1- Ketebe Yayınlarından çıkan “Şimdi Karşıya Geçebilirsiniz” adlı ilk öykü kitabınızla Haziran’da edebiyatımızdaki yerinizi aldınız. Öykülerin gerisindeki Hüseyin Kılıç’ı merak ediyorum ben. Kimdir Hüseyin Kılıç? Bu noktaya nasıl gelmiştir?
a. Anasının kuzusu, babasının oğlu, karısının kocası, küçüklerin abisi, büyüklerin kardeşi, yeğenlerin dayısı, arkadaşların ortaaa, bazılarının hacısı, birinin Hüseyin’i öbürünün Hüseyin Bey’i, işte benim Zeki Müren :)
b. 1983 Ankara doğumluyum, Ankaralıyım, dört kardeşin en küçüğüyüm, ilk orta üniversiteyi Ankara’da, liseyi Konya’da okudum. İstanbul’da yaşıyorum. Evliyim. Fanatik değilim ama Fenerbahçeliyim. Bunlar da demografik özellikler sanırım.
c. Sorudaki bu nokta yazma tecrübesi ise yazarak geldi dememde bir beis olmaz sanırım. Yine de açmak gerekirse lisanstan sonraki bitmeyen yüksek lisansımda iki blog açtım, birisi “benim naçiz fikrimce” firmaların pazarlama uygulamalarıyla ilgili görüşlerimi yazdığım, öbürü “yaratıcı reklam fikirleri” ben olsaydım şu firma yerine böyle reklamlar çekerdim dediğim. Bunlarda amaç yaratıcı, dikkat çekici bir şeyler bulmak olduğu için hikayelerin temelini bilmeden o zaman atmış olabilirim. Sürekli bir zihin egzersizi vardı. Askerden sonra ise liseden iki arkadaşımla açtığımız blogda çoğu kişiye saçma gelecek yazılar yazdık uzun süre. Onlar da mutlaka etkili olmuştur çünkü kimse okumuyordu blogu ve biz aramızda geyik yapar gibi rahatça ve rastgele yazıyorduk.
d. Gelelim hikâye kısmına, niye kurdum, niye yazdım, niye yazmaya başladım bilmiyorum ama ilk hikayeleri 2009 civarı yazdım on beş yirmi tane. Onları sadece arkadaşlara gönderdim, dergilere gönderilebileceği ve onların kabul edebileceği bilgisi yüklü değildi. İkinci tur 2018 sonunda başladı, 2019’da Post Öykü’nün ilk kabulüyle ben neymişim, bir yıl başka kabul gelmeyince ben ne değilmişim dedim. Korona sürecinde gaza gelip seri halde yazmaya başlayınca ve yavaş yavaş bir yerlerde yayımlandıkça devam etti diyebilirim. İlki Mayıs 2020’de başlayan 100-75-100 günlük üç maraton yaptım, ikisinde her gün farklı bir hikâye/hikâye parçası, birinde her gün o an karşımda ne görüyorsam yazdım. Bunların da geliştirdiğini söylüyorlar.
e. Böyle.
2- Kitabın ilk öyküsü “Kavanoz” da zeminde Word belgesi kullandığınızı görüyoruz. Bu biçimi tercih nedeniniz okurun Nevzat’a güvenini artırmak olabilir mi? Bir de öykünün alt mesajı kavanozda sıkışıp kalmış insanların görünmüyor, duyulmuyor oluşları. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Günümüz insanı kavanozda sıkışıp kaldı mı sizce?
Word belgesi kullanmak değil “Korsan Word Belgesi” kullanmaktı amacım, MİT’in korsan Word kullanması bir yandan komik bir yandan akla yatkın geldi:) Alt mesaja gelirsek, öyle miymiş :) Ben “Biz görmezken neler oluyor neler,” derdim ama benzer yorumu daha önce de duydum. Demek ki o hissiyatı vermişim bir kısım okura. Yine de kavanozda sıkışıp kaldık mı peki? Fazlasıyla kaldık derim. Politik doğruculuk doğrunun önüne geçti. Bir de üstüne her şeyin algoritmasının çözüldüğü iddiası var ve tüm hareketlerimizi o dayatılan formüllere göre şekillendirmezsek sanki kıyamet kopacak. Neredeyse “Su içerken bardağı 43 derece açıyla tutmayınca böbrek taşı oluşacak mı, kanser mi olacağım, babam beni sevmiyor mu,” noktasına getiriliyoruz. Bence böyle bir kavanoz var ve birileri bizi fena kekliyor.
3- Kitaba adını veren öykü “Şimdi Karşıya Geçebilirsiniz” de yazarın bir meddah edasıyla kaleme aldığı, okurun da okurdan ziyade dinleyici edasıyla metne dahil olduğunu görüyoruz. Zaten kurgusal olarak da sesli bir öykü. Her gün duyduğumuz robotik seslerin ötesindeki insan var metinde. Peki, aynayı kendimize çevirirsek ses perdesinin gerisine neden geçemiyoruz? Görmek ve bakmak ince çizgisini neden aşamıyor, neden karşıya geçemiyoruz?
Meşgulüz. Büyükşehirde bir oraya bir buraya koşturup duruyoruz, çünkü koşturmamız gerekiyor. Bir de bir önceki cevaptaki gibi ister büyükşehir olsun ister taşra, her şey gittikçe daha tanımlı hâle getiriliyor. Bundan dolayı da takılıp kalıyoruz. İlerde biri şöyle bir cümle kurabilir: “Tolstoy da bir garip adammış, asıl mutsuzluklar hep aynı, mutluluklar kendine özgü.”
Bir ara rahatlasak iyi olur.
4- Adler, “Üslup insanın kendisidir,” der. Bu cümleden hareketle Hüseyin Kılıç’ın üslubunun rahat, ironik, sıra dışı olduğunu görüyoruz. Kalıplara hatta kalıbına sığmayan bir yazar söz konusu. Okurdan çekinmeyen, hatası varsa hemen orada, öykünün içinde düzelten, metne dahil olmaktan çekinmeyen bir yazar. Peki siz, Sevgili Adler’e katılıyor musunuz? Üslup insanın/yazarın kendisi midir?
Sevgili Adler’i tanımıyorum ama güzel konuşmuş. Yine de katılmıyorum sanırım. Üslup yazar hakkında fikirler verebilir, yazılan metnin içeriği gibi ama en nihayetinde ortada bir kurgu var. Kurgunun gerçeğe üstün gelmemesi lazım. Üslubun ya da yazılanların yazanı tümüyle ele verecek kadar belirgin olmaması için zaman zaman farklı denemelere girişmek iyi olabilir. Daha zengin bir sonuç ortaya çıkar hem.
5- “Küçük Karasinek” adlı öykünüzde alegorik bir üslupla sınıflar arasındaki çıkar çatışmalarına yapılan göndermeleri fabl tadında okuyoruz. Bu alanın kültü Hayvan Çiftliği’ni çağrıştıran bu hicivli öyküden hareketle soruyorum. Yazarın topluma borcu var mıdır? Toplumsal sorunlara eğilmeli, toplumun sesi olmalı mıdır? Bu yükümlülüğü kendinizde hissediyor musunuz?
Yazarın, yazanın, insanın kendine karşı sorumlulukları olduğunu düşünürüm. Kendimize karşı sorumluluklarımızı yerine getirirsek o zaman doğal olarak içinde bulunduğumuz gruba, topluma, ülkeye de faydalı olabiliriz. Ben kendim için, bana verilen akıl için çalışmalıyım, üretmeliyim, paylaşmalıyım. O zaman varlığım daha çok anlam kazanır ve anlamlı bir varlık da daha fazla yere faydalı olur. Doğrudan toplumsal sorunlara eğilmek ya da toplumun sesi olmak amacı öne geçerse yazıda tutukluk olur, yazan kişi yeterince toplumun içindeyse bunlar kendiliğinden gelir ve daha iyi olur. Sanki.
6- Kitap genel olarak tek düze ilerlemeyen, kurgu ve teknik anlamda okuru şaşırtan bir seyir halinde ilerliyor. “Huzur Hakkı” nda da öykü zemini dilekçe metnine kurulmuş. Karadelik Koleji’nde öğretmen olan Mümtaz’ın çaresizlikle AİHM’den medet umduğu öyküde de göndermeler ironik dille yapılmış. Mümtaz, “Ben para istemiyorum. İnsanlara huzur için para teklif edilmesini de büyük bir ahlaksızlık olarak görüyorum. Huzur için insanların kendi hallerine bırakılmalarını istiyorum.” diyor. Ben de öykünün yazarına soruyorum. İnsanların huzurlu olmak için salt kendi olabildiği bir dünya mümkün mü? Ve buradan yola çıkarak yazarken yaşadığınız en büyük huzursuzluk nedir?
İlk sorudaki cevabıma geri dönüyorum, genelde kendimiz olamıyoruz, herkes için bir şeyiz ve onların gerekliliklerini yerine getiriyoruz genelde. Bu çok fazla olduğunda da insan boğuluyor. O yüzden kendimiz olabileceğimiz fırsatları gözlemek ve bunları bulabilirsek tutunmak gerekir diye düşünüyorum. Yazarken yaşadığım bir huzursuzluk yok genelde. Başka bir şey yapmam gerekiyorsa onu hesaplamak bazen sıkıcı olabiliyor o kadar. O an hikâye akmıyorsa başka bir hikâyeye geçiyorum ya da çok zorlamadan bırakıyorum. Bir iki kez iki üç harfini yazdığım kelimeyi bile tamamlamadan kalktığım bile oldu. Böyle bir yazmak benimkisi :)
7- “Manyağın Biri” okurken keyif aldığım bir öyküydü. Zekice kurgulanmış, merak uyandıran ve finalde gülmekle üzülmek arasında arafta bırakan samimi bir öykü. Öykünün başkişisi kahramanlık yapıp 155’i aradıktan sonrasında “Eyvah,” dedim, “ne gerek vardı bu kadarına.” Peki sizce, toplumsal duyarlılığın bir dozu, ayarı var mı? Öyküdeki canhıraş müdahalenin hazin sonunu düşünürsek bir yazarın “Görmedim, duymadım, bilmiyorum,” diyebileceği konular/olaylar/durumlar var mıdır?
Toplumsal duyarlılığın dozu, duyarlı olduğun konuyu metalaştırıp/putlaştırıp dünyanın özü haline getirmemek ve dünyanın geri kalanına kör olmamak, orayı yok saymamak olmalı. Konuyu kişiselleştirmemek belki de. Onun dışında “Görmedim, duymadım, bilmiyorum” a katılmıyorum, böyle denmesini sevmiyorum. Olmamalı. Görüyorsan, duyuyorsan, biliyorsan bir şey yapmalısın, en azından ne yapabileceğini düşünme düzeyinde de olsa bir çaba harcamalısın. Her zaman doğru kararı vermek ya da başarılı olmak mümkün değil ama bana ne dememek bile bir şeydir.
8- Son olarak Hüseyin Kılıç deyince benim zihnimde canlanan ilk kelime “üretken”. Günlerce yazmak sancısı çeken yazarlar tanıyorum. Aylarca kafasında kurguyla gezip de bir türlü kâğıda dökemeyenler, başlayıp da bitiremeyenler… Buradan bakınca sizde böyle buhranlar olmadığını görüyorum. Sizce nedir bunun sırrı? Bu konuda sizi besleyen ya da durduran itkiler var mı?
Yazıyorum ben ya :) Evde bazen “Tıkandım,” dediğimde eşim “Beş dakika sonra geçer,” diyor :) Böyle bilinmek, böyle yazmak güzel bir şey tabii, nereye kadar devam edecek bilmiyorum ama şimdilik fena değil sanki. İşin şakası bir yana1,5 dakikalık bir Ferhan Şensoy videosu var. Orda Haldun Taner’in kendisine “İlham gelmesini beklemeyeceksin, yazacaksın. Hepsi bir şeye dönüşmek zorunda değil, bak Yalıda Sabah kitabı öyle çıktı,” dediğini anlatıyor. Ben bu video sayesinde koronanın ilk dönemlerinde yüz günlük maratona başladım, sonraki iki maratonu da böyle yaptım ve işe yaradı sanırım. Bir süre sonra beyin otomatiğe alıyor olabilir. Bir de bilgisayar başına geçişi misafirlik gibi düşünün. Sözlerin bittiği, herkesin sustuğu o anda birisi bir laf atar ve söylenen şey çok saçma da olsa konuşma devam eder. Bu bazen çok keyifli bir muhabbete de dönüşebilir. Bilgisayar başında biz bize olduğumuza göre ortaya laf atmaktan çekinmemek lazım. Ben de çekinmiyorum. İyi yanından düşünmek lazım, olur da bu sohbet/hikâye/öykü akıcı bir şeye dönüşürse ne güzel olur. Yoksa sanki daha önce hiç kötü metin yazmamışız ya da hiçbir metnimiz reddedilmemiş gibi düşünmeye gerek yok. En fazla ne olabilir ki?
*Bu keyifli sohbet için çok teşekkür ederim😊
Yo yo yo asıl ben teşekkür ederim :) İshak’ın bu yazma yolculuğunun başında ve devamındaki yeri her zaman ayrı olmuştur. Özellikle İshak’ta ilk yayımlanan Ümit öyküm kabul edildiği dönemde “Niye uğraşıyorum ya, yazmayıp başka şeylerle uğraşayım,” düşüncelerinin zirveye çıkmak üzere olduğunu da belirtip tekrar teşekkür etmek isterim.
Söyleşi: Esra Kahya
Comments