top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Lider Erşan İle “Siyah Atın Gözyaşı” Üzerine

İshak Edebiyat okurlarına kendinizden ve “Siyah Atın Gözyaşı” adlı eserinizden bahseder misiniz? Okuru neler bekliyor?

Doğu Anadolu'nun Van Gölü’nü kucaklamış bir kasabasında, memur bir ailenin erkek çocuk beklerken ikinci kız çocuğu olarak gözlerimi ışığa açmışım. Erkek evlat için hazırlanan adım, ailede ve çevrede tartışma konusu olsa da, babamın “Ben kızıma verirsem, bu ad kız adı da olur,” inadıyla adım “Lider” olmuş. Adım mı beni, ben mi adımı taşıdım, bilemiyorum ama bu addan da bir şikayetim olmadı.

Çocuk yaşımdan beri yazmaya hevesliydim. Babamın karlı kış gecelerinde aileyi masa başına toplayıp yerli yabancı birçok romandan bölümler okuması, içimde edebiyat sevgisinin ve yazma hevesinin uyanmasında etkili olduğunu sanıyorum. Meslek olarak edebiyat öğretmenliğini seçmiştim. Mesleğim ve çocukluk yıllarımda babamın görevi nedeniyle gittiğim Anadolu'nun pek çok ilini, ilçesini görme, inceleme şansım olmuştu. Her köy, her kasaba, her şehir dağarcığıma yeni bilgiler eklemişti. Rastladığım kişilerin her biri benim için bir öykü kahramanıydı. Görünen hayatlarının dışında görünmeyen hayatlarını da düşledim ve yazdım. Bence yazmak bir tutkudur ve ben yazma tutkusuna yakalanmış durumdayım, yazmazsam yaşayamam.

Son görev yerim İstanbul Kadıköy Anadolu Lisesi idi. Emekli olduktan sonra Büyükada'ya yerleştim. Yaşamım boyunca belleğime ve saman yapraklı koca not defterime kaydettiğim notlarımı ortaya koydum ve ilk öykü kitabım “Kadınların Öyküleri”ni yazdım. Sonra “Setenay-Bir Çerkes Kızı” ve “Devlet Koydum Adını” romanlarımla devam ettim. 2020 Haziran ayında “Siyah Atın Gözyaşı” okuyucu karşına çıktı.

Yeni öykü kitabım, “Siyah Atın Gözyaşı” yaşanmış bir öyküyü dinlediğimde doğdu. Anne atalarımın Çerkes oluşu nedeniyle büyüklerimden birçok Çerkes yaşanmışlığı dinlemiştim. En ilginçleri atlarla insanların bütünleştiği öykülerdi. Oğlum Andaç tasarımcıdır, kapak grafiğinde düşümdeki ağlayan atı resmedince, kitabın adı kendiliğinden çıkmış oldu. Öykülerimin her birini ayrı severim ama bu öykü Çerkesya'dan gelmiş, öksüz ve korunası bir evlat gibi gelir bana. Bu kitapta okuyucuyu, belki de hiç görmediği insanların yaşanmışlıklarıyla karşılaşmak bekliyor.

Mesela “Eğinli Gelin”i okuduktan sonra Karanlık Kanyon’a gitmek isteyeceklerini düşünüyorum. Bu öyküyü yazarken iki kez Kemaliye’ye gittim. Kaldığım otel eski bir konaktı, başımı pencereden uzatıp muhteşem Karanlık Kanyon’a ve nehre baktığımda, her seferinde öykünün başka bir öğlesiyle karşılaşıyordum.

“Harputlu Nare” ile öğretmenliğimin ilk yıllarında karşılaşmıştım. “Alla seversen beni yaz,” demişti. Onu kırabilir miydim? Yazdım.

Nazım Hikmet adlı gazete çıkaran üniversiteli kahramanıma öyküsünü kendi cümleleriyle anlattırmayı yeğledim.

“Tango Gelin” İzmir’den Doğuya gelin giden, Girit göçmeni bir ailenin kızı olan akrabamdı. İzmir kabadayılarından Nihat'ın yeğeni Fazilet ile İzmir’e kurs için gelen şarklı memur Fikret’in evlenmeleri, yaşamları ve iki kültürün ayrışan yanları vurgulanıyor bu öyküde.

“Piçin Anası”nda, bir yakıştırmanın, bir hitabın insan yaşamında ne kadar önemli olduğunu, belki de yaralayıp acı verdiğini, bazen beklenen bir cümlenin, bir hitabın dünyalara bedel olabildiğine tanık oluyoruz.

“Bahriyeli” okuyucuyu savaş yıllarına götürüyor. Bahriyeli Şeref, evlendiği gece donanmaya çağrılıyor. Savaşın acıları yanında şaşırtıcı bir yaşam serüveni var bu öyküde.

“Kırmızı Mintanlı”nın hikâyesinde okuyucuyu, kanlılarından ve töreden kaçan aile ile Van Gölü’nden Çukurova’ya çıkardım ama kanlıları ailenin peşini bırakmadı. Okuyucu, kırmızı mintanı merak etsin istedim. Bu kitapta her öykü kendi mekânını hazırladı ve kendini anlattı, bana da onları okuyucuyla buluşturmak kalmıştı ve ben onu yaptım.

Gustav Mahler, "Gelenek, küllere tapınmak değil, ateşi harlı tutmaktır," der. Öyküleriniz adeta ateşi harlı bir anane barındırıyor. Neler söylersiniz?

Öykülerimde ateşi harlı tuttum mu bilmiyorum ama okuyucunun merakını kamçılayıp heyecanın sürdürülmesini sağlayabildiğimi sanıyorum.

Kitaba adını veren “Siyah Atın Gözyaşı”nda “Dini dinimize, töresi töremize uymasa da, gönlü gönlüme uyar,” sözüyle bir nevi geleneğin kırılmasına şahit oluyoruz. Bu ve benzeri kırılmalar beraberinde neleri getirdi?

Toplumlarda gerektiğinde geleneklerin kırılabileceğini zaman zaman oba, halk, cemaat olmanın ötesine geçilip insan olmakta buluşulabileceğini vurgulamak istedim.

Biraz da günümüz öykü dünyasından konuşalım isterim. Yeni formlar, teknikler, biçemler, kurgular... Sizin öykü evreninizde neler var?

Ben, alışılmış formlara bağlı kaldığımda yazarken kalemime pranga vuruluyor hissine kapılırım. Eski veya yeni formlara, kalıplara bağlı kalmayı sevmiyorum. Yeni tarzlar deniyorum, öyküleri içimizden geldiği gibi bazen ben, bazen kahraman kendi anlatıyor. Daha doğrusu her öykü biçemini kendi seçiyor. Böylesinin daha sahici olduğunu düşünüyorum.

At ve kırmızı metaforunu kullandığınız öyküler ön planda bana göre. Ayrıca köy de kitabın merkezinde yer alıyor. Çerkeslerdeki at kültürü ve kırmızının yeri nedir? Merkeze aldığınız izlekler üzerine konuşalım isterseniz.

Öyküde metafor kullanmak hoşuma gidiyor, dikkati diri tuttuğuna inanıyorum. Çerkeslerdeki at sevgisi belki de zorunluluktan doğmuş Kafkasya'nın zorlu coğrafyası, Ruslar gibi zorlu bir düşmanla mücadele mecburiyeti, Çerkes insanını atla bütünleştirmiştir. Bu ilişki zamanla sevgiye ve vazgeçilmezliğe dönüşmüştür. Çerkes-At ilişkisi çok daha ileri yorumlar kazanmış. Çerkesler, “İnsan atı değil, at insanı terbiye eder” veya “Birini tanımak isterken onun atına baktın mı,” diyerek, kişinin atının onun ayinesi olduğunu vurgulamak isterler. Kırmızı da severek kullandığım bir metafordur. “Kırmızı Mintanlı Gominist” öyküsünde kırmızı İle Anadolu'daki kan davasına ve başkaldırışa dikkat çekmek istedim. Öykülerimin odağına az bilinen, az gidilen yerleri almayı tercih ediyorum. Olayları alışılmışın dışındaki mekânlarda öyküleyip okuyucuya sürpriz yapmak istiyorum.

Öykülerinizin bir derdi var. Ziya Gökalp der ki: “Bugün siz yazarlar, elinizdeki kuvveti biraz bilseydiniz, az zamanda memleketin ahlâkını değiştirebilirdiniz.” Derdi olan her türdeki yazılarımızla okura düşüncelerimizi aşılamak istiyoruz. Sizce insanlara ne derece ulaşıp onları değiştirebiliyoruz?

Elbette öykülerimin bir derdi var. Konuşulamayanları, anlatılmayanları, saklanıp söylenemeyenleri anlatmak istiyorum. Daha çok kadınlar yakama yapışıp “Biz anlatamıyoruz, sen anlat, sen yaz yaz ki neler yaşadığımızı herkes okusun, öğrensin. Belki o zaman bizi anlarlar,” diyorlar. Ben de yazıyorum. Yazdıkça yazmak istiyorum. Hele okunuyorsa çok çok rahatlıyorum.

Bu keyifli söyleşi için teşekkürler Sayın Yıldırım. Bana söylemek isteyip de söyleyemediklerimi söylettiniz.


Mahmut Yıldırım

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page