki farkta gizli. Her mahallenin delisi vardır. Kimi belli eder kendini kimi gizli kapaklı. Deniz bu gizli kapaklıları değil de aleni göz önünde olup bas bas bağırdıkları halde pekte oralı olunmayanları dinler, onları eşeler deşeler. Ben saklanan anormallerden ziyade ayan beyan belli olanların daha fazla sevgiye ihtiyaç duyduklarına inanıyorum. Parmakla göstermek istemem de bu yüzden.
6- “Deli Kar” kitaba adını veren öykü. Buradaki “deli” hem kara hem de kahramanımız Vahit’in finale doğru kaynayan kanına yaraşır bir sıfat. Bazen büyük konuştuklarımızı yaşarken buluruz kendimizi. İnsanın kaderle imtihanı çetindir. Siz yazarken kahramanlarınızın iplerini elinizde mi tutarsınız yoksa kurgunun içinde kaybolup onlara istediklerini yapma özgürlüğü mü sunarsınız? Kurgularınız nasıl işler?
Karın da delisi var. Aşağı düşecekken birden yukarı doğru çıkması sonra sağa sola savrulması. Bir saç teline konunca ya da bir avuç içini bulunca eriyivereceğini bile bile yine de yağması delilik değil de nedir? Adını aldığı için mutluyum bu yüzden. Yazarken kahramanlarımı kendi hallerine bırakmayı isterim ama yapamam. Bu öykümdeki Vahit mesela. Baktım başıboş dolaşacak, sağa sola savrulacak tıpkı deli kar gibi, müdahale ediverdim. Erittim onu bir avuç içinde. Belki bir kaldırıma düşerek suya dönüşecekti ama bir saç telinde yok olmasını daha romantik buldum.
7- Öykülerinizde kültürel ögelere çok sık rastladım. Sofra bezi, ibrik, gelin arabasının önündeki bebek, madımak toplama, muzip ihtiyarlar, askerde el alan şifacı, arabuluculuk yapan kadınlar, büyüklere saygı, emanete sahip çıkma, mahallenin delisi ve daha bir sürü şey. Yaşadığınız çevre, içine doğduğunuz kültür öykülerinize yön veriyor mu? Bunu bilinçli olarak mı yaptınız yoksa bilinçaltınızın sofrasında önünüze hazır gelen şeyler miydi bunlar?
Ben Orta Anadolu’da doğup büyüdüm. Yöresel ağza vakıfım ama kullanmıyorum. Biliyorum ama kulak arkası yaptım diyelim, bu yazan biri için zenginlik. Temelini dinlediklerim ve bana anlatılan yaşanmışlıklardan alan kurgu dünyam bazen organik olanı doğduğu ağızdan öylece değiştirmeden almaktan yana. Daha samimi ve gerçekçi buluyorum bunu.
Bu seçimleri bile isteye yapıyorum, bazı yazdıklarım bunu kaldırıyor çünkü.
8- Son olarak, öykülerin genelinde “ben” anlatıcı tercih ettiğinizi görüyoruz. Ben anlatıcı empatik bir okuma sağlaması, sıcak, samimi olması bakımından okura yakın olsa da her şeyi bilme, görme, aktarabilme imkânı bakımından sınırlıdır. Tercihiniz neden bu yönde oldu? Sizce, aktarımda anlatıcı tercihini belirleyen kurgu mudur yoksa anlatıcıyı belirledikten sonra mı kurgu şekillenir?
Üçüncü şahıs bana uzak geliyor, "o" nu göstererek bahsediyorsunuzdur. Araya mesafe giriyor, girmeli ki işaret edebilelim. Ben dilini seçmemin bir sebebi de bu. Mesafeyi ortadan kaldırmak ve daha ulaşılabilir olmak. Bu anlatım dilini seçmemin başka bir nedeni de denemiş ama çoğu kez olmadığını yeterince samimi gelmediğini fark edip o taraftan elimi eteğimi çekivermem. Yapamadım açıkçası. Sınırlılıkları var ben dilinin evet çok doğru bu ama başka türlü olduramadım.
Hatta bir defa aynı öyküyü üç farklı anlatı diliyle yazmış ama dönüp dolaşıp yine "ben" diline takılıp kalmıştım. Bu biraz bencilce bir anlatım bile olabilir. Hep "ben" diyorsunuz düşünsenize. Ben de ben...
Anlatıyı belirleyen, anlatının neyi anlattığı. Duyduklarını gördüklerini anlatıyorsa geçmiş zamandan yola çıkarak "sen, o, onlar" diye bahsedebilir ama bahsettiği kendi ise, kahraman burada “ben, ben, ben” demeli diye düşünüyorum. Kurgu ikinci planda benim için. Esas olan kahraman.
Söyleşi: Esra Kahya
Comments