Sevgili Elvan, Pandispanya Gazetesi çıktığı ilk günden itibaren okurda büyük ilgiyle karşılandı. Seni hemen evvelinde çıkan Saatçi İbrahim Efendi Tarihi ile hatta biraz daha geriye gidecek olursak ilk romanın At Sancısı ile tanıyan okurların var. Üçüncü kitabın öykü türünde geldi. Bir romancı, bir öykücü olarak kurmaca türleri arasından kendini hangisine daha yakın hissediyorsun ya da böyle bir ayrıma gidebilir misin?
Temelde, beni kurguya düşüren şeyin, nakletme iştahı olduğunu düşünüyorum. Gelgelelim iş nakille bitmiyor, onu okura ulaştırırken envai çeşit hurafe ile bir rivayet formuna büründürüyoruz. Tam da orada oyun yahut teknikler devreye giriyor. Hikâye anlatmayı seviyorum. Tıpkı bir meddah, kıssahan, meselci misali. Oradaki tahkiye geleneğini, zamanın getirdikleriyle uzlaştırıyorum. Gelelim sorunun çetrefilli kısmına… Kurgu bahsinde, daha çok roman okuyorum. Nitekim iki romanın ardından öykülerimi derledim. Bu bakımdan kafamda oluşan imgeyi, önce bir romancı olarak irdeliyorum. Ömrüm vefa ederse sıradaki eserim de bir roman olacak. Öykünün hür bir havası var, roman ise kendiyle sürekli irtibatlı olmanızı talep ediyor.
İlk öykü “Büyük Ğ Sözlüğü’nün Hikâyesi” ile başlayalım istersen. Hava Kuvvetleri’nden emekli bir memurun emeklilik sonrası peşine düştüğü bir maceranın yolculuğunu okuyoruz. Hayatındaki boşluğu bulmacalara merak sararak dolduran karakterin hikâyesinden yola çıkacak olursak yazma uğraşı da senin için dolmayan boşlukların telafisidir diyebilir miyiz? Yazarak mı dolduruyoruz o gedikleri yoksa yazdıkça yeni boşluklar mı açıyoruz hayatlarımıza? Yazmayı yasladığın dayanak üzerine konuşmak isterim.
Ben yazmayı telafi olarak değil de bir tercih olarak görüyorum. Yani aynı kütüphanenin gölgesinde yetişen iki çocuk düşünün, biri o gölgede kalmayı tercih ederken diğer çocuk semtin flanörü oluyor. O yaşamayı tercih etti, ben yazmakta karar kaldım. Nihayetinde onu da yazdım. İki tercihin de belli başlı kefaretleri oldu. Yazmak, gündelik hayatın süfli eylemlerini telafi edemez. Boşlukları doldurmak hususunda yazma eyleminin pek mahir olduğunu söyleyemem ama önemsediğim şey, yazma isteğidir. Herhangi bir mahalle kahvehanesinde çayını karıştıran nüktedan beybaba ile tercih hususunda birleşiyoruz. Onu kahvehaneye, beni ise masamın başına götüren şey ayaklardan ziyade istektir.
“Boş Zamanların Peygamberi” kitapta en sevdiğim öykülerden biri oldu. Kaleminde insanı gülümseten ve bunu yaparken bu gülümsemenin ardına ince bir sızı bırakan taraflar var. İroni kitabının en güçlü yanlarından biri. Soruma gelecek olursak öykünün sonunda“…iyi ki bulamamışım onu. Bazı insanların kafamızda o büyüyle yaşaması gerekiyor,” diye bir cümle geçiyor. Peki günümüzde sosyal medya, imza günleri, söyleşiler, fuarlar vs derken yazarların hayatlarına bu kadar yakından tanıklık etmenin ne gibi getiri götürüleri var sence?
Arz talebe göre şekilleniyor. Halk, okuduğu yazara ilk elden ulaşmak istiyor. Sosyal medya, bu imkânı doğurdu. 19. yüzyılda vefat etmiş Beethoven’a erişmek muhal bir durum iken bugün pop-starların hayatını naklen seyrediyoruz. Bütün eksiklik ve eksilerine rağmen sosyal medyanın artıları da var. Sözgelimi butik bir yayınevi için en ucuz yoldan okura doğrudan ulaşma imkânı sağlıyor. Bunu inkâr edemem. Burada önemli olan şeyin kıvam olduğunu düşünüyorum. Bazen mahrum kalmak, mahrem kalmakla eş anlamlıdır. Hayatını, sosyal mecralar üzerinden bir gösteri toplumu töresine göre şekillendirmek, insanı histerikli ve suni bir persona yaratmaya iter. Bu durumun varacağı yeri, Tunç Başaran yıllar önce filmleştirdi. bk. Abuzer Kadayıf.
“Melih Cevdet’in Rahatını Kaçırdığı Adam” adlı öykünde Fazıl Hüsnü Dağlarca’dan, Ece Ayhan’dan yine diğer öykülerde Baudelaire’den, Yahya Kemal’den kısaca birçok şairden şiirden bahsediyor anlatıcılar. Saatçi İbrahim Efendi Tarihi’ni de okuduğumda kalemine dair düşündüğüm ilk şey çok farklı disiplinlerden beslendiğin hissiydi. Pandispanya Gazetesi’nde de aynı hisse kapıldım. Nedir bu kadar farklı alanı senin kaleminde bir araya toplayan, aynı potada bu kadar homojen şekilde erimesini sağlayan faktör? Okudukların mı, içine doğduğun aile, sosyal ortam mı? Bu zenginlikle ilgili neler söylemek istersin?
Elbette kurgu önemli, bittabi lisan mühim. Ne ki, işler bununla bitmiyor. Yazar, dünyasını sadece kurgu okuyarak zenginleştiremez. Kuracağı evreni sağlam temellere dayandırabilmesi için farklı disiplinlerden de haberdar olmalı. Büyük eserlerin ciddi kısmında buna doğrudan şahitlik ederiz. Ben bu konuda kısmetli sayılırım. Babamın kütüphanesinde birçok farklı disiplinden kıymetli eserler mevcuttu. Dördüncü sınıfta ansiklopedi okuduğumu ve bundan keyif aldığımı hatırlıyorum. Kendi kütüphanemi kurarken de bu mozaiğin bozulmamasına dikkat ettim. Efendim, kütüphanem diye söylemiyorum, herhangi bir bilim dalına ilgi duyan herkesi tavlayacak en az birkaç esere sahiptir. Allah, eksikliğini göstermesin.
“Müze Manukyan” öyküsünde “Stokçuluğu sanatla karıştırıyoruz,” demiş anlatıcımız. Bu konuda biraz özele inerek kitap stokçuluğun var mıdır ve eğer bir gün gelip bütün kitaplarını gözden çıkarmak zorunda kalsan yanında kimlerin kalmasını isterdin?
İtiraf vakti geldi demek: Evet, ben bir istifçiyim. İyi ki zamanında böyle bir iptilaya tutuldum da üçe beşe bakmadan yüzlerce kitap istifledim. Bugün kitap da diğer her şey gibi pahalandı. Artık eskisi gibi kitap al(a)mıyorum. Bereket ki, geçmişte aldığım yahut hediye edilen kitaplar, imdada yetişiyor. Romalı bir gurme, yemeğe harcayacak yeterli parası kalmayınca intihar etmiş. Ben kendim hakkında böyle beylik bir cümle kuramam lakin kitaplarımı gözden çıkarırsam gözümün feri söner. Başkasının evine gittiğimde dahi ilk meşguliyetim, ev sahibinin kitaplığını incelemek oluyor. Bu yüzden isim vererek, diğer kitaplarımı kızdırmak yahut gücendirmek istemem.
Sorularımı kitabın başına dönerek kapatmak isterim. Açılışı 6 Şubat depreminde kaybettiğimiz canlara ithaf etmişsin. Ve öykülerden birinde kitaplar tarihin akışını değiştirir ama bazen tarih de kitapların akışını değiştirir diye bir cümle geçiyor. Bu cümle beni çok etkiledi. Elindeki Hatay Gezi Rehberi’nin bir masal kitabından farkı kalmadığını söylüyor karakterimiz. Toplumsal olaylar, büyük felaketler edebiyatı nasıl etkiliyor?
Evliya Çelebi, Seyahatname’sinde zaman zaman şöyle der: “Vasfından âcizim”. Anlatmakta kifayetsiz kaldığımız acılar yaşadık ve yaşıyoruz. Hiçbir acının telafisi yok. Benim yaptığım sadece tarih düşürmek. Demans bir toplum olmayalım diye. Tolstoy’un Savaş ve Barış’ı, Manzoni’nin Nişanlılar’ı, Hemingway’in Çanlar Kimin İçin Çalıyor’u, anlattıkları felaketi, tarih kitaplarından daha cılız anlatmamıştır. Yazdıklarımız da yaşadıklarımızdan payını elbet alıyor. Hegel, “Dünya tarihi, dünya mahkemesidir.” diyordu. Edebiyat bu mahkemenin neyidir, neresindedir diyerek, kıymetli okura bir sual yöneltiyor ve bu zaman aralığından faydalanarak huzurdan çekiliyorum.
Cevapların için teşekkür ederiz.
Gayet keyifliydi. Ben teşekkür ederim.
Söyleşi: Vildan Külahlı Tanış
Comments