Bu yazıda Mart 2024’te Hece yayınlarından çıkan “Sonsuz Eksi Bir” kitabının yazarı Hatice İbiş ile konuştuklarımızı okuyacaksınız. Hatice İbiş ile konuşma isteğimin başlıca nedeni bir öykücü olarak onun öykü yolculuğunu merak ediyor oluşumdur.
Öyküye gönül vermiş herkes dergilerden isminizi duymuş, öykülerinizle tanışmıştır muhakkak. Kitabınızın yazar hakkında bölümünü okuyunca Nevşehirli iki çocuk annesi bir öğretmen olduğunuzu da öğrenmiş oldum. Bunların yanında kitaba giden yolculuğunuz nasıl başladı?
Çok küçük yaşlardan beri kelimelerle aramın iyi olduğunu hatırlıyorum. Özellikle ortaokulda lisede yazdığım kompozisyonlar çok dikkat çekerdi. İfade gücümün iyi olduğuna vurgu yapardı öğretmenlerim. O tohum içimde uzun bir süre zeminini bulmayı bekledi. Şimdilerde çokça geç kaldığımı düşünsem de her şeyin vaktine esir olduğunu hatırlatıyorum kendime.
Özellikle pandemiyle beraber kendime, hayallerime yönelme imkânı buldum. Öykü türünde karar kıldım. Karar vermekle bitmiyor tabii. Alana yoğunlaşmak yerli yabancı okumalar yapmak güncel edebiyatı, dergileri takip etmek gerekiyor. Bu anlamda çokça mesai harcadım. Öykülerim Aşkar, Şiar, Hece Öykü, Edebiyat Ortamı, Mahalle Mektebi gibi dergilerde yayınlandı. Bir zaman sonra etraftan gelen “Kitap ne zaman?” sorularıyla dosyamı oluşturmam gerektiğini düşündüm. Neticede “Sonsuz Eksi Bir” doğdu.
Virginia Woolf Kendine ait Bir Oda adlı eserinde “Kadının varlığına katlanamayan zihniyet; elbette onun yazmasına, okumasına, düşünmesine de karşıdır” der. Okuyan bunun yanında yazan bir insan olarak ailenizin ve çevrenizin size karşı olan tepkilerini merak ediyorum doğrusu.
Yaşadığımız toplumun ve kültürümüzün kadına yüklediği kadının da üzerinden söküp atamadığı sorumluluklar hayli fazla. Hal böyle olunca kadın yazarlar ancak “artık zaman”larda yazma eylemi ile meşgul olabiliyorlar. İçinde yaşadığımız modern çağda da eskiden olduğu haliyle devam ediyor bu durum. Daha da kötüsü bir kadın lüzumsuz işlerle meşgulken göze batmıyor fakat eline kitap defter almaya görsün bu durum en entelektüel çevrelerde bile bir rahatsızlık uyandırıyor. Nedenleri üzerinde uzun uzun konuşulabilir ama şimdi yeri değil.
Bize dayatılan bu rollerin dışına çıkmak için şartları zorladığımızda bir bedel ödemek durumunda kalıyoruz elbette. Yıllarca günlükler tuttum. Kendi kıyılarımda kimseye hissettirmeden yazıp çizdim. Ama ne zaman kendime sığamayıp dışarı taştım yazma yolculuğum farklı bir yöne evrildi. İşte o zaman aile efradıyla ufak tefek çatışmalar yaşadım. Alıştıkları rutinin bozulması, onlardan tırtıkladığım zamanın artması ister istemez bir huzursuzluk yarattı. Neticede odağımın değişmesi onları da etkiledi. Bu huzursuzluğu azaltmak için kadın yazarların başvurduğu bir yol var ki o da kendilerinden çalmak. Gecelerinden, uykularından, dinlenme vakitlerinden.
En nihayetinde siz yaptığınız işi ne kadar ciddiye alıyorsanız bir zaman sonra etrafınızdakilerde aynı oranda size saygı duymaya başlıyorlar. Yazmanın sizin için bir heves olmanın ötesinde bir tutkuya dönüştüğünü görmeleri gerekiyor belki de. Fakat ne yalan söyleyeyim bunu ispat etmek zorunda kalmak bile çok yıpratıcı.
Bir önceki soruya paralel olarak kendinize ait bir odanız, bir yazma rutininiz var mı? Yazarken nelerden ilham alıyorsunuz?
Kendime ait bir odam yok ama kendime ait bir köşem ve masam var. Ve bunun varlığını çok kıymetli buluyorum. Çok olmazsa olmaz bir rutinim yok ama gece ev ıssızken ve hafif bir müzik eşliğinde yazarken daha çok keyif alıyorum. Fakat bazen öykü kendini doğurmaya karar verdiyse zamanın zeminin hiçbir önemi olmuyor.
“Tarumar” adlı öykünüzde karakter: “Askerden gelirken erinin eline baktı kadın. Aralarına duvar ören o ilk tuğlayı, ilk kumayı o zaman fark etti. Ardı arkası kesilmedi sonra. Her gittiği yerden dönüşünde eline baktı. İki kilo kıymayı, iki kilo eti belki bir kutu çikolatayı yuttu tuğlalar” diye kitap kurdu kocasına esefleniyor. Bir yazar olarak kitaplar sizin için neyi ifade ediyor? Hangi türleri okumayı seviyorsunuz?
Evde geniş bir kütüphanemiz var. Kitaplar hemen her yerde. Okuma eylemi yalnızca benim değil ailemizin de vazgeçilmezi. Elinde kitapla bir köşeye kıvrılıp okuyanımız muhakkak vardır. Hal böyle olunca kitaplar bizim evin tuğlaları diyebilirim. Fakat Tarumar’daki gibi üşüten titreten tuğlalar değil bilakis ısıtan aydınlatan güç kuvvet veren tuğlalar. “Kitapsız bir ev ruhsuz bir vücut gibidir” diyor ya Cicero. Benim için de tam olarak böyle.
Türe gelince şöyle dönüp geriye baktığımda dönem dönem farklı türlerde okumalar yaptığımı görüyorum. Okuma yolculuğumu genellikle ihtiyaçlar şekillendiriyor. Tek bir türe sıkışıp kalmadım hiçbir zaman bunu doğru da bulmuyorum. Lakin yazdığım tür olması hasebiyle diğer okumalarıma eşlik eden bir öykü kitabı her zaman elimin altında olur.
Sütsüz öykünüzde Ferdane kendinden hıncını alamayıp bıçağı önce sağ göğsüne sonra sol göğsüne çalar. Tek hamlede koparır ikisini de. İşe yaramayanı taşımak da günahtır der öykünün finalinde. Edebiyat yolcuğunda yazmaktan vazgeçtiğiniz zamanlar oldu mu? Dergilerden reddedildiğinizde kalemi fırlatıp attınız mı hiç? Edebiyatta ümit etmeye ve hayal kırıklıklarına dair neler söylersiniz?
Ben her şeyin yolunda olduğu zamanlarda rehavete kapılırım. Bir çatışma olsun isterim hayatımda. Çatışmaların varlığı kuşkusuz insanı daha canlı kılıyor. Dergilerden olumsuz dönütler aldığımda elbette çok üzüldüğüm oldu ama bu üzüntü kabul aldığımdaki sevinçlerimin gölgesinde kaldı hep. Kabul edilmeyen metnimi silip attığım çok oldu ama kalemi fırlatıp atmadım hiçbir zaman. Neticede insan olmanın kusurlu yanıyla yaşamaya çalışıyoruz.
Gerek edebiyatta gerekse gündelik yaşamımızda ümit olmadan adım atmak mümkün değil. Fakat attığımız her adımı ya da yürüdüğümüz yolun her karışını kontrol etme şansımız da yok. Yüz üstü kapaklandığımız paramparça olduğumuz anlar da olacak. Oluyor da. Ya hayal kırıklıklarıyla canımız acıya acıya yaşayacağız ya da tutunacak bir dal bulup yürümeye devam edeceğiz. Abdullah Harmancı “Yaşadım Diyorsunuz Ama Ben Size Rastlamadım” diyor ya. Yolda olmak yolda yürüyenlerle rastlaşmak ve neticede yaratıcıya yaşadım diyebileceğimiz bir hayat sunabilmek tüm mesele.
Öykülerinizde özellikle toplumsal gerçekçi konuları ele aldığınızı görüyorum. Bu bende iyi bir gözlemci olduğunuz izlenimini yarattı. Bu noktada Hatice İBİŞ neler seyreder. Nelerden beslenir? Öykü konularını nasıl belirler sormuş olayım?
Öykü konularım genellikle hayatın içinden yaşanmışlıklardan besleniyor. Toplumda bir karşılığı olan bir meselesi, derdi olan öyküler. Bizde genel olarak öyküleri yazarın kendi yaşadıklarının bir yansıması olarak görme eğilimi var. Yazdıklarımız elbette bizden izler taşır. Fakat yaşamak bilfiil olayların kendi başımıza gelmesi değil ki. Gördüğüm duyduğum ve içimde bir yerleri titreten bir olay, bir an, bir resim vakti geldiğinde bir öyküye dönüşebiliyor.
Söyleşinin sonuna geldiğimde bende kitabı yeniden okuma isteği oluştu. Hatice İBİŞ ismini daha çok duymayı temenni ediyorum. Samimi cevaplar ve ayırdığınız zaman için teşekkür ediyorum.
Asıl ben teşekkür ediyorum. Büyük keyifti benim için.
Söyleşi: Semanur Bozok
Komentáře