1- Öncelikle Eylem Ata Güleç kimdir, bize kendinizi anlatabilir misiniz? Sizi yazmaya yönlendiren veya yazmaktan alıkoyan dinamik süreçler nelerdir, bu olumlu ve olumsuz durumları nasıl yönetiyorsunuz?
Kendimizden bahsederken anlattıklarımızın sıralaması biraz kendimizi nasıl tanımladığımızın ifşası gibi oluyor. Önce üç çocuk annesi olduğumu söylemek istiyorum. Görüldüğü üzere anneliğimi öncelikli kimliğim olarak tarif ediyorum. Sonra doğup büyüdüğüm şehir geliyor, Diyarbakırlıyım. Dicle Üniversitesi Kimya Öğretmenliği mezunuyum. Öğretmenlik mesleğimi Diyarbakır’da sürdürüyorum. Geçici bir süre Ağrı’da görev yaptım. Bir yıl da KHK, sürgün nedeniyle Siverek’te çalıştım. Onun dışında bütün hayatım Diyarbakır’da geçti. Bana çokça sorulan sorulardan biri de neden yazdıklarımda hep Diyarbakır’ın gölgesi olduğu sorusudur. Yaşadığım kent insanın yaşamına öylesine etki eden, belirleyen, karar süreçlerine etki eden isyancı bir kent olduğu için bütün bunların yazdıklarıma sızmasına engel ol(a)madım. Biraz karışık olacak ama yazma sürecime etki eden olumlu ve olumsuz dinamiklerin ikisi de aynı kökten uç veriyor. Diyarbakır’da günlük yaşam hem yazmama neden olan hem yazmamı güçleştiren olay, olgu ve sembollerle yüklü. Yazmaya çalışırken her an, parmaklarım klavyenin tuşlarına basarken bile bu durumda yazmanın bir anlamı olup olmadığını sorguluyorum. Bunu nasıl yönettiğimi açık bir bilinçle bilmiyorum doğrusu. Sezgilerimin kalemimi yönlendirdiğini düşünüyorum.
2- Kurgularınızda yarattığınız atmosferlere hakimsiniz. Olaylar sinematografik. Kahramanlar kanlı canlı. Metni destekleyen her bir ayrıntı ustaca yerleştirilmiş. Kısacası öyküleriniz emek kokuyor. Bundan hareketle aklınızdaki bir hikâyeyi kâğıda aktarmadan önceki sürecinizi merak ediyorum. Uzun uzun ön çalışma yapıyor musunuz yoksa kervan yolda mı düzülüyor?
Her öykünün gelişi, kurgusu farklı oluyor. Çoğunlukla karakter ya da atmosfer zihnimde şekillendikten sonra masa başına geçerim. Yine de yazarken akış içinde gelen detaylar olur. Bence en verimli kısım o noktada kaleme gelenlerdir. Çünkü alacakaranlık bir bölgeden kendini dışa vuranlar vardır. Ancak derin bir bakışla görülebilecek, farkında olmadığımız bilinç dışı bazı semboller gelip öyküye yerleşir. Böyle öyküler çağlayarak kendini yazdıranlardır. Başı, ortası, sonu tıkanmadan kendiliğinden yazılır. Sonrasında üzerinde ince işçilikle çalışmak yeterli olur. Bazen de daha az zihinsel hazırlıkla başlarım yazmaya. Bu durumda öyküleri biraz daha güç ilerletirim. Sahneyi nereden açacağım, karakterin içsel dünyasını nereden alıp nereye taşıyacağım konusunda zorlanırım. Öykü, sapaklı ve sapakları çokça çatallanmaya meyleden bir türdür. O yüzden bazen metnin denetimi elden kaçar. İyice dikkat kesilirim çünkü bu “elden kaçışın” aslında öykünün ihtiyacı olan detaylar olup olmadığına karar vermek gerekir. Ben biraz sezgisel çalıştığım ve ayrıntıları asıl hikâyeye el yordamıyla yerleştirdiğim için elden, denetimden kaçanları hemen kesip atmam. Öykünün omurgasına eklenip eklenmediğini görmek için biraz beklerim. Tekrar dönüp baktığımda eğer öyküde bir çıkıntı yaratmıyorsa, ayrıntının metnin içinde eridiğine, uyumlu bir metafor olarak yerine yerleştiğine ikna olursam oradan sürdürürüm. Aksi durumda ilgili kısmı keser atarım ve ilerlemek için başka bir sapağa yönelirim.
3- Yazarken hiç otosansür uyguladığınız oluyor mu?
Bir meseleyi edebiyatla anlatmanın bin bir türlü yolu bulanabilir. Kendimi sansürlemek yerine anlatım olanaklarını kurcalamaya gayret ederim.
4- Sanat felsefesi üzerine düşünen yazarlardan Hyppolite Taine’e, sanat olaylarıyla doğa olayları aynı niteliktedir, der. Yani, doğa olaylarının da sanat olaylarının da nedensellik ilişkisi taşıdığını savunur. Taine bununla da kalmaz, her sanatçının siyasal toplumsal koşulların yanı sıra, ülkenin ikliminden ve doğasından etkilendiğini öne sürer. Coğrafya, kadın, yazar ilişkisini kendi yaşantınız üzerinden anlatabilir misiniz?
Sorunuzu okuyunca durup biraz düşündüm. Ve fark ettim ki coğrafyanın da kadının da yazmanın da zihnime çağırdığı başka bir kelime daha var: mücadele. Bu üç kelimenin geçtiği hemen her cümle içinde mücadeleyi de kullanıyorum. Coğrafyanın, cinsiyetin ve yazma çabasının kesişim alanı çifte kavrulmaktan öte kavrula kavrula yanmış durumdadır. Annelerin onlarca yıldır evlat acısıyla kavrulan yüreği. Her an her yerde karşımıza çıkabileceğini bildiğimiz eril şiddetin, tahakkümün iliklerimize işleyerek yarattığı kaygı. Ve bunları edebiyat içinde kalarak anlatma gayesindeki bir yazarın yazdıklarının/ yaptıklarının bir anlamı olup olmayacağını sorgularken yaşadığı buhran. Benim kişisel yaşantım da yazdıklarım da bu kavrula kavrula yanmış kesişim alanının ortasında duruyor. Taine’nin nedensellik ilişkisini bağlamından koparmadan biraz daha iteleyerek söylersem; Bu üç ağır bileşenin (coğrafya, kadın, yazar) yazarak var oluşumun/ var kalışımın ve yazdıklarımın toplumsal koşulların etkisi altında olduğunu göstermenin ötesinde, toplumsal koşullarca belirlendiğinin göstergesi bile olabilir. Benzetme yaparak söylersem her çocuk ailesinin sosyokültürel iklimi içinde büyür. Ve aile içinde edindiği kültürü sürdürme eğilimi gösterir. Tutum, davranış ve alışkanlıkları tekrarlar. Hatta aile travmaları bile nesilden nesle aktarılarak tekrarlanır. Herkes anne babasının çocuğudur. Hem gerçek hem olası bütün anlamlarıyla. Aile yapısının çocuğu belirlediği gibi yaşadığımız çağ ve coğrafya da yazarlığımızı, yazdıklarımızı, düşünüşümüzü belirler. Yine de bu belirlenmişlik bizi neyin etkilediğinin ve tekrarlanan kalıpların fark edilmesiyle aşınabilir. Ve küçük de olsa özgürlük alanlarının açılmasına engel olamaz. Tıpkı tekrarlanan aile tutumlarının geçmiş bağlantılarının fark edilip zincirin kırılabileceği ve sonraki nesle aktarımının durdurulabileceği gibi.
5- Toplumsal cinsiyet rolleri hayatımızın önemli bir parçası, aslında her gün farkında olmadan kadınlıklar/erkeklikler üzerine düşünüyoruz. Edebiyatı, toplumsal cinsiyet odaklı bir incelersek Leyla Erbil, Sevgi Soysal, Suat Derviş, Tezer Özlü gibi kadın yazarların edebiyat dünyasına hâkim eril dile karşı var olmak için mücadele ederek kendi dillerini oluşturduklarını görürüz. Bu mücadelenin sonucunda gelinen nokta için ne düşünüyorsunuz, bu anlamda bir kadın dili ve edebiyatından bahsedebilir miyiz?
Kuşkusuz sözünü ettiğiniz yazarlar ve adını burada anamayacağımız kadar çok başka yazarlarca açılan yollar, yeni, üretken, çağrışımı yüksek, edebi bir kadın dili ve edebiyat anlayışı var. Soruyu kurarken “mücadele” ifadesini kullanmışsınız. Görüyoruz ki kadının var olmak ve var kalmak istediği her alan için mücadele etmesi kaçınılmaz. Kadın mücadelesi edebiyatta ve başka alanlarda elbette kadınlar için yol açtı. Bu yol kadınların inatçı ve kararlı tutumları sayesinde açıldı değil mi? Öyleyse inatçılığımızı ve kararlılığımızı sürdürmeliyiz. Açılan yolda bir iki adım atabiliyoruz diye yoldaki çukurları görmemek yanılsama olur. Bunca emek ve bedelle gelinen noktada yanılsamaya düşmek hem tehlikeli hem de bedeli eskisinden daha ağır olabilir. O yüzden tetikte olmaya devam etmeli ve soru sormayı bırakmamalıyız. Bu yolda yürürken güvende hissediyor muyuz? Rahatça yürüyebileceğimiz kadar geniş mi? Çeşitliliklerimizi bu yoldaki akışa dahil edebiliyor muyuz? Kolektif emek ve ivmemizin bugünkü durumu nedir? Zar zor yürüyebildiğimiz bu yolda ilerlemeye göz dikmek yerine yolun güvenliğinden, genişliğinden endişe etmeliyiz. Çeşitliliklerimize yer olup olmadığını sorgulamalıyız. Sara Ahmed, Feminist Bir Yaşam Sürmek adlı kitabında tabuttan çıkıp duran bir kol metaforu üzerinden ısrar, şüphe ve sorgulama konularının altını belirgin şekilde çiziyor ve şöyle diyor: “Bir hattı genişletmediğinizde, diğerlerinin derinden yatırım yaptığı bir hattın sonunu amaçladığınız varsayılabilir.”
6- Hemen her yazara sorulan ilham nedir, siz nelerden ilham alıyorsunuz sorusunu size daha farklı bir şeklide sormak istiyorum. Sözgelimi duygulu bir şiir okurken, başarılı bir sergi gezerken, güzel bir film izlerken veya müzik dinlerken heyecanlandırıp masanın başına oturur musunuz? Kısacası ilham diye bir şey var mıdır?
İtiraf edeyim ki bu saydığınız faaliyetleri (müzik dinlemek dışında) yapabilecek fırsatlarım olmuyor. İlham değil ama benim için imge önemli. İmgelerimle ve öykülerimde anlattığım meselelerle diğer sanat disiplinlerinden çok günlük hayatın içinde ve hatta rastgele buluşuyoruz. Bu rast gelişlerin elbette yukarıda bahsettiğimiz coğrafya ve kadınlık meselesini de içeren belirlenmişlikle ilgisi var. Beni bulan veya bazen benim bulup çıkardığım bir söz, çocukluğumdan aklıma gelen bir anı, yürürken gördüğüm görüntü, öğrencilerimde gözlediğim duygu durumu gibi kıvılcımlar olur. Bana farklı bir yanıyla görünen ya da kıvılcımın peşine düşerek zihnimin kovaladığı meselelerle heyecanlanırım. Ve çoğunlukla bir süre aklımda dolaştırıp sonra masa başına otururum. İyi öykü için -ilhamla ya da ilhamsız- öykü yazmak yetmez. Yazılan öyküye mesafelenebilmek ve yabancı bir gözle okuyabilmek önemli. Cümle cümle okumak. Ve yeniden yazmak. Sentaksı takip etmek. Son aşamada metin daha çok zaman ve emek ister. İnce elenip sık dokunması gerekir. Kamuya çıkmadan önce rafine hale gelmesi anlattığınız şeyin kıymetini yükseltir.
7- Son olarak izninizle Eylem Ata Güleç’in Kendine Ait Bir Oda’sına girmek isterim. Yazma ve okuma ritüelleriniz nelerdir?
Buyurun, odama beraber bakalım. Işığı güzel, aydınlık bir oda. Kitaplığım, yazı masam, balkonum ve çiçeklerim var. Ama ritüellerim yok. Eğer kahve içmek ritüel sayılıyorsa okurken de yazarken de temizlik yaparken de kahve içtiğimi söylemem gerekir. Okumak ve yazmak için bulduğum bütün fırsatları yani zamanı değerlendiririm. Okumak ve yazmak için kendine ait bir oda kadar günümüzün sıkışmış hayatlarında kendine ait bir zaman da yaratmak lazım. Dar zamanlarda yazmak zor olduğu için yaz aylarında daha çok okurum. Yazmak için yazmaya oturmadan önceki zamanda da biraz boşluğa ihtiyaç duyarım çünkü. O yüzden gece sessizlikte biraz boş oturup ardından aklımdakileri kâğıda dökmek gibi bir yöntem geliştirdim. Okumak ve yazmak isteyen kadın kendine uygun yolu ve yöntemi geliştirebilir. Hatta zamanı genişletebilir. Çünkü tabuttan çıkıp sesini duyurmak isteyen inatçı ve ısrarlı kollarımız var bizim!
Röportaj: Ayla Burçin Kahraman
Comentários