Orhan Duru’nun üçüncü öykü kitabı Ağır İşçiler (1974) yeni bir editörlükle Yapı Kredi Yayınları’nda
Ağır İşçiler, klasik öykünün kalıplarını bozarak başka bir anlatı dili geliştiren 1950 Kuşağı’nın ele avuca sığmaz yazarı Orhan Duru’nun ayrıksı kitaplarından biri. Yazar, 1960’lardan itibaren gelişen toplumsal bilinci, siyasal ve tarihsel gelişmeleri kendine özgü yaklaşımlarla öyküleştiriyor.
Orhan Duru sözü kırk parçaya bölerek düşün gerçeğini, saçmanın anlamını, umutsuzluğun neşesini yaratıyor.
“Bu sırada çok önemli bir olay ortaya çıktı sol kolum üzerinde.Saatli olan sol kolum belki de saatlerce kalmıştı aynı biçimde yastığımın üzerinde ve başımın altında, bu yüzden uyuşmuştu ve kendinde değildi ve daha bilinçlenmemiş ve sınıf bilincine ulaşmamıştı.”
“Katil Buse”, “Melek Sanmıştım Şeytanı”, “Gönül Ticareti”, “Çocuğumun Babası”... Hüseyin Rahmi Gürpınar, o hiçbir detayı kaçırmayan, en gizli sevdaları, en derin yaraları görmekte usta gözlerini bu sefer kapalı kapılar ardında, karı kocalar ve metresler, âşıklar üzerinde gezdiriyor. Hüseyin Rahmi’nin sadakatsizleri size gönül ilişkilerinin en mahrem sırlarını vermek üzere bu ciltte bir araya geliyor.
“Ben karımı seviyorum. O da başkasına gönüllü. Bırakayım da büsbütün sevgilisine mi gitsin? Hayır. Öldüreyim de aşkım toprağa mı gömülsün? Hayır. Sevmek hayatın en büyük lezzetidir. Sevgiyi şiddetlendiren kıskançlık bu tadı arttırıyor. Karım bana ihanet cehenneminin alevleri arasında cennetin gül bahçelerini gösteriyor. Cennetin lezzetlerini cehennemin alevleriyle karıştırarak beni öldürüp öldürüp diriltiyor. Ben bu anlatılmaz zevkin alevleri içinde Âşık Kerem gibi tüterek yanıyorum.”
Mahmut Yesari’nin eserleri nadiren mutlu sonlarla biter. O karakterlerine karşı oldukça acımasızdır. Öykü ve romanlarına, kendi sonunu çağırırcasına, karanlık, acılı, yürek burkucu sonlar seçer. Kahramanları da genellikle kaybeder. İnançlarını, aşklarını, umut ya da hayatlarını kaybederler birer birer. Bu seçkide yer alan üç uzun öykünün kahramanları da bu kaybedenlerdendir.
“Taş Bebek”te Füsun’dan hoşlanan, bu güzeller güzeli kızın kalbinde yer etmeye çalışan Fatin ve Haluk’un sonu hüsran olacaktır. “Bir Rüyanın Hatırası”nda Remide, yaz aşkı Cin’in aslında sandığı gibi bir genç adam olmadığını öğrenip hayal kırıklığına uğrar. “Sevda Geceleri”ndeyse pek çok kadınla gönül eğlendirdikten sonra Süheyla’da karar kılan Ekrem, tam da saadetin eşiğindeyken geçmişi karşısına dikilecektir. Süheyla da Ekrem de… Hepsi, ama hepsi kaybedecektir.
“Hayatta sürekli sevinç yokmuş.”
Bizim Hikâye, Osmanlı’dan günümüze edebiyatımızda öykünün izini süren, öykücülüğümüzü var etmiş, geliştirmiş yazarların eserleri arasından en güzellerini, en başarılılarını, en önemlilerini belirli bir tematik bütünlük gözeterek ortaya koyan, 1850’lerden 1950’lere kadar bir asırlık öykücülüğümüzün verimlerini bir araya getiren bir kitap dizisi.
Bizim Hikâye dizisiyle birlikte, hem öykücülüğümüze dair bütünlüklü bir söz söylemek hem de yeni öykücüler keşfetmek üzere farklı yolculuklara yelken açıyoruz.
Bir sabah, uykunun en tatlı yerindeyken, kapı zili acı acı öttü.
Bülbül zillerdendi, bana çocukluğumun geçtiği Aydın’daki aile evini, o evdeki mutsuzluğu ve yoksulluğu hatırlattığı için sevmezdim, ama değiştirmeye de cesaret edemiyordum, maziyle iyi kötü bir bağdı neticede.
Kalktım. Dedim herhalde ev arkadaşlarımdan biridir. Anahtarını falan unutmuştur. Açtım kapıyı, hoca, babam ve amcam karşımda duruyordu.
Sabahın daha o saatinde sallanıyorlardı içkiden.
Babamın elinde büyükçe bir bavul vardı.
Hoca, Baba, Amca, Ben, Murat Uyurkulak’ın 2017-2020 arası yazdığı öyküleri bir araya getiriyor. Kitaba adını veren ilk bölümde dört karakter üzerinden anlatılan hikâyeler var. Bu karakterlerden üçü, anarşistlikten komünistliğe uzanan muhtelif muhalif tonları olan üç alkolik. Gururlu, dürüst, yoksul, dışarıdan bakıldığında “kaybeden” diyebileceğiniz, ama kendilerini asla kaybetmiş görmeyen, hayat, memleket, dünya ve insanlar hakkında söyleyecek bolca sözleri olan, entelektüel karakterler. Rakıları, muhabbetleri, şehirleri ve ufaktan yaşadıkları gönül maceralarıyla her şeye rağmen kendileriyle barışık ve eğlenceli insanlar. Onların düşüncelerini ve hikâyelerini ise “oğul, yeğen ve öğrenci” olan, ortalarındaki “Ben” karakteri sayesinde okuyoruz. İkinci bölüm “Tuhaf Şahıslar Albümü”ndeyse ilginç karşılaşmalar, hayata gölgesini ya da ışığını düşüren anekdot ile anılar ve kimini okurların yakından tanıdığı çeşitli figürlerin ustalıkla hikâyeleştirilmiş dokunaklı portreleri yer alıyor.
Kardeşler, sevgililer, arkadaşlar arasında kökleri derine giden ve asla dillendirilemeyen kırgınlıklardan, acılardan beslenen yalnızlık öyküleri bunlar. Kocasının beğeneceği bir yahni pişirmenin peşinde hayatını harcayan kadınlar, yıllarca beraber yaşadıkları halde birbirine yabancı çiftler, uçurumun kıyısında süren ilişkiler, cinayet ve intihar arzusuyla gölgelenmiş hayatlar, ölüme doğru koşulan bir ömrün anlamını sorguluyor.
Derya Sönmez ilk öykü kitabı Sırça Kanatlar'da narin kanatlarıyla kendi yarattıkları cehennemlerden kaçmaya çalışan karakterlerin hikâyelerini anlatıyor.
Önce İstanbul, Sonra Hep Cunda ve Kocam Yine Âşık Oldu adlı kitapların yazarı Deniz Çöğendezoğlu, yeni öyküleriyle okurlarının karşısına çıkıyor. Buz Üzerinde Tango’da, kadına, insana, doğaya, hayata dair kısa ve vurucu anları, zaman parçacıklarını yakalayan yazar, bazen kendisiyle ve gölgesiyle konuşuyor, bazen de içinden çıkamadığımız pek çok çemberi işaret ediyor bize. İlişkiler, karşılaşmalar, ayrılıklar ve düşler üzerine sıcak, tanıdık öyküler…
Sahipsiz Şeyler'de olaylar, birbirlerinin tamamlayıcı ve yaralayıcı rolüyle ilerliyor. Kim ne kadar masum ve masumiyet kimi ne kadar ilgilendiriyor?
Kötülüğün ve cezanın örselenmiş karakterler üzerinden tartışıldığı öykülerde Gökhan Bakar, katmanlarını karanlık dehlizlere, herkesin gözü önüne inşa ediyor. Film şeridinin koptuğu yerdeyse kurbanlığı ve failliği üzerinden çıkarıp atanın kimliği meçhul. Yargılar bu kurguda anlatılmayanların, boşlukta bırakılanların altını çizerken sıfatları sahiplendirmenin, husumeti bir çırpıda yorumlamanın derdinde. Suçluluğun yansıtma alanını şiddet basmakalıplarıyla bozan Sahipsiz Şeyler, iyi ile kötünün savaşına yeni bir çentik.
… Bunun ölümü tecrübe eden bir söz olduğunu şimdi biliyorum. O zaman karanlıkta düşündüklerim başkaydı. Yaz tatili, tiyatro gösterileri, konserler, sinemalar, katil kim oyunu… Unutamayacağım aşklar ve türlü sarhoşluklardı. Uyku yerine hatıralara uzanmak gibi sanırım. Gözüm arkada kalmadı diye büyükleneceksem şu saydıklarımla dolmalı o negatif. Son perdede son arzun değil, en sevdiklerin gösterilir. Öyle derler. Sandalyenin lime lime kolları, elimden düşürmediğim porselen bardak, Osman Hamdi'nin yapboz tablosu, onlarca not kâğıdı ve gri şapkalı lamba etrafında dönüyor dünya. Kalbim yavaşlıyor, klavyeyi ters çevirip masaya vurduğum anlardaki sesi duyuyorum: Tak tak! Tak tak!
Aklın aldığından daha fazlası dünya. Biraz daha güzel, biraz daha çirkin, hem kocaman hem el kadar. Nereye koysak orada eğreti, neyine eğilsek orası kirli. Ama aklımız da öyle. Dünyanın sandığından daha büyük, berrak ve kara. İkiz kardeş gibiyiz onunla biz. Herkes çekinmeden bize bakıyor işe yaradığımızda. Ama eğilen yüzünü görmeye eğiliyor, kimsenin dudak izi yok suyumuzda.
Tuba Kumaş, ikinci öykü kitabı Uç'ta düş ile gerçeği birbirine kopçalıyor. Bir sürü pencere açıyor okur için, yeni kapılar inşa ediyor. Duru dili ve özenli kurgusuyla uzun süre akılda kalacak bir kitap.
"Hafızam yavaş yavaş silindi. Günleri, saatleri şaşırdım. Gece yarısı kocamı uyandırıp kahvaltı masasına oturttum. Hafta sonu tatillerinde çocukları okula hazırladım. Güneşli havalarda boyunlarına birer atkı doladım, yağmurlu havalarda üstlerinde incecik elbiselerle dolaştırdım."
Arda Arel’in öykülerinde öyle diyarlar vardır ki su perileri, Ahu adında kör bir kadının gözlerinde yaşar. Vakit bu yüzden hep gecedir. Kökleri göğe bakan ağaç dalları, durmadan toprağı eşeler. Zaman kadar eski hanlar vardır yollarda, gövdesinde kurtlar. Yolunu arayan ozanlar, binbir ilah ormanları ve yedi yüzlü ulu ağaçlar. Ozan’ın Kayığı, durmadan kaynayan bir kazan gibidir. Ozan, ateşin anlattıklarından daha iyisini anlatmıyorsa onu dinlemek vakit kaybıdır der hancı. Vakit kaybıdır, bu yüzden “Ateşe bakarlar.” İsmail’in yedi düşü, yedi yaşamı çağırır. Rüyasında kartal gören çocuklar, bir gün ötelerin ötesine uçabilir. Kimileri çita gibi koşar kimileri ceylan gibi ölür. Yokuş Kent’te bir ressam hikâyeye yol çizebilir. Ölü Piksele Ağıt, bambaşka dünyalara açılan son kapılardan biridir.
Başkalarının Çiçekleri eseri, yirmi beş farklı yazarın öyküyü tanımlayışlarını, duygu ve düşüncelerini öykü türüyle nasıl anlattığını içermektedir.
Bu kitap, genç okurlara ve tüm öykü âşıklarına yazılmıştır. Dünyanın zor zamanlar geçirdiği bu günlerde, kimi öykülerde olanı, kimi öykülerde ise olması gerekeni, hayal ettiğimiz o güzel dünyayı büyük bir istekle anlatmaya çalıştık. Nerede olduğunuzu, kim olduğunuzu, ne yaptığınızı ve politik eğilimlerinizin neler olabileceğini önemsemeden, sadece okumak istediğiniz öyküleri yüksek sesle yazmak istedik.
Ustamız Sait Faik’in dediği gibi:
“Haksızlıkların olmadığı bir dünya… İnsanların hepsinin mesut olduğu, hiç olmazsa iş bulduğu, doyduğu bir dünya… Hırsızlıkların, başkalarının hakkına tecavüz etmelerin bol bol bulunmadığı… Pardon efendim! Bol bol bulunmadığı ne demek, hiç bulunmadığı bir dünya…”
Okumak yükümüzü hafifletsin, o dünyayı hep beraber bulalım.
Farklı bir âlemdesiniz ama bulunduğunuz noktaya çok aşinasınız. Başka bir insanı başka bir dille; biraz şairane, biraz hakikat kadar sert bir sesle dinliyorsunuz, ama dinlediğiniz aslında sizsiniz. Siz değilseniz bile şu sağ tarafınızda bulunan, o değilse soldaki, arkanızdaki, önünüzdeki belki. Fakat çok yakınlarda bir yerde olmalı. Yine de her şey bu kadar net değil, muğlak. Muhayyilenizde ne kadar yer açarsanız o kadar imge dolacak içeriye, ufuklar sınırlarını genişletecek; öykü, öykü olmanın hakkını verecek. Serçe Risalesi bir rüyayı andırıyor. Başkasının dinlerken kendini bulanların rüyasını...
Comments