Emile Zola, 19. yüzyıl Avrupa’sının alışıla gelen hain kahramanlarından. Kendi ülkesi için önce heretik, akabinde ise iktidar karşısındaki tavrı ile ulusal kahraman olmuş bir aydın. Sorumlu bir entelektüel. Edebiyatı, kalemi, toplum için kullanan bir mustarip bana göre. Muhtemelen dünyanın en fazla tanınan, natüralist yazarlarından. Romanları ile edebiyatta bir çağ başlatmış nadir kalemlerden. Aslına bakılırsa yeni bir aydın tipinin oluşması bağlamında kalemin gücünün bunalım çağının ortasında ve yeni bir bunalım çağının başındaki en net temsilcisi.
Birçokları onu Germinal, Nana ve Meyhane romanları ile tanısa da ileriki yıllarda ortaya koyacağı protest tavrın ve görece politik anlatının aracısı olarak güçlü bir öykücü. Ki 1870’te, Prusya-Fransa Savaşı sürerken evinde toplanan yazarlarla kaleme aldıkları Medan Öyküleri kendi çağının en önemli savaş karşıtı ürünleri olarak edebiyat tarihinde yerini aldığında bu iddia çok erken dönemde yerini bulur.
Zola’nın bu protest duruşu zaman içerisinde ağır bedelleri de beraberinde getirir. Örneğin Rougon Macquart’ın beşinci romanı "Toprak"(La Terre) 1887'de yayımlandıktan kısa bir süre sonra İngilizce’ye çevirilince, tutuklanmasına dek süren bir sıkıntılı süreci doğurur onun için. Bu kez Prusya-Fransa Savaşı’nın hemen sonrasındaki bir toprak işçisi ailenin dağılışını anlatırken bazılarına göre fazla ileri gider. İlgilileri için bu tarihler ulus devlet yapısının İtalya ve Almanya için net biçimlere büründüğü dönemlerdir. Totaliter yapıların kendilerini muhafaza çabası her türlü karşı duruşu engellemek üzere biçimlenir. Aydınlar bu dönemde önemli hedefler haline gelir ve çoğu kendi ülkelerini terk etmek zorunda dahi kalır.
Süreç 1892’de yayınladığı Çöküş (La Debâcle) romanı ile yeni bir evreye taşınır ve savaştan yenik çıkan Fransa’da büyüyen Yahudi karşıtlığı bu eserde anlatılanlarla Almanların da tepkisini çeken yeni bir evreye taşınır. Ki Dreyfus Davası ile de Zola artık ayrıksı bir fenomendir.
Tüm bu bilgilendirme sonunda Zola’nın büyük siyasi tartışmaların göbeğindeki eserleri ile edebiyat dünyasında yer alması beklenirken bu yazının da ana konusu olan beş kısa öykülük ama bütünde tek bir noktadan birleşen öyküleri bana göre asıl zihin dünyasını ortaya koyan en güçlü anlatılarıdır.
Orijinal adı Comment On Meurt olan Nasıl Ölünür ya da Kim Nasıl Ölüyor öyküleri 1876’da Le Messager de l’Europe dergisinde yayımlanır. İlk öykü kitabının(Ninon’a Öyküler) 1864’te yayınlandığı düşünülürse bu öyküler yeni bir dönemin nispeten de olgunluk evresinin eserleridir. Zaten incelediği konu kendi dönemi için oldukça derinlikli bir olgu olan ölümdür.
Zola kendi çağı için biraz Turgenyev izleri taşıyan bir toplumsal sınıf çatışması konusuna ölüm üzerinden yaklaşır. Oldukça net bir anlatım ile birçok toplumsal sınıf temsilcisi üzerinden ölümün çok temel bir sorunsalını inceler ve okuyucuya da şunu sorar: Ölüm bizi eşitler mi?
Zola beş kısa öyküde beş kahraman ve beş tabakayı inceler. Ölümlü sonda temel sorusunu dillendirmeden de hissettirmeyi başarır. Dilini ve tasvir yeteneğini natüralist etkinin en somut örnekleri ile bezeyerek topraktan en uzak olandan en yakın olana doğru bir düzen ile biraz da açık niyetli bir öyküleme yolunu seçer.
İlk öykü elli beş yaşındaki Kont de Vertueil’in ölümüne odaklanır. Varlıklı bir aile düzenine sahip olan kont ve evli olduğu Kontes Mathilde de Vertueil’in ilişkisi modern zamanlarda da karşımıza çıkan bir sahte düzenin güçlü örneğidir. Her şey olması gerektiği gibidir. Ölüm de. Müthiş bir seremoni ile gerçekleşen defin sahnesi, Kontes’in belki de öyküdeki tek gerçeklikemaresi olan gülümsemesi ile biterken acı bir tat bırakır okuyucunun zihninde.
İkinci kısa öykü bu kez bir alt tabakadan temsilciye odaklanır, Bayan Guerard. Yüksek burjuvaziden bir dul olan Bayan Guerard bir süre önce kaybettiği hâkim eşinden kalan mirası ile oldukça rahattır. Ancak bir süre sonra babalarından kalan hisselerini çarçur eden oğulları ile yaşamak zorunda kalır. Görünürde her şey normal gibi ise de oğulları açık şekilde annelerinin ölümünü ve kendilerine kalacak mirası beklemektedirler. Dolayısı ile toprağa bir tabaka daha yaklaşıldığında sahte bir hayat ancak ölüm sayesinde gerçekliğe kavuşacak gibi görünmektedir. Öyle de olur. Ölüm okuyucu için halen acımtırak bir tat ile vardır satırlarda.
Üçüncü öykü Bay Rousseau ve karısı Adele’ye odaklanır. Omuz omuza vermiş bu iki karakterin hayatı bir zaman sonra oldukça dünyalık bir kazanım ortaklığına dönüşür. Her ikisi içinde aslolan şey işleridir ve neredeyse hiç ölmeyecek gibi yaşamaktadırlar. Ancak bir süre sonra Adele’nin hastalığı ile ölümün kendini göstermesi, dünyaya ve kazanımlarına bu denli odaklanan çift için işlerin bozulmasından öte bir tesir yapmaz. Adele’nin ölüm döşeğinde iken kendinden sonra dükkânların nasıl işleyeceğine dair endişesi, öldüğü gün eşinin tören sebebi ile kapalı kalan dükkânında oluşan ciro kaybını dert etmesi bugüne dair tanıdık hislere sebep olur okuyucu için.
Dördüncü öykü işçi ailesi Morisseau’ların on yaşındaki oğulları Charlot’un ölümünü aktarır. Fakirlik sebebi ile eksilen eşyalar, soğuk bir ev, hastalığa sebebiyet veren yokluk. Charlot’un engellemez sonu önceki öykülerin dışında bir yoksunlukla tamamlanır. Kimsesizler Mezarlığı’nda biten öykünün sonu oldukça çamurlu ve yalnızdır. Ailenin öykünün sonunda belediyeden geç gelen yardım parası ile şarap içerek unutmaya çalıştığı acısı ise başka bir insanî eleştiriyi beraberinde getirir.
Son öyküde yetmiş yaşındaki çiftçi Jean-LouisLacour’un ölümü toprağa en yakın sınıf olarak çok başka bir noktada aktarılır. Ölüm bu düzeyde doğal karşılanır. Yaşlı adamın ölümü topraktan kazanılan hayatta eksilen bir işgücü gibi kabul edilir. Doğaldır. Uzun seremonilere zaman da gerek de yoktur. Toprak insanları için toprağa kavuşmak acınası bir durum değildir. Can yakmaz. Üstü kapalı bir hüznü kaçınılmaz kılar ama. Hasat zamanı gelen ölüm insanın topraktan hasadı gibi anlatılır. Zola’nın etkileyici sonu ince bir işçilik gerektirmiştir.
Zola tüm bu düzeni yukarıdan aşağı işlerken elbette din ve din adamlarına da değinir. Değişen statüler ile değişen tavırlarını okuyucuya çok şey bırakarak sunar ve eleştirir. Kısa öykünün okuyucuya çok iş bırakan yapısı düşünüldüğünde Zola’nın sundukları kısacık bir öykü dizisinde beklenenin çok üzerindedir. Beş adet tablonun bir sergi salonunda sıra ile ve sükûnetle izlenmesi, bir süre önlerinde durduktan sonra ilerlenmesi gibi süren havası çok gerçekçidir.
Zola, kendi zamanının üzerine çıkar ve bugüne dair de halen canlı insan tiplerini sunar. Sırf bu hali bile öykünün edebiyattaki gücünün anlaşılabilmesi için ders niteliğinde bir metin dizisini önümüze koyar. Bugün bizi nispeten esir alan öyküde postmodernizm tartışması ile anlaşılmazlığın nitelik haline getirilmesi çabası karşısında Zola, oldukça net bir karşı duruşu ortaya koyar.
Son olarak bu öykülerde Zola’nın nerede ise aforizmatik hale gelen bazı söylemleri dikkat çekicidir. Yazı bunlardan biri ile nihayete erse çok da yanlış olmayacaktır bu manada. Zira Zola’nın da dediği gibi “Ölünün huzurunda tüm kavgalar biter” ya da bitmeli…
Galip Çağ
Comentários