"Küçük Paris Fena Öksürüyor” kitabını biraz geç fark ettim. Aslında amacım postmodern öyküler okumaktı. Okudum mu peki? Bu kısma daha sonra geleceğim. Öncesinde, kitabı elime aldığım an hissettiklerimi yazmak istiyorum. Zira bir kitabın kapağı ve baskı kalitesi de önemli benim için. “Küçük Paris Fena Öksürüyor” kapağındaki görselle dikkatimi çeken bir kitap oldu. Kapaktaki görseller -bunu kitabı okuduktan sonra anladım elbette- öykülere ilintili. Zaten öyle olması gerekmiyor mu, diyebilirsiniz ama ne kapaklar gördü bu gözler, ah bilseniz.
İşin maddi kısmını geçtik sanırım. İçeriğe girebiliriz artık. Maddeci değiliz arkadaş, önemli olan özü. Çığırtkanlığı bırak, işine bak. Peki. Kitapta üç öykü var. Bunlardan önce bir giriş yer alıyor. Bu kısmı yazarın açıklaması olarak değil de, bir ‘kurmaca anlatıcı’ yaratma çabası olarak gördüm. Bu kurmaca anlatıcı, okuru metne hazırlıyor. Metin diyorum çünkü kitabı bitirdiğinizde öykü mü yoksa novella mı okuduğunuzu anlayamıyorsunuz. Açıkçası çok da önemli değil bu. Öykü, novella, roman ayrımları çoğu zaman anlamsız oluyor. Yeter ki okuru içine çeksin, bitene kadar da salmasın. İlla bir isim vermem gerekirse, öykü kitabı diyeceğim. Ve kitabı da bu şekilde incelemeye çalışacağım. Bir şeyi daha belirtmek istiyorum. Kitabın son sayfasını okuduktan sonra yazarımız kesin bu kitabın romanını yazacak, diye düşündüm. Nedense…
Çok uzadı adamım, gir artık konuya diyorsunuz. Duyuyorum. Haklısınız.
Kitabın ilk öyküsü. İnanın ismini hatırlamıyorum. Aslında ben bu kitaptaki öykülerin hiçbirinin ismini hatırlamıyorum. Sahi bir isimleri var mıydı öykülerin? Ama çok iyi hatırladığım şeyler var. Karakterler ve anlatıcılar. Anlatıcılara sonra geleceğim. Önce karakterler. Sahici bir karakter yaratmak ne kadar zordur değil mi. Demir, bunu başarmış. Okurunun önüne üç tane kanlı canlı karakter koymuş. Üç kadın. Musil’in öykülerindeki gibi. Zaten yazarımız da bunu açıkça belirtmiş. Benim tespitim değil.
Kitabın başında ‘Şifahi Efendi’ adında birine ait kısa bir yazı var. Yazarın yarattığı bir karakter bu. Şifahen anlattıklarım diyor yazar. Yani duyduklarım bunlar. Daha en baştan okuru hazırlıyor kurmacaya. Elbette yaratılan her öykü bir kurmacadır fakat bunun kurmaca olduğunu açık açık belirtmek, postmodernizmin getirisidir. Ben kurdum bunları, belki de hiçbiri olmadı ama anlattıklarıma inanın diyor. Zaman belli değil öykülerde. Bugün mü, geçmiş mi belli değil. Sadece semtin ruhu var ortada. Yazarın, Küçük Paris’e atfettiği ruh.
Kitabı bitirdiğinizde, seçilen anlatıcıların da bu ruha göre seçildiği görülüyor. Bir nevi dengbejlik ediyor anlatıcılar.
Sık sık bu anlatıcı olayına geleceğim.
Kuşların içinde olduğu öyküleri çok seviyorum. Kitaptaki kumruları görünce daha bir istekle okudum öyküleri. Fakat bu kitapta kumrular ölüyor. Hayatından bezmiş triportörlere çarpıyor. Ve bu büyük vicdan azabına sebebiyet veriyor. Sonra bataklık. Evlerin arkasında, uzun yıllar önce, uzun uzun yıllar önce peyda olan, o vıcık vıcık bataklık. Aşkına karşılık bulamayanların, çektikleri acıya dayanamayanların içine girip kaybolduğu. Bir daha dönmediği. Anlatıcımız anlatıyor bunları. Elbette bir anlatıcı olacak yazılarda değil mi. Ama buradaki anlatıcı yazarından bağımsız. Onun kontrolü dışında. Zaten kendisi de biliyor bunu ve okura serzenişte bulunuyor. “Mutsuzum, yazarına yol yordam göstermeye çalışan varlığın yalnızlığını bilemezsiniz. Karaktere bile dönüşememenin ciğer parçalayan acısını. Her ne kadar yazılar akıyor olsa da, bence yazar da, ortalıkta görünmüyor.” diyor. Bir ismi de yok. Zaten isimlere karşı. “Ada gerek yok. Bir bakıma, adların önemi yok.” diyor. Öylece ortada, neyi nasıl anlatacağını bilemeden duruyor. Yine de çok azimli. Anlatıyor. Dengbejlik yapıyor. “Çok şükür öte yandan, anlatılacakların ne yazarıyım, ne karakteri. Hadi size kolaylık olsun, bir mermi, bir çağrışım, bakarsanız bir film afişi, duyarsanız ortalıkta gezinen bir melodi, yerseniz tuzlu-ekşi bir mezeyim. Ama yüreğinize oturmayacaksa söyleyeyim, ben acıyım, acının kendisiyim.” diyor. Anlatacaklarım bunlarla bezeli diyor aslında. Ama en çok da acıyla. Ve bunların hepsi duyum. Ya da ben uyduruyorum diyor. Yahu yeter anladık, dengbejlik ediyor anlatıcılar. Bu kadar kolay geçmeyeceğim. Öykülerin ana direği bu bana göre.
Neyse. Sarı Dede ile tanışıyoruz sonrasında. Bataklığın hikayesini öğreniyoruz. Sarı Dede’nin billurdan diktiği levhalar ve koca gölün ortasına yaptığı akvaryumu görüyoruz. Kimse sesini çıkaramıyor Sarı Dede’nin icraatlerine. Peki Sarı Dede bunu neden yapıyor? Bir insan aşık değilse böyle bir deliliğe kalkışır mı? Akvaryum kırılıp onca su toprağa doluşunca. Bir de toprak bu suyu içip yumuşayınca. Bataklık ortaya çıkıyor. Başlıyor meczupları, aşıkları yutmaya. Kimse de dur demiyor buna. Sarı Dede’ye ses etmedikleri gibi buna da ses etmiyorlar. Karnı guruldayan bataklığın sesini dinleyip duruyorlar.
Bu öykünün görünen kısmı. Bir de görünmeyen kısmı var. Birlikte bakalım isterseniz. Öykünün geçtiği yer: Samatya. Neden “Küçük Paris” deniliyor buraya? Cıncık gibi yer çünkü. Genelde gayrimüslimlerin yaşadığı bir semt. Sonrasında, hem varlık vergisi, hem mübadele, hem Musevilerin İsrail'e göçüyle (baskıdan) her şey el değiştiriyor. Her şey derken, mal mülk. Semtin çehresi değişiyor bir anda. Eski şaşaalı halini kaybediyor. Bataklık ile anlatılmak istenen şey işte bu değişim. Elbette bu dediğim doğru olmayabilir ama hissettirdiği şey bu en azından. Sarı Dede simge, bataklık metafor. Net bilgi için yazarına danışın lütfen:)
“Şarkı söyleyebilseydim anlatmazdım!”
Triportörlü Hikaye’ye giriş yapıyoruz. Ondan önce Aragon’un romanı. Film afişi gibi. Sadberk çıkıyor karşımıza. Üç kadından biri. Yaşantısı hakkında detaylar öğreniyoruz. Bunu, bazen karakterin kendi ağzından bazen de anlatıcıdan öğreniyoruz. Anlatıcı da öyküdeki genç yazarın çizdiklerini açıklıyor. Bu genç aslında bir öykü yazmaya çalışıyor. Ama bir türlü beceremiyor. Sadberk de dalga geçiyor onunla. “Sen mi anlatacaksın bu hikâyeyi! Bi’kere avuçlarını ilham duası için yanlış açıyorsun. Zevzek. Hiçbir halt edemezsin sen! Deftere yazık, kâğıda günah, okuyana işkence. Seni gidi mürekkep hokkası maymunu seni!” Mevlüt. Sinemalar. Bütün kitaba yayılacak sinemaları görüyoruz. Sadberk ile anlatıcının tanışma anına tanık oluyoruz.
Öyküyü özetlemek değil amacım. Kurmaca metin hakkında biraz bilgi vermek aslında. Öykünün kendini oluşturma sürecini göstermek. Öykü olma sürecini. Yazarın dışarı itildiği, karakterlerin kendilerini var etmeye çalıştığı bir kurgu. Bu sebeplerden dolayı, öykü benim için okuması oldukça zevkli bir öykü oldu. Üç kadından biri, Sadberk’i tanımak hem eğlenceli hem üzücüydü. Demir’in kalemi bu iki zıt duyguyu vermekte çok başarılı açıkçası. Karakterler muzır, yaşantılar acı.
“İyi filmler seyret, seyret ki onlar fevkalade latif oluyorlar, fevkalade terbiye ediyorlar sendeki manayı.”
İkinci öyküye geçelim isterseniz. Girişte yine bir afiş. Bu defa, “Rüzgar Gibi Geçti”. Clark Gable ve Vivien Leigh’in o efsane filmi. Sonrasında karakterimiz giriyor. Bir terasta, soğuk işliyor bedenine. “Hareketsiz. Donmuş. Bir fotoğraf olarak ben, delil teşkil eden yüzlerce fotoğrafı aynı anda yokladım.” diyor. Meraklanıyoruz.
“İYİ FİLMLER, TATLI RÜYALAR”
Işkırlar Sok. No:15 ya da 17. Güler Apt. Teras. Terasın köşesi. Karakterimiz kendini boşluğa bırakıyor. Beş, dört, üç derken asfalta yapışacak birazdan. Peki neden intihar ediyor?
Genç bir adam ve Nurperi Hanım ile tanışıyoruz. Hüzünlü bir anıya dalıyoruz. Nurperi Hanım’ın hayat hikayesini izliyoruz. İzliyoruz çünkü görüntüler aktarılıyor. Fotoğraf karesi gibi. Yan yana konulduğu zaman sinema filmi oluşturacak. İlk filmdeki sinema aşığı Sadberk, bu öyküde Nurperi oluyor. İkinci kadınımız. Günlerini filmlerle geçiren, onların içinde kaybolan. Sabahtan akşama kadar film izlemesinin nedenini öğreniyoruz. Subay eşini, ilk cumhuriyet yıllarını, aşk olmayan bir evliliğin götürülerini. Cumhuriyet’in ilk yıllarının eleştirisini hissediyoruz.
“Kırışıklıkları hiç görmezdim. Yüzü her zaman bir fırtınanın arkasında sakin ve yenilenen. Pırıl pırıl bir alın, gözlerinin üstüne doğmadan sürülmüş iki kaş, kemerli bir burun. Saltanat batırabilecek dudakları her zaman kıpırdadı rüzgârı, söyledikleriyle biçare bırakırdı sevdiklerini, sevmediklerini.
İstanbul hanımefendisiydi. Konuştuğunda susturur, sustuğunda konuşurdu. Şık giyinirdi, saçlarını her zaman sultan yeşili, laciverdi su, sönmüş mühür bordosundan cumhuriyet türbanları örterdi.”
İlk öyküdeki kurgu çekiciliği bu öyküde yok. Bu öykünün çekici tarafı farklı. Duygu yoğunluğu. Nurperi’nin hüzünlü hikayesine ortak oldukça, hikayeye olan bağımız daha sıkılaşıyor. “Gözlerini kapatır, iri damlalar halinde sabır ve nezaket taşardı göz kapaklarından. Burnunu çeker, elleriyle mendil bulamamış elleriyle yanaklarını siler, usulca kalkardı.” Bir çırpıda okudum öyküyü. Etkisi ise uzun sürdü.
Kitabın ismi ile ilgili kısacık bir şeyler yazmak istiyorum. “Küçük Paris” kısmının bir çocuk için söylendiğini düşünmüştüm ilk başta. Yaramaz bir çocuk aradı gözlerim kitabı açınca. Ama gördüğüm şey bir mahalleydi. “Küçük Paris derler buraya, yıkılmakta olan ahşap evlerin tozu ciğerime dolar, öksürürdüm.” Küçük Paris’in neden öksürdüğünü anlamış oldum. Yaşanmışlıkların, eskimişliğin tozundan ötürü öksürüyor. Aynı zamanda öksürmekle, anlatıyı da kastediyor olabilir yazar. Küçük Paris dertlerini anlatıyor, gibi. Her ne manada kullanmış olursa olsun kitabın ismini çok sevdiğimi belirtmek istedim.
İkinci öykü, bir kadının hüzünlü hayat öyküsüyle örülmüş, baştaki ve sondaki atraksiyonlarla modern anlatı özellikleri barındıran, vurucu bir öykü olmuş. Sinemayla olan bağını ayrıca beğendim. Nurperi’nin sinema hakkında vardığı son kanı ise düşündürücü. Hayatını film gibi yaşamış, sinema tutkunu bir insandan duyulan sözler acı verici.
“Sinema koca, koskoca bir yalandır, oğulcuğum, hata! Koca bir yalan! Kanma oraya!”
“Anlattıklarımın masal olduğuna kim inanır ki?”
Böyle başlıyor üçüncü öykü. Suzan Dilber’in afişiyle karşı karşıyayız bu defa. Kısa, sarı olduğunu düşündüğüm saçlar, kocaman siyah olduğunu düşündüğüm gözler, bembeyaz dişler ve güzel dudaklar… Tıpkı önceki iki kadın gibi. Fakat öyküye adımınızı atar atmaz, iki sopadan bacak, ufacık gövde ve kamburuyla hilkat garibesi bir kadınla karşılaşıyoruz. Afişteki kadınla bu kadın aynı mı? Evet aynı. Peki neden böyle? Diğer iki kadında olduğu gibi, sebep aynı. Hayat. Veyahut anlatıcı böyle görmek istiyor karakterlerimizi. Evet yine anlatıcı.
Diğer iki öyküye göre daha karanlık bir atmosferde geçiyor olaylar. Küçük Paris’in - önceki öykülerde bir kısmını görmüş olsak da - çirkef tarafını görüyoruz. Sokak jargonu, kirli sokaklar, acımasız suratlı ağır abiler… Bütün bunlara, Suzan’ın başına gelen olaylar da eklenince, öykü boyunca diken üstünde ilerliyoruz. Geri planda saklanan ve sayfalar ilerledikçe kan donduran olayın şokunu yaşıyoruz.
Kızacaksınız belki ama yine anlatıcıya gelmek istiyorum. Karakterimizin her şeyini bilen, bir anda ortaya çıkacak kadar kanlı canlı duran bir anlatıcı var bu öyküde. Peki nasıl biliyor Suzan’ın içindekileri?
Bilmiyor aslında. Kuruyor. Aslında onu gördüğü falan yok. Suzan’a yanık anlatıcı. Onun hayaliyle yaşıyor.
“Hakkında bir dedikodu var, ben inanmıyorum, bir söylenti. Diyenlerin yalancısıyım, bataklık kenarlarından, okul kapılarından, parklardan çocukları bulup heybesine atarmış, onları evine götürürmüş.” Suzan sadece zihninde var. Bu dediğim öykü için keyif kaçıran bir detay gibi gözükebilir ama inanın değil. Bunu bilerek öyküyü okumak size hiçbir şey kaybettirmeyecek, aksine çok şey katacak. Anlatıcının kurduğu düşlerde gezinirken keyif alacaksınız.
Sanırım bu kadar yeterli. İnanın daha çok şey yazabilirdim ama sizleri daha fazla sıkmak istemem. Kitaba genel olarak bakacak olursak, okuru saran bir yapıya sahip. Anlatıcılara özellikle dikkat etmek lazım. Hele ki yazan biriyseniz, daha da dikkatli olmak lazım. Postmodern öğelerle bezenmiş öyküler. - Böylece yazımın başındaki soruya da yanıt vermiş oldum.- Her bir öyküde farklı atraksiyonlar denemiş yazar. Bu da okuru diri tutuyor. Cümleler sade olmasına rağmen oldukça etkili.
Sevgili Sedat Demir’in ellerine sağlık. Bir sonraki kitabını merakla bekliyor olacağım. Hepinize keyifli okumalar diliyor, katkılarınızı bekliyorum. Sağlıcakla.
Hakan Sarıpolat
Comments