1- Öykü yazmaya ne zaman, nasıl başladınız?
Daha önce yazıp yayımladığım bir iki öykü olsa da esas olarak bu türü ciddiye alarak yazdığım ilk öykü Ekim 2021’de Oggito’da çıkmış. Yazmış olduğum romanı bastıramayınca edebiyat lordlarının dikkatini çekmek, benim gibi mağdurlarla duman yoluyla haberleşmek ve sürgündeyken ince işçilikle hem kendimi meşgul edip hem de kalemimi bilemek umuduyla dostların tavsiyesine boyun eğip öykü yazmaya başladım.
2- Öykü türünü seçmede özel bir nedeniniz var mı? Öykü yazmanın kolay olduğunu düşünüyor musunuz?
Tutkulu bir öykü okuru değildim. Asıl olarak romana meraklıydım. Ama çocukluğumdan itibaren Memduh Şevket, Sait Faik, Haldun Taner, Ömer Seyfettin, Çehov gibi ustalardan damağımda bir lezzet kalmıştı. Bir de romanlarına olan hayranlığımın beni öykülerine götürdüğü Oğuz Atay, Hemingway, Bukowski, Stephen King gibi isimler vardı. Yazmanın az önce benim yaptığım gibi isimler saymak, bir havayı taşımak safhasından masa başına ve er meydanına geçmek aşamasına geldiğimde dizlerim titredi elbette. Bu noktada pirlere sığınıp ama onları pek de taklit etmemeye çalışarak öz eleştiri mekanizmasını da bir süreliğine kapatıp bir şeyler karalamaya başladım. Dediğim gibi romanımı okumaya sabrı olmayanlara iyi bir yazar olduğumu beş dakikada ispatlamak için öykü diyarına sevk edilmiştim.
Öykü yazmak elbette kolay değil. Hiçbir şey kolay değil ki. Çok iyi eserler vermek istiyorsa kişi ustalarla boy ölçüşme hayalleri varsa zorlanacaktır. Zorlanmıyorsa, kalemi kâğıt üstünde yağ gibi kayıyor ve zahmetsizce başyapıtlar üretiyorsa, muhtemelen kendini kandırıyordur. Öyküyü romanla kıyaslarsak dar alanda bir etki yaratma mecburiyeti zorlayıcı diyebilirim. Az kelimeyle derinlere inmek, sıçrayıp büyük şeylere dokunmak, bir duygu uyandırmak, birkaç tasvir ve kısa bir iki diyalogla bir insan meydana getirmek kolay değil. Romancı uzun uzun gevezelik edebilir, konudan sapabilir, öykücü zinhar çizgiden çıkamaz. Şiirle kıyaslarsak da mantıklı ve düzgün cümleler kurma mecburiyeti, şiirdeki rastgele saçmalama özgürlüğünü engelliyor. Şiir dili sürekli icat etmek zorunda olduğu için doğru yanlış gibi kavramlardan muaftır, bu da denetimsiz bir başıboşluğa, bir saçmalama panayırına kapı aralıyor. Çok doğal. Öyküde ise deneylere girişsek de bir ayağımız rasyonel zeminde, anlatıda kalmalı. Burada Türkçe bilmediğimiz ortaya çıkabilir. Şiirde bunu kamufle etmek daha kolay.
Ama üç türün en iyilerini kıyaslayacak olursam, en zoru şiir, sonra roman diyebilirim. Öykü çok zor olsa da yine üçünden en kolayı. Bana öyle geliyor.
3- İlk öykünüzün yayımlanma macerasını anlatır mısınız? Yayımlandığını gördüğünüzde neler hissetmiştiniz?
Galiba birkaç öykü göndermiştim sağa sola, bir cevap gelmemişti. Sonra her cümlemin güzel ve edebi olmasına özenerek bir öykü yazdım. Mustafa Bey’in Sıkıntısı diye. Oggito’da çıktığını görünce havalara uçtum. Binlerce amatör yazar arasına girmeyi başarmıştım. Küçük bir başarı ama sıfırdan iyidir. O bana bir özgüven verdi. Ondan sonra daha çok yazdım. Her sanatçı kendisini değerlendirirken yerle gök arasında çırpınır durur. Böcek miyim yoksa bir tanrı mı, diye içinden delice düşünceler geçer. En azından benim şahit olduklarım böyle.
4- Öykülerinizden dosya oluşturma fikri nasıl oluştu? Dosyanızı oluştururken nelere dikkat ettiniz? Belirli bir tema üstünden mi ilerlediniz yoksa farklı temaların oluşturduğu bir bütünü mü tercih ettiniz?
Kitap sahibi olmak topraksız köylülükten kurtulup dağın başında, dizlerine kadar çamura girdiğin bir tarlanın tapusunu eline almak gibi güzel bir duygu. En azından sana ait bir alan var. Kariyer planlarım açısından da bu kitabı bankaya teminat gösterip başka yerler için kredi bulabilirim. Ağzımdan kelime yerine mücevherat saçarak da konuşsam insanlar somut, onaylanmış, belgeli başarıları dikkate alır. Bunlar yoksa ben onlar için laf cambazı soytarının teki olarak kalırım. Bu güveni kazanmak için çok çalışmak, kendini ispat yolunda uğraşmak gerekir. Dosyamı bu pozitif duygularla, neşe içinde hazırladım.
Tema konusunu bilemiyorum. Öykülerimin bir miktar kapalı kalmasını istediğim için onları tam manasıyla analiz etmemeye çalışırım. Bu öykü şunun hakkındadır, demek edebi intihar gibi gelir bana. Adını koyabiliyorsan ne diye uğraşıp onu yazdın diye sorarlar insana. Ben sorarım en azından. Dosyamı oluştururken en çok sayfa sayısına ve elbette en iyi öykülerimi okura sunmaya odaklandım.
5- Kitap yayımlamak oldukça meşakkatli bir iş. Dosyanız okunmayabilir, okunsa bile uzun süre bekletilebilir, bekletilse bile birçok etmenden dolayı yayımlanamayabilir. Bütün bu durumlar gözünüzü korkuttu mu?
Bu ortamlara girince ister istemez biraz dayak yiyorsunuz. Bu da bir aldırışsızlık ve cesarete benzer bir pişkinlik veriyor insana. Dosyamı okumamaları gözümü korkutmadı dolayısıyla. Binlerce amatör içinden biriyim, özel muamele beklemeye de hakkım yok diye düşündüm. Hayat hep mücadeledir zaten. İçimde uç veren küskünlük ve incinme filizlerini büyümelerine müsaade etmeden koparıp atmaya dikkat ettim.
6- Çok fazla yayınevi var. Yayınevini belirlerken nelere dikkat ettiniz? Hedefinizde bir yayınevi var mıydı?
Beni kısa yoldan en çok okura ulaştırmasını beklediğim için ismi herkesçe bilinen yayınevlerinden başlayarak bir sürü yere gönderdim dosyamı. Özel olarak hayranı olduğum bir yayınevi yok. Büyük yerlerin network gücü, reklam bütçesi, yazara kattığı itibar ve belki küçük bir ihtimal, daha yetkin bir editörlük hizmetiyle diğerlerinden ayrıldığını düşünüyordum ama diğer yandan bir sürü star isimle çalışan bir yayınevi yeni gelen küçük ve önemsiz bir yazarı doğal olarak kapıya en yakın küçük bir tabureye oturtur sıklıkla çay bile söylemez. Metinlerarası Kitap’la ve editörüm sevgili Mahmut Yıldırım’la ilk andan itibaren güzel, sıcak bir iletişim yakaladık. Bu açıdan şanslı olduğumu düşünüyorum. Bana ve kitabıma inandı. Onunla çalıştığım için mutluyum. Türk edebiyatı için güzel işler yapıyor. Butik yayınevleri daha dinamik, daha yenilikçi.
7- Öykü yazmaya yeni başlayanlar için önerileriniz nelerdir? Yola çıkmadan önce çantalarına neler koymalarını isterdiniz?
İyi bir yazar olmak için çok çalışmayı göze almalı insanlar. Çok okumalı, çok yazmalı, dönüp dönüp bakmalı yazdıklarına. Sabırlı olmalı. Dil duygusunu, ritmi, sezgiyi geliştirmek için pratikler yapmalı. Zanaat kısmı tamamlanmadan sanat kısmına geçilmiyor bence. İyi bir yemek ancak iyi malzemeyle yapılır. Kötü kumaştan güzel elbise çıkmaz. Ama güzel kumaşı da üstümüze öylece dolarsak buna tasarım diyemeyiz. Yani düzgün bir dil ilk şartımızdır. Kurgu, konu, duygu, karakter, olay sonra gelir. Ama muhakkak gelmeli. Yavaş yavaş, her şeyden anlamak, bir sanat gustosu geliştirmek lazım. Peşinden biraz sosyoloji, psikoloji, tarih bilmeli yazar. Böyle büyük laflar ettiğime bakarak kendimi çağın yeni dâhisi sandığımı düşünmeyin, ben de bunları başarmaya çok uzağım. Her bir kelimenin ve cümlenin damakta bıraktığı tadı inceleyerek minik adımlarla ilerleyebildiğim bir öykü tekniğine ulaşmayı, disiplin içinde çalışabilmeyi çok isterdim.
Neyse, somut olarak, yazar arkadaşlara günceli de klasikleri de, yerliyi de yabancıyı da okumalarını, hayatlarının merkezine edebiyatı koymalarını ve cesur olmalarını öneririm. Edebiyat atölyelerine katılabilirler. Hocayı hocaefendi belleyip onun davasının müridi olacaklarsa zaten buna teşnedirler demektir. Hocanın da suçu yok, yazar adayı kapılanacak dergâh arayan zayıf bir karaktermiş, diye düşünürüm.
Ne yaparsak yapalım, önemli olan oyunun içinde kalmak, zihnimizde edebiyatla dolaşabilmek. Herkesten öğrenecek bir şeyler bulabiliriz. Ama son tahlilde yazmak ancak yazarak öğrenilir.
Comentarios