Kerem Bakıcı’nın ilk öykü kitabı Yapı Kredi Yayınları etiketiyle raflardaki yerini aldı. Bakıcı, kitabında birbirinden farklı konuları içeren öykülere yer vermiş. Öykülerinde kırsal kesimden, toprağına bağlı kahramanları odağına alıyor. Kimi zaman bir ölünün, kimi zaman iç hesaplaşmasına yenilmiş bir mahkûmun, kimi zaman da olaylara şahitlik etmiş bir ağacın gözlerinden akıveriyor öyküler. Bunu yaparken kendinden emin bir üslupla ilerliyor. Yarattığı karakterleri iyi tanıyor Bakıcı, olaylara karşı verecekleri tepkileri biliyor. Bunları aktarırken yüzeysellikten kaçtığı gibi aşırılığa da yer vermiyor. Kerem Bakıcı ile Toprakta Büyür mü İnsan’ ı konuştuk.
“Toprakta Büyür mü İnsan?” bir ilk kitap. Üç bölümden ve toplamda on beş öyküden oluşuyor. Bize öykülerinin doğuşu ve kitaba ulaşan yolculuğu hakkında neler söylemek istersin?
Doğup büyüdüğüm çevrede hikâyeler hiçbir zaman eksik olmadı. Dedeler, nineler, enişteler, konu komşu… Korkunun hâkim olduğu topraklar tabii. Umutsuzluk ve korku arttıkça hikâyelere yönelme başlar. Bir çeşit sığınma. Çocukluğum elektriksiz geçen uzun kış gecelerinde geçti. Mum ışığı veya odun sobasından sızan ışığın aydınlattığı odalarda. Arada bir kulağımıza çalınan silahlı çatışma sesleri de cabası. İşte böylesi gecelerde masallar ve efsaneler anlatılırdı, bizzat anlatan kişinin başından geçmiş gibi. Özellikle babaannem yapardı bunu. Dün gece dahi kız isteme merasimi ile ilgili bir mesel anlattı.
İlk bilinçli okuma serüvenim lise dönemimle birlikte başladı. Her okuduğum metni, kahramanları çevremle özdeşleştirirdim. Hâlâ yaparım bunu. Bir de önüne geçilmez bir merak vardı içimde. Hazro’yu çevreleyen dağların ardında acaba nasıl yerler var diye. Şu an o dağların ardında, başka dağlara sırtını yaslayan bir ilçede öğretmenlik yapmaktayım. Ve işin ilginci bu dağların ardını da merak ediyorum. İşte bu merak, yazma serüvenimin ilk ateşleyicisidir.
Yazdığım ilk metinler teknikten yoksun, iç dökmelerden ibaretti. Yolumdan alıkoymaya çalışanlar da oldu, cesaret verip destekleyenler de. Beş veya altı öyküm dergilerde yayımlandıktan sonra kitap fikri kafamda oluşmaya başladı. Yani bir kitap yazma fikriyle masa başına oturanlardan değilim. Yazdıklarım beni kitaba götürdü.
Yazdığın öykülerden hiçbirinin kitaba adını vermediğini görüyoruz. Neden Toprakta büyür mü insan?
Öykülere isim vermekte her zaman çok zorlandım. Bu yüzden dostlarımdan fikir almayı ihmal etmedim. Ancak kitaba isim verirken çok zorlandığım söylenemez. Dosyamı tamamladıktan sonra son okuma yaptım. Henüz bir isme sahip değildi. Hemen hemen her öykümün ana ekseni ölüm. Mutlaka oraya vurgu olmalıydı. Bir öyküyü seçip diğerlerinden ismen bile olsa üstün kılmak istemedim. Ve benim için en önemli noktalardan biri başlığın bir soru içermesiydi. Sorular merak uyandırır.
“Ölüm Kokan Boşluk” adlı öykümde geçen şu ifadeler kitabın genelini yansıtması açısından önemliydi: “Ölüm? Nedir ölüm? Nefesin tükenmesi mi? Anne karnından adım atıyor dünyaya insan. Ağlıyor. Gülüyor. İyiliğe düşüyor önce. Sonra kötülüğe bulanıyor. Doğanın ayağında pranga halini alıyor zamanla. Ve dur diyor doğa. Vakit geldi. Ve geliyor vakit. Göçüyor biri daha toprağın derinliğine. (Toprakta büyür mü insan?)”
Öykülerinin kilit sözcükleri ölüm, toprak ve vicdan. Buradan hareketle Kerem Bakıcı bize hikâyeleriyle “coğrafya kaderdir” demek istiyor diye düşünebilir miyiz?
Kişiliğimizin oluşmasında doğduğumuz aile, o ailenin içinde bulunduğu toplumun etkisi yadsınamaz. Coğrafya kader midir? Orada doğmak kaderdir belki. Ama o kaderi değiştirme olanağına sahip olup da bunu değiştirmeden yaşamak ve ölmek kadere dâhil değildir. Mücadele önemli.
Öykülerin çoğunda merkeze konumlanan tema ölüm olmasına rağmen umutsuzluğun altından sızan umut dikkat çekiyor. Kel Tepe’de Uzayan Gölge’de ise Haris’in saf ruhundaki umudu net bir şekilde görüyoruz. Öyküler okur için bir umut ışığı olur mu sence?
Karanlığın ardında her zaman bir ışık olduğuna inananlardanım. Bu bir inanç. Ancak şu bir gerçek ki her yaşamda umut olmadığı gibi her öyküde de umut bulunmaz. Umutsuzluk kokan onlarca öykü var. İnanırsak umut var, inanmadan bakarsak umut yok. İçimizdeki toprağı deşip derinlerinde aramak gerek.
Haris’e gelecek olursak. Öykünün finali için Haris öldü diyenlerden tutun da, güneş eğik açıyla geldiği için gölgesi uzadı diyenlere kadar türlü yorum yapıldı. Dikkat ederseniz boyu uzarken ayaklarının dibine damlayan terlere eşlik eden gözyaşlarıdır. Belki de Haris’in boyunu uzatan, ya da boyunu uzamış gösteren umudun kendisiydi. Kim bilir?
Kerem, her şeyden önce iyi bir alt yapın var. Edebiyat eğitimi almışsın. Yazarlığın yanı sıra edebiyat öğretmenisin aynı zamanda. Toprakta Büyür mü İnsan’ın yolculuğu boyunca sana kimler, hangi kitaplar eşlik etti?
Edebiyat Fakültesinin akademik anlamda katkıları olduğu su götürmez bir gerçek. Ancak yazma serüvenime katkısı çok oldu mu diye soracak olursanız, pek hissetmedim. Yazma konusunda temel bir gerçek var: Bilinçli okuma. Herhangi bir okuma yapıldıktan sonra hem teknik hem de dilsel anlamda üzerine düşünmek, odaklanmak. Bu bana çok şey kattı. Hem hayal gücümü hem de dili kullanma becerimi zenginleştiren birçok yazar var ama bazılarını şöyle sıralayabilirim: Türk edebiyatında Ferit Edgü, Vüs’at O.Bener, Yaşar Kemal, Ahmed Arif, Edip Cansever; dünya edebiyatından Gabriel Garcia Marquez, Anton Çehov, Franz Kafka, Borges, Dostoyevski. Psikolojide Alfred Adler, felsefede ise Nietzsche.
Yorulduğun, umutsuzluğa kapıldığın, hayal kırıklığına uğradığın zamanlarda kendini nasıl motive ettin?
Daha önce de ifade etmiştim, karanlığın ardında her zaman bir ışık olduğuna inananlardanım. Hiçbir şey yapmadan, oturup pas tutarak o ışığa ulaşamazsınız. Çaba göstermemek umutsuzluğu çoğaltır, onun gıdası budur.
Kitapta edebiyat işçiliğine verdiğin önem göze çarpıyor. Kısa ve diyaloğa dayalı metinlerde bile kendini belli eden oturmuş üslubun, şiirsel anlatımın, yerel sözcükleri metne yedirmedeki başarın. Sözcüklerin büyüsünden devam edecek olursam iyi edebiyatın insanlığa etkisi ne olur sence diye sormak istiyorum.
İnsanlığın tartışılmaz en büyük serveti dildir. İletişimimizin bel kemiği. İyi edebiyat, üzerinde incelikle düşünülüp kullanılan bir dille meydana gelir. Birçok konu asırlardır işleniyor. Aşk, ölüm veya zaman. Bu konuları bıkmadan, usanmadan okumamızın nedeni kullanılan iyi dil değil midir?
İyi edebiyatın insanlığa en büyük armağanı için iletişim ve hayal gücüne olan katkısıdır diyebilirim. Şunu da eklemekte yarar var, “İnsanlığı edebiyat kurtaracaktır,” gibi ütopik bir ifadeye inanmıyorum.
Her öykünün hayata karşı bir duruşu vardır. Senin öykülerinin de politik bir duruşu var. Öykülerin toplumların belleği olma ve bunu diri tutma misyonu var mı? Öykülerini bu açıdan nerede görüyorsun?
İdeolojiden yoksun bir edebiyat düşünemiyorum. Bağıra çağıra ben buradayım diyen ideolojiden bahsetmiyorum. Metne yedirilsin yeter ki, okur bulup çıkarır. Geçenlerde bir yazar arkadaşımız sormuştu: Biraz daha mı serbest bıraksan kalemi? Aslında anlatmak istediğim tam da bu. Daha serbest bıraksam oradaki ideoloji, ben buradayım diye bağırır. Öykü öykü olmaktan çıkıp deneme halini alabilir.
Edebiyatı yaşamdan ayrı düşünebilir misiniz? Ben düşünemiyorum. Politika hayatımızı, geleceğimizi şekillendiriyor. Öykülerimin, gerçekliği göstermesinin yanında umudun da taşıyıcısı olmasını isterim.
Oy Havar adlı öykün bir ölünün dilinden aktarılıyor.” Hem deli kime denir ki? Aklı kıt olana mı, ona sahip olup da kullanmayana mı?” sorusuyla bir çeşit sorgulama aslında. Yine Haydar öyküsü kan davasını konu edinmiş. Bundan yola çıkarak gelenek, töre, toplum üçgeninin edebiyata yansıması ilgili düşüncelerini merak ediyorum.
Edebiyat sırtını tümüyle ya gelenek, töre ve topluma vererek ilerliyor ya da bunların karşısında durarak. Ha bir de tamamen iç dökmeden ibaret olan edebiyat var. Onları ayrı tutuyor, hiç bulaşmıyorum.
Öykülerimde sorgulamalar ön planda, haklısın. Bireysel anlamda özgür düşünce hâkim olmalı. Bu, toplumsal olarak da özgür düşüncenin oluşmasına katkıda sağlar. Gelenek ve töreler eğer ayağımıza prangalar vurmuşsa, onları parçalayıp atmaktan başka çaremiz yok. Oy Havar, Haydar, Ölüm Kokan Boşluk veya Hükmü Veren Allah’ta hem töreye hem de batıl düşüncelere karşı bir duruş var.
Kerem Bakıcı, öykülerinde bilgiyi hazır sunan bir yazar değil. Kapalı anlatımı, anlatmaktan çok işaret etmeyi seçiyor hikâyelerde. Buradan hareketle öykü ve okur arasında yazarın kurduğu bağın sınırları ne olmalı diye sorsam.
Geçmişimi, içimden geçenleri, kısacası hayatımı ha diye ortaya dökenlerden değilim. Anlatmaktan ziyade ipuçlarıyla, hareketlerimle göstermeye çalışırım. Her zaman vardır bir sınır. Bir kitabı okurken de yazara şöyle seslenirim: Bana masal anlatma, o masalı göster.
Teşbihte hata olmaz diyerek James Wood’un Kurmaca Nasıl İşler? İsimli kitabından bir alıntı yapmak istiyorum: “Yazar yapıtında bir tanrı gibi her yerde olmalı ama hiç görünmemeli.”
Kitabın ikinci bölümü birbirine bağlı üç öyküden oluşuyor. Mahalle, arkadaşlık, ihanet duygularının içi içe aktarıldığı bu hikâyeler uzun öykü tadında. Yine öykülerde zaman zaman hissedilen şiirsel aktarım da gözden kaçmıyor. Buradan hareketle ileriki zamanlarda öykü dışında novella, şiir, roman gibi farklı yazım türlerine yönelmeyi düşünür müsün?
Öyküler her zaman hayatımda olacaktır. Ancak uzun zamandır bir roman düşüncem var. Kafamın içinde durmadan ben buradayım diye bağırıyor. Ne zaman ki zihnime sığmaz, o zaman dökülür kâğıda.
Bu güzel sohbetin için kendi adıma ve İshak Edebiyat adına teşekkür ediyorum.
Ben de teşekkürlerimi sunuyorum. İyi ki varsınız.
Söyleşi: Ayla Burçin Kahraman
Comments