Başlamadan, Yazının Uzun Oluşuna Dair Bir Not:
Sait Faik Abasıyanık’ın “Plajdaki Ayna” öyküsü, içinde, onu özel ve ilginç kılan, aynı zamanda da çözülmeyi bekleyen bir bilinmezlikle karşımıza çıkar. Öykü okunup bitirildiğinde de görülür ki bu bilinmezlik, açık edilmemiş bir şekilde hâlâ ortada durmaktadır.
Bana göre, bu bilinmezliğin çözümlenmesi için metnin kurgusu, dili, kahramanları, diyalogları... ve onların da ilintili olduğu diğer pek çok şey tek tek gözden geçirilmelidir. Bunun yapılabilmesi için de metnin parçalanması, bir puzzle gibi, onu var eden parçaların teker teker ortaya saçılıp dökülmesi gerekmektedir. Bu yapılmazsa zannederim ki her “Plajdaki Ayna” okuması eksik veya hatalı olacaktır. Durum böyle olunca da onun hakkında yazılacak herhangi bir inceleme yazısı, doğal olarak uzun olacaktır. Bu metin de -ne kadar kısaltmaya çalışsam da- öyle olmuştur.
Bu vesileyle -baştan söylemek isterim ki- bu uzun metnin okunup bitirilmesinde, kalemimin tekleyen akışından ve cılız gücünden ziyade siz okuyucuların sabrına güvendiğimi bilmenizi isterim. İyi okumalar...
“Plajdaki Ayna” Öyküsünün Önemi
Sait Faik Abasıyanık’ın “Plajdaki Ayna” öyküsü hem kurgusu hem anlatımı hem de içinde barındırdığı muğlaklıkla bizlere ilginç bir metin ve okuma sunar. Bu yönleriyle de diğer Sait Faik Abasıyanık öykülerinden farklı, özel bir yere sahiptir.
Öykünün Özeti
Öykünün isimsiz erkek kahramanı, durduk yere plajdaki bir aynayı kırar, bu olayın ardından da onu yakalamak isteyenlerden kaçarak kurtulur. Sonradan kendi ağzından anlattığı, bu ayna kırma işini ise neden yaptığını, dile getirdiği akıl yürütmelerle okuyucuya bilmediğini söyler. Onun aynayı kırdığını görenler ve bir şekilde bu olaydan haberdar olanlarsa onun deli olduğunu düşünürler. O ise bu ve benzeri tüm ithamları reddeder.
Adam, aynanın kırıldığı gün, aynayı kırmadan önce, bir zeytin ağacının altında zeytinlerle oynayan dokuz yaşında, fakir bir çocukla karşılaşır. Onunla sohbet eder. Sohbet esnasında çocuğun annesi ortaya çıkar. Adam, çocuğun da yönlendirmesiyle kadın ve çocuğun yaşadığı mahzene gider ve çocuğun gözü önünde kadınla birlikte olur.
Yaşadığı cinsel birliktelikten sonra da mahzende kalmasını gerektirecek bir şey olmadığından mahzeni terk eder ve başındaki zonklamadan kurtulmak için doğruca plaja koşar. Serinlemek için denize girer, devamında da plajdaki aynayı kırar. Bu olayın ardından onu kovalayanlardan kaçarak uzaklaşır.
Olay mahallinden kaçmış olsa da plajdan fazla uzaklaşmaz. Akşama kadar plajın oralarda saklanır; akşamüstü, aynayı kırdığı plajın yanından mutlu mesut bir adam tavrıyla, ıslık çalarak geçer.
Öykünün Başlığı Hakkında
Öykü için seçilen başlık öyküyle bire bir uyumludur. Öykünün başlığı (Plajdaki Ayna) bir sıfat tamlamasıdır. Bu tamlama, öyküdeki olayın gerçekleştiği mekândan okuyucuyu haberdar etse de aynanın durumuna dair okuyucuya herhangi bir ipucu vadetmez. Mekân (plaj), denizi, dinlenmeyi, yüzmeyi, arınmayı çağrıştırır. Ayna da yansıtmayı, görünmeyi... Denizin de yansıtma işlevi düşünüldüğünde daha başlıktan öykünün bir yansıtma, yer değiştirme gelgitlerine konu olabileceği düşünülebilir. Ki bu da hiçbir şekilde yanlış bir okuma olmaz.
Öykü Karakterleri, Diyaloglar, Mekânlar ve Bunlar Üzerinden Bazı Çıkarımlar
Bu bölümde öykü kahramanları tanıtılırken adam-çocuk-kadın arasında geçen diyalogların bazıları da özellikle alıntılanacaktır. Bu alıntılamalar, öyküdeki birkaç gösterenle de birlikte, bize farklı bir “Plajdaki Ayna” okuması sunacaktır.
Öyküdeki karakterlere gelirsek. Öyküde, yaptığı eylemin altında yatan sebebi söylemeyen bir adam vardır. Diğer öykü kişileri ise çocuk ve çocuğun annesi; adamın aynayı kırmasına şahit olan veya bunu sonradan öğrenenlerdir.
Öykünün hemen başında ben anlatıcı kimliğiyle ve yaptığı eylemin sebebini açıklamayan akıl yürütmeleriyle öykünün ana karakteri adam karşımıza çıkar. Adamın adı, yaşı, mesleği öyküde geçmez. Olayı ve olayın yaşandığı günü yine aynı gün onun ağzından dinleriz.
Adam, olayın yaşandığı gün bir çocukla ve onun annesiyle karşılaşmıştır. Karşılaşmalar, bir zeytin ağacının altında gerçekleşir. Adam, bu zeytin ağacının altında önce çocukla karşılaşır. Çocuk; mavi gözlü, dokuz yaşında, ev olarak kullandıkları harabeden çıkıp vaktini oyun oynayarak geçiren, okula gitmeyen, başı boş bir karakterdir. Karşılaşmanın hemen başında çocuk, adama yerden topladığı zeytinleri uzatır, ardından da adama zeytinlerin onun olup olmadığını sorar, adam zeytinlerin kendisinin olduğunu söyler:
– Sizin mi bunlar? dedi.
– Benim ya, dedim.
Diyalog zeytin üzerinden bir süre daha devam ettirilir. Diyalogda çocuk, babasının olmadığını, öldüğünü söyler:
– Senin baban kim, dedim.
– Benim babam yok, dedi.
(...)
– Benim babam ölmüş, dedi.
– Nerede ölmüş.
– Muharebede?
– Hangi muharebede?
– İstiklâl Muharebesi’nde.
Çocuğun bu yoksunluğu, adamda çocuğa karşı güzel duyguların ortaya çıkmasına sebep olur.
İçimden dostum, kardeşim, canım, ruhum, evlâdım, ciğerim benim, dedim.
Devamında da adamla çocuk arasında yine zeytin üzerine şöyle bir diyalog gerçekleşir:
– Oyna zeytinlerle ama, dedim, sakın, taş atma e mi!
– Hayır, benim değil. Bu zeytinler kimsenin değil.
– Eve götüreyim mi bunları?
– Bunlar düşmüş; buruşmuş, iyi değil, kurtludur.
– Öyleyse oynarım, dedi.
– Oyna ama; sakın yine ısırma. Hepsi acıdır.
– İyileri de mi acıdır?
– İyileri de acı olur.
– Sonra nasıl tatlılaşır?
– Onu ben de pek iyi bilmem.
Yukarıdaki diyalogda geçen altı cümle, benim okumamda, öykünün çözümlenmesi adına dikkate değerdir. Bunlar da aşağıdaki cümlelerdir:
– Sizin mi bu zeytinler?
– Hayır, benim değil. Bu zeytinler kimsenin değil.
Bu üç cümle bize adamın karakteri hakkında ipucu sunar. Daha önce zeytinlerin kendisinin olduğunu söylemiştir şimdi ise bunu yalanlamaktadır. Bu cümlelerden şuraya da varabiliriz: Zeytin kimseninse o zaman o, kimse olmayan bir varlığındır. Bu konuya sonra değineceğim. Ayrıca bu cümlelerle adamın önce söylediklerini sonra yalanlayabildiğini görürüz. Bu yalanlama, acaba onun kendisine ait olmayan bir şeye sahip olmak arzusunun dışavurumu olarak okunabilir mi? Bunu da ayrıca düşünmemiz icap etmektedir?
– Oyna ama; sakın yine ısırma. Hepsi acıdır.
– Sonra nasıl tatlılaşır?
– Onu ben de pek iyi bilmem.
Bu üç cümle ise alıntılan diğer tüm cümlelerle birlikte öyküyü farklı bir bakış açısıyla okumamızda bize dayanak teşkil edecektir.
Adam, kundura boyacısı olmak isteyen çocuğun fikrini değiştirmek için ondan kundura boyacılığından daha üst sosyal statüde yer alan çeşitli meslekleri düşünmesini ister. Yine bu diyaloglardan öğretmenlik mesleğinin söz konusu edildiği kısım dikkate değerdir:
– Peki, dedim, öğretmen ol.
– Ben mektebe gitmiyorum ki.
– Neden?
– Öğretmen beni dövüyor.
– Neden?
– Yaramazlık ediyorum da ondan.
– Sen de yaramazlık yapma.
– Ben yaramazlık ne demek bilmiyorum ki.
– Öğretmenin yapma dediği şey, dedim.
– Belli olmuyor ki!.. Bir gün arkadaşımın biri “Çamaşırcının piçi!” dedi. Ben de dövdüm onu. Öğretmen de beni dövdü. Ondan sonra hep çamaşırcının piçi diye çağırdılar. Hiç kimseyi dövmedim. Yaramazlıkmış diye. Birkaç gün sonra yanımdaki arkadaşın iki kalemi vardı. Birini aldım. Hırsızsın sen, diye dövdüler. Benim kalemim yoktu aldım. Sonra o da yaramazlıkmış, hem de çok fena bir şeymiş. Bir daha kimsenin kalemini almam dedim. Defterini aldım. Bu sefer hem dövdüler hem mektepten kovdular.
– Çok fena yapmışsın.
– Fena yaptım. Ben adam olmak istemiyorum ki.
– Ne olmak istiyorsun ya?
– Boyacı olacağım dedim ya. Ahmet ağabeyim de boyacı.
Diyalogdaki şu iki cümle “Ben yaramazlık ne demek bilmiyorum ki. Öğretmenin yapma dediği şey, dedim.” ve onun da altında tekrar alıntıladığım şu cümleler: “Bu sefer hem dövdüler hem mektepten kovdular. Ben adam olmak istemiyorum ki.” bilmem, bizlere bir şeyler çağrıştırıyor mu?
Adamla çocuğun yanına, çocuğun annesi gelir. Kadın; çamaşırcılık yapan, dul, erkeklerden bedenini esirgemeyen, baş örtülü, yüzü yuvarlak, tatarımsı bir karakterdir.
Adam, kadın, çocuk zeytin ağacının altında ortak bir diyaloga girişirler. Bu ortak diyalog sırasında çocuğun annesinden tokat yemesi ve ardından ona söylediği söz, öyküdeki merak unsurunun giderilmesinde aynanın kırılması kadar önemlidir. Çocuk, tokat yedikten sonra yıkık bir duvarın kenarından annesini, adamla şehvete davet eder.
Çocuk (zeytinleri) yine suratıma attı. Anası bu sefer suratına tokadı yapıştırınca hızlı hızlı viraneliğe doğru uzaklaştı. Orada yıkık bir mescit duvarının kenarından:
– Al, herifi de götürsene mahzene, dedi.
Annesi: Utanmaz, hınzır.
Diyerek çocuğa doğru koştu. Bana da bir göz atmayı unutmadı. Büyülenmiş gibi kadını takip ettim. Kapı yerine takılmış bir çuvalın yırtığından içeriye girdik.
İçeriye girer girmez adam ve kadın kendilerini şehvetin kollarına bırakırlar. Çocuğun durumu ise şöyle verilir:
Küçük çocuk kulübenin kenarına yığılmış taşlardan yukarda bir deliğe sıkışmıştı. Kafasını uzatmış mavi mavi bize bakıyordu.
– Çocuk? dedim.
Kadın: Aldırma, dedi. Alışıktır.
Belki yarım saat çocuk sabit gözlerle bize baktı. İkide bir ne zaman cebine koyduğunu hatırlamadığım yeşil zeytin tanelerini kafamıza atıyordu.
Çocuk, onlar birlikte olurken adamdan para koparmak için boyuna değişik sesler çıkarır. Annesi bu sesleri en sonunda yine ona tokat atarak susturur. Bu tokattan sonra çocuk susar, sanki görevini yapmış edasıyla bir köşeye çekilir, orada bir köpek gibi yatar.
Adam birlikteliğin sonunda, mahzenden çıktığında kendini şu şekilde hissettiğini ifade eder:
...yalnız mahzenden çıkar çıkmaz kuyudan sıcağa çıkarılmış bir testi gibi terlemiştim.
Denize girdiğinde de şöyle düşünmüştür:
Yolumun üzerinde denize girinceye kadar hiçbir şey görmediğimi sanıyordum. Halbuki serinlik vücudumu kaplar kaplamaz bir yeşil ot, bir harabe, bir çocuk, bir duman, bir tren yolu, bir köpek gördüğümü hatırladım. Sonra kadının çocuğunun gözlerini gördüm. Sırtımda idiler. Piç ne biçim bakıyordu adama.
Yukarıdaki italik, koyu ve diğer alıntıları bir liste hâline getirirsek karşımıza aşağıdaki veriler çıkar:
· Adam, aynayı kırmasının sebebini sadece kendisine saklamaktadır.
· Öyküde adamın adı, yaşı, mesleği belirtilmemiştir.
· Öykünün başladığı yer, bir ağacın altıdır.
· Adam, çocuk ve kadının karşılaşması bu ağacın (zeytin) altında olmuştur.
· Çocuk ve kadının yaşadığı yer, mahzendir (yer altı) ve harabedir.
· Adam, önceden söylediklerinin tersini söyleyebilmektedir.
· Yukarıda da bahsettiğim gibi, bu yalanlama sahip olunmak istenen bir şeye karşı duyulan arzudan kaynaklı olabilir.
· Çocuk babasızdır, onun bu hâli adamda ona karşı sevgi ve şefkat duygusuna yol açmıştır.
· Adam, zeytinin meyvesinin yenmemesini ister çünkü tadı acıdır.
· Adam, (acı zeytin özelinde) bir acının nasıl sona erdirileceğini bilmemektedir.
· Adamın başka meslekler önermesine rağmen çocuk, kundura boyacısı olma isteğinde diretmiştir.
· Çocuk, yapma denilen şeyleri, onlar ne olduğunu bilmediği için yapmaktadır.
· Çocuk, yapma denilen şeyleri yaptığı için okuldan kovulmuştur.
· Çocuk, adam olmak istememektedir.
· Çocuk, yıkık duvarlarda rahatça gezinebilmektedir.
· Çocuk, annesini ve adamı şehvete davet eden bir karakterdir.
· Kadın ve adam, bu şehvet davetine karşı çıkmamıştır.
· Çocuk; adam ve annesinin yaşadığı şehveti bir delikten izlemiştir.
· Adam, şehvetin kesintisiz devam etmesi için çocuğa rüşvet diyeceğimiz para vermiştir.
· Kadın, çocuğu ancak tokatla susturabilmiştir.
· Adam, yaşadığı birliktelikten sonra mahzende kalmamış, oradan çekip gitmiştir.
· Adam, mahzenden çıktığında, sıcakla yüz yüze gelmiş, bayağı terlemiştir.
· Adam, mahzenden denize ulaşırken gördüğü yeri harabe olarak betimlemiştir.
· Adam, öncesinde şefkat beslediği çocuğun onun vücuduna yapışmış bir halde onu takip ettiğini ve bir “piç” olduğunu belirtmiştir.
Bu liste, bize bu yazının nereye varmak istediğini ve nihayetinde de bu yazının neden farklı bir okuma olacağını umarım az buçuk açık etmiştir.
Ayna Üzerine
Öyküde toplam 7 paragrafta aynadan bahsedilir. Adam bu paragraflarda aynayı niçin kırdığını öykünün baş taraflarında bildiğini söyler:
“İşin aslını bir ben biliyorum, bir de ayna.”
Devamında ise bu söylemden vazgeçer ve öykü boyunca da aynayı kırma sebebini bize bildirmez. Sebebi bilmediğine dair bir alıntı:
“Aynayı kırmamın hiçbir sebebi yoktur. Sebepsiz yere kırdım. Canım sıkıldı, eğlenmek için kırdım bile diyemem. Güzel insanları çirkin gösteriyormuş; ne münasebet efendim. Güzel insanları çirkin gösteren ayna onların derununu tefriş eder. Böyle aynayı plâjlara asamazlar. Yoksa aynada insanların çirkin taraflarını mı görmeye başladın da… Hani nasıl yazılar aynada ters çıkarsa insanların da tersleri mi gözüküyordu sana, derseniz ben de size felsefeden hiç hoşlanmadığımı, hele böyle dâhiyanesinden iğrendiğimi arz ederim.”
Aynanın söz konusu edildiği paragraflara en başından sonuna kadar bakarsak ortaya şu çıkar:
Öykü kahramanı en başta aynayı niçin kırdığını bilmektedir.
Daha sonrasında ise aynayı niçin kırdığını bilmediğini söylemektedir.
Adamın söylediğine göre ayna kırma işi öylesine yapılmıştır. Hiçbir sebep olmaksızın.
Aynanın insanla ilişkisi bağlamında onun insanı kötü, çirkin vb. durumlarda göstermesi, aynanın kırılma sebebi değildir. Yani ayna insanda tezahür eden ve içe dönük olan herhangi bir kötü durum nedeniyle kırılmamıştır.
Peki, öykü kahramanı aynalar üzerine yaptığı tüm akıl yürütmeleri (öykü okunduğunda görülecektir) niçin yapmıştır? Bu, bir parçalanmışlığın, yeni var oluşun, pişmanlığın gizlenmesi için yapılmış olabilir mi?
Evet. Bana göre öykü kahramanı tüm bu akıl yürütmeleri kırdığı ayna gibi kendi parçalanmışlığını, pişmanlığını, yeni var oluşunu gizlemek için yapmıştır. Yeni kendisiyle karşılaşmaktan korkmuştur.
Bir Dinî Anlatı Olarak İlk Günah
Yukarıdaki listede yer alan çoğu veriyle (çıkarımlar) benzer yönlere sahip olduğunu düşündüğüm bir dinî anlatı olan ilk günahı bu yazıya dahil etmem gerekiyor. İlk günahın ne olduğuna dair bir açıklamaya girişmek yerine onları söz konusu eden yazılardan bazılarını buraya almak daha doğru olacaktır, diye düşünüyorum.
Tekvin (Tevrat)’de İlk Günah:
“’Tanrı altı gün boyunca çalışarak yeri ve göğü bütün ögeleriyle tamamlar. Yedinci gün dinlenir ve o günü kutsal gün olarak belirler. Tanrı yeri ve göğü tamamlama işini bitirdiğinde yeryüzünde yabanıl bir fidan, bir ot bile bitmemiştir. Toprağı işleyecek insan da yoktur. Bahçeden yükselen buhar bütün toprağı sulamaktadır. Daha sonra bu cennet bahçesi Aden’de iyi meyve veren türlü türlü güzel ağaç yetişir. Bahçenin ortasında yaşam ağacıyla iyiyle kötüyü bilme ağacı bulunur. Tanrı Aden bahçesine bakması ve koruması için ilk insan Âdem’i topraktan yaratır. Ona bahçenin her ağacından istediği gibi yemesini serbest kılar fakat iyilik ve kötülüğü bilme ağacından yemesini kesinlikle yasaklar. Sonra Âdem’in yalnız kalmaması için ona eş olarak Âdem’in kaburga kemiğinden kadını yaratır. Âdem de karısı da çıplaktır, henüz utanç nedir bilmezler. Yılan kadını aldatır. Gerekçe olarak meyveyi yiyenin iyiyi ve kötüyü bilerek Tanrı gibi olacağını öne sürer ve meyveyi yemesini sağlar. Kadın meyveden Âdem’e de yedirir. Meyveyi yer yemez çıplak olduklarını fark ederler ve edep yerlerini incir yaprağı ile örterler. Tanrı bunu öğrendiğinde yılanı, Âdem’i ve kadını ayrı ayrı cezalandırır ve onları cennet bahçesinden kovar. Yılanın cezası bütün hayvanlardan daha lanetli olmak, ömür boyu karnı üzerinde sürünmek ve toprak yemektir. Tanrı, yılan ile kadın arasına da düşmanlık koyar; yılan sürekli kadının topuğuna, kadın da yılanın başına saldıracaktır. Kadının yasak meyveyi yemesinin cezası, gebeliğinin süresinin uzaması ve ağrı ile doğum yapmasıdır. Kadına verilen diğer bir ceza da sürekli kocasını arzulaması ve kocasının ona hâkim olmasıdır. Suçu karısının söylediğini dinlemek olan Âdem’in cezası ise bundan sonra toprağı alın teri dökerek ekip biçmek ve işlemek zorunda kalmasıdır. Bundan böyle toprak ona diken, çalı ve yaban otu verecektir. Âdem topraktan yaratılmıştır ve yine toprağa dönecektir. Daha sonra Âdem karısına Havva ismini verir çünkü o bütün insanların annesidir.” 1
Kur’ân-ı Kerîm’de İlk Günah:
“Allah Âdem’i yarattıktan ve kendisine vahiy verdikten sonra, arzda halîfe olarak görevlendirilmek istemiş ve bunu meleklere arz etmiştir. Melekler modern çağda dile getirilen bir görüşe göre Âdem’den önceki varlıklardan edindikleri tecrübelerinden dolayı, Âdem’i muhtemel bir fesatla ilişkilendirmişlerdir. Allah ona eşyayı tanımlama yetisi verdiği için, bütün meleklerin Âdem’e saygı göstermelerini emretmiş ve “gurura kapılan ve cinlerden olan İblîs” dışındaki bütün melekler Âdem’e saygı gösterisinde bulunmuşlardır. O andan itibaren İblîs Âdem’in, eşinin ve insan soyunun düşmanı ilan edilmiştir. Sonra Âdem ve eşine, “hiçbir sıkıntı, eza, cefâ ve kavurucu sıcaklığın olmadığı, susuzluk çekilmeyeceği cennete yerleşmeleri istenmiştir. Âdem ve eşine cennetin nimetlerinden dilediklerini yiyebilecekleri söylenmiş ancak “belli bir ağaca” yaklaşmaları yasaklanmış, aksi durum ise zulüm olarak tanımlanmıştır. Şeytan onlara “ayıp yerlerini göstermek için” vesvese vermiş ve ağacı “ölümsüzlük ağacı” olarak niteleyerek Âdem ile eşini “melek gibi olma” ve “ölümsüz olma” gibi vaatlerle kandırmış ve yasak meyveyi onlara yedirmiştir. Böylece şeytan amacını gerçekleştirmiş ve bundan sonra Âdem ile Havva ayıp yerlerinin farkına varmış ve cennet yaprakları ile örtünmeye çalışmışlardır. Her ikisi de pişman olmuş, Allah’tan bağışlanma dilemişlerdir. Allah tövbelerini kabul etmiş ancak yine de onları cennetten çıkarmıştır.” 2
Hristiyanlık’ta İlk Günah:
Bu bölüm Prof. Dr. Fuzuli Bayat’ın “Ezoterik Bilgi Kaynağında Yasak Meyve” makalesinden alınmıştır. Aşağıya alınan bölüm zannımca bizim için yeterli ve gayet aydınlatıcı olacaktır.
Yasak meyve bir taraftan insanın ezoterik (içrek, içe dönük) bilgisinin sonucu, içten dışa dönüşünün başlangıcıdır, diğer taraftan yasak meyve iyi olanla kötüyü, ayıpla doğruyu, açıklıkla örtülülüğü seçme aracıdır. Mitolojik-dini bilgilere göre yasak meyveye kadar yalnız iyi, güzel, doğru olan mevcuttur. Oysa yasak meyvenin yenilmesiyle insanoğlu ters kutupta olan kötülüğü, çirkinliği, ayıbı, yalanı, kıskançlığı, fesadı görmeye başlar.
(...)
Hristiyan dininde yasak meyveye ezoterik bir anlam verilmeye çalışılmışsa da bu başarılı bir yorum olarak nitelendirilemez. Nitekim Hristiyan yorumcularına göre yasak meyve kadınla erkek arasındaki cinsî yaklaşmanın yasak olduğu anlamına gelir.” 3
Cennet:
Bu bölüm, Bahattin Yaman’ın “Türk Minyatür Sanatında Cennet” adlı çalışmasından alınmıştır. “Cennet” kavramının açıklanması ve genel bir bilgi vermesi adına aşağıya alınan kısmın yeterli olduğunu düşünüyorum.
“Cennet kavramı, sözlükte “bağ, bahçe ve bostan”, “gölgeli ve sık ağaçları barındıran bağ, bahçe”, “hurma ağaçlarının bulunduğu bahçe”, “hurma ve üzüm ağaçlarının bulunduğu mekân”, “dal ve yapraklarının sıklığı sebebiyle tıpkı bir örtü gibi zemini örterek gölgeleyen meyveli ve meyvesiz ağaçlar” anlamına gelmektedir. Sözlük anlamlarından yola çıkıldığında cennetin yeşilliği ön plana çıkmaktadır.” 4
Yukarıdaki alıntılara ek olarak burada “arketip” kavramı hakkında da bir bilgi vermek gerekmektedir. “Sait Faik Abasıyanık’ın Sanat Eserlerinin Arketipsel Eleştiri Yöntemiyle Tahlili” adlı yüksek lisans tez çalışmasında Seda Şahin, Carl Gustav Jung’tan yola çıkarak arketipi, “bilinci etkileyen ve her insanın ortak bilinçdışını oluşturan ‘içteki’ ortak etkenler; yani ortak bilinçdışında yer alan imgelerdir.” diye tanımlar ve hakkında şu bilgiyi verir: “Arketiplerin en çok ortaya çıktığı alanlar mitolojik metinler olmakla birlikte modern metinlerde de sık sık arketiplere rastlanmaktadır. Ancak onların mitolojideki görünüş biçimleri ile çağdaş eserlere yansıma biçimleri arasında farklar vardır. Örneğin mitolojik eserlerdeki ağzından alev saçan ejderha motifinin işlevi, günümüz metinlerinde güçlü bir silah alabilir.”5
Bir Sav: Plajdaki Ayna’ya Farklı Bir Bakış
Buraya kadar olan alıntılar ve açıklamalar, “Plajdaki Ayna” öyküsünün neden farklı bir bakış açısıyla okunması gerektiğini zannederim, bize yeterince açık etmiştir. Ulaşabildiğim kaynakların hepsi de öne süreceğim savdan farklı, uzak bir okuma yapmışlardır. Belki bu okumalarda öyküdeki çocuk özelinden hareket edilerek Thomas Bernhardvarî bir okuma söz konusu olabilirdi ama o da Sait Faik Abasıyanık’ın kendi ağzından çocukluğuna dair Freudyen açıklamalar olmadığı için yapılmamış gibi görünüyor. Söz konusu çocukluk durumunu, Murat Gülsoy, “Sait Faik’in Dünyasının Karanlık Yüzü” 6 adlı yazısında söz konusu etmeye çalışmış ama o da ötesini getirmemiştir. Murat Gülsoy, bu yazısında, “Plajdaki Ayna” öyküsünü Sait Faik Abasıyanık’ın kişiliğiyle ilişkilendirerek okumaya çalışmıştır: “Sait Faik’in dünyasının karanlık yüzüne temas ettiğimi hissettiren bir öyküdür bu.” Ben bu öyküdeki gizemlerin, doğrudan Sait Faik Abasıyanık’ın bilin(e)meyen gizemli yönüyle ilgili değil de öykünün kendisiyle ilgili olduğunu düşünüyorum.
“Plajdaki Ayna” öyküsü, benim okumamda, listede yer alan gösterenlerle (çıkarımlar) birlikte ele alındığında Sait Faik Abasıyanık’ın arketip bir olguyu işlediğine işaret etmektedir. Bu arketip olgu da ilk günahtır. Öyküdeki birçok verinin ilk günahın açıklamalarında yer alan verilerle benzerliği/uyumu dikkatinizi çekmiştir. Öykü, bana göre, bu ilk günahın Sait Faik Abasıyanık’ın kaleminden bugüne uyarlanmasıdır. Öykünün çatısını bu ilk günah oluşturmuştur. Yalnız bu çatı oluşturulurken öyküde yılan, Hz. Âdem ve Hz. Havva değişikliğe uğratılmıştır. Yılan, bir çocuk olarak sunulmuştur. Çocuğun; zeytini adama uzatması, onu şehvete davet etmesi, bir harabede yaşaması, bir delikle birlikte betimlenmesi, adamı sevmemesi ve devamında “piç” olarak, istenmeyen olarak nitelenmesi bunun en büyük göstergesidir. Yine rollerde de değişiklik olmuştur. Çocuk okuldan kovulmuştur. Aslî anlatıda cennetten kovulan Hz. Âdem’dir. Yapma denilen şeyi yapan da yine Hz. Âdem’dir. Bunun kurgu için ilk günah anlatısına bire bir bağlı kalınmayıp Sait Faik Abasıyanık tarafından özellikle deforme edildiğini düşünüyorum. Bir başka gösteren de karşılaşmaların, ilk günah anlatısında olduğu gibi bir ağaç altında olmasıdır. Bu ağaç da kimsenin değildir. Bunu Tanrı’nındır diye okuyabiliriz. İlk günah yorumlarında, anlatımlarında yasak olan şey, genellikle ağacın meyvesinin yenmesidir. Öyküde herhangi bir meyvenin yenmesi söz konusu değildir ama zeytinin tadının acı olduğu söylenmektedir ve bu acının da daha sonra nasıl giderileceği bilinmemektedir. Yani bu acı giderilecekse bir deneyim yaşanması söz konusudur. Yaşayarak öğrenme. Öykünün ilgili bölümüne bakıldığında (yazıya da alınmıştı, üstte) görülür ki acıdan sakınma söz konusudur. Ortada yenen bir meyve yoktur ama öyküdeki ilk günah meyveyle değil de Prof. Dr. Fuzuli Bayat’ın Hristiyanlıktaki ilk günah değinisindeki cinsellikle ilgilidir. Kadının öyküde var oluş amacı da zaten sadece cinselliğine vurgu yapmak içindir. Kadın, öyküde başka herhangi bir açıklamayla kendine yer bulmaz. Onun sosyal konumundan haber ediliriz ama bu sosyal durumlar öyküde herhangi bir işlevsellik kazanmaz. Onlar üzerinden bir çıkarım yapılmaz. Kadına, öyküde ayartıcı bir işlevsellik yüklenir. Cinsel bir kimlik. Burada şöyle bir soru sorabiliriz: Çocukla karşılaşan adam, çocuğun ilginç diyalogu ve fakirliği söz konusu olsa bile kadınla karşılaşmasaydı yine de plaja gider, denize girer ve oradaki aynayı kırar mıydı? Benim buna cevabım, hayır. Öyleyse aynanın kırılmasında temel etken olarak, kadın ve kadın üzerinden vurgulanan cinsellik, dolayısıyla da ilk günah belirleyicidir. Bu nedenle de aynanın kırılma sebebi, burada aranmalıdır, başka yerde değil.
Öyküde, adamın aynayı kırmasının birçok akıl yürütmeye rağmen okurca bilinemeyeceğini söylemesi de kanaatimce buna işaret eder. Eğer ki öyküye bu gözle bakarsak o zaman adama hak verir, aynayı kırmasının gerçek sebebini neden bulamadığımızı anlamış oluruz. O gerçek sebebi kendine saklar. “İşin aslını bir ben biliyorum, bir de ayna.” Ama öykü boyunca bunu açıklamaz. Bundaki amaç, bana göre ilk günah ekseninde, yeni durumun, pişmanlığın, parçalanmışlığın kabullenilemeyişidir.
Aynanın kırılması hakkında öne sürülen bütün nedenleri yok saydığımızda, geriye öyküden yola çıkarak bir tek neden kalıyor, o da: ilk günah. Sait Faik Abasıyanık’ın, bize bıyık altından gülmesi, alttan alta sırıtmasının sebebi de bu olsa gerek:
“...size günümü yazacağım. Oradan bir sebep bulmaya çalışmak pek manasız olacak ama...”
Daha önce ortaya koyduğum listedeki gösterenler ile ilk günahın verileri de karşılaştırıldığında bu savın zorlama bir sav olmadığı görülecektir. Ayna, kanaatimce adama bu ilk günahın ortaya koyduğu yeni benin/insanın/var oluşun/pişmanlığın/parçalanmışlığın görüntüsünü ortaya koyacaktı. O, buna hazır değildi. Belki de denize girmesi -kendisi öyle bir açıklama yapmasa da- ilk günahtan arınma içindi. Deniz buna katkı sunmadı, sadece adamın, başındakinin kan olmadığını anlamasına yardımcı oldu. Denizden çıktıktan sonra içsel olarak yaşadığı durum, yeni (insan) var oluşu ve onun tezahürleri, ortada öylece duruyordu. Bununla yüzleşemeyeceğini anladığı için de aynayı kırdı.
“Bir plâjın pis aynasını hiçbir şey düşünmeden, şuursuzca eğilip yerden bir taş alarak hatta o taşı denizin durgun yüzünde dört beş kere sektirmek içinmiş gibi alarak, aynayı isteyerek bile değil kazara da denemez, şöylece kırıvermek… Neden olmasın?”
Hem yukarıdaki paragrafta hem de başka paragraflarda adam, aynada yansımasını görüp görmediğini bize söylemez. Bu da onun yeni durumla karşılaşmaktan sakındığını göstermektedir. Bunun yanında öykünün son cümlesini, ben, adamın ayna kırmayı Hz. Âdem’e ve onun da özelinde herkese mal ettiği anlamında okuyorum.
“Plâjın önünden ıslık çalarak, herkes gibi, mesut bir adam gibi, aynayı kıran ben değilmişim gibi geçtim.”
Burada “mış gibi” davranma da söz konusudur. Şaziye Durukan “Sait Faik’in Aynasından Benliğin Yansıması: Plajdaki Ayna” 7 makalesinde bunu dile getirir. Yanız ben, öyküdeki bu son satırın, “aynayı hepimiz kırdık, sadece ben değil”in ifadesi olarak da okunabileceğini düşünmekteyim.
Öyküdeki Yansıtmalar / Yer Değiştirmeler / Dönüşümler Üzerine Birkaç Söz
“Öykünün Başlığı Hakkında” bölümünde dile getirdiğim gibi “Plajdaki Ayna” öyküsü hem denizin hem de aynanın yansıtma özelliğine vurgu yaparcasına bir yansıtma ve yer değiştirme gelgitlerine sahne olmuştur. Bu gelgitlere iyi bir örnek olması açısından öykünün ilk cümlesi burada söz konusu edilebilir:
Öyküde geriye dönüşler, zaten öteden beri kullanılan bir tekniktir ama Sait Faik’in bu ilk cümleyle amacı bu tekniği uygulamak değildir. O, bu ilk cümleyi, bana göre bir geriye dönüş tekniği olarak değil de yansıtmanın bir ürünü olarak sunmuştur. Geriye dönüşü, öyküdeki kahramanın gününü anlatmak istediği zaman (Benim plâjdaki aynayı kırmamın sebebi ise kat’iyen yoktur. Ama size günümü yazacağım.), onun ağzından özellikle açıklayarak yapar ama burada değil.
Öykü, baştan sona ben anlatıcının dilinden anlatılır. Baştan sona. Ama yukarıda italik olarak belirtilen ilk cümle (Sonradan deli olduğuna karar verilen bir adam plâjın aynasını kırdı.) yazar anlatıcıya aittir. Peki, nasıl oluyor da yazar anlatıcının bu cümlesini de ben anlatıcı yapabiliyor?
Girişteki bu cümlenin devamında anlatım yazar anlatıcı tarafından sürdürülmez. Onun yerini yukarıdaki cümleyi de kendisinin söylediği anlaşılan ben anlatıcı alır. Ben ve yazar anlatıcı bu öyküde yer değiştirmiştir. Peki, bu, niçin yapılmıştır, bilinçli bir tercih midir? Evet, bu yer değiştirme bilinçli bir tercihtir ve özellikle böyle yapılmıştır. Girişin, anlatıcılar arasındaki bu, yer değiştiren iç içelikle sağlanması, anlatıcılar arasında da aynanın yansıtma işlevinden yararlanıldığını gösterir. Ben’in karşısında o vardır. O da doğal olarak kendisine yansıyanın ürünüdür.
Bu ilk cümle öykünün kurgusu ve çözümlenmesi adına önem arz eder. Sait Faik Abasıyanık’ın, bunu, okuyucuyu sadece şaşırtmak, ona sürpriz yapmak ya da onu şoka uğratmak için yaptığını düşünmüyorum? İki anlatıcı arasındaki bu ilk cümleden -onun yansıtma işlevi kabul edilirse- öykünün çözümüne ve adamın karakterine ilk günah bağlamında ulaşılabilir. İlk cümle bu anlamıyla, yansıtma işleviyle kabul edilmezse, öyküdeki muğlaklık -aynanın niçin kırılmış olduğu- ve adamın karakteri ilk günah da bir tarafa bırakılırsa sadece ayna metaforu (benlik) üzerinden açıklanmaya çalışılır. Böyle bir açıklama da dile getirilenlerin çözümü adına ayakları yeterince yere basmayan bir açıklama olur. Ondandır ki öyküdeki muğlaklığın giderilmesinde ve adamın karakterinin anlaşılmasında ayna metaforu ile beraber öne sürdüğüm sav ve bu ilk cümle (yansıtma işleviyle) birlikte okunmalıdır.
Yine o ilk cümleye dönersek, cümleden anlaşılacağı üzere aynayı kıran, üçüncü tekil kişidir. Yani odur. Öykünün kahramanıdır. Kendisinden söz edilendir. Bunun öyle olmadığı ise ondan sonra gelen paragrafta açık edilir. En iyisi bu iki cümleyi öyküde olduğu hâliyle alıntılamaktır. Böyle olunca anlatıcılar arasındaki yansıtma, birbirlerine dönüşme daha net görülmüş olur.
“Sonradan deli olduğuna karar verilen bir adam plâjın aynasını kırdı. Bu, insanı yemyeşil gösteren, altının sırı dökülmüş, camlaşmış aynanın, insanları çirkin göstermesine içerledi, diye tefsir ettiler. Hayır ondan değil, evvelce aynacı imiş. İtalya’dan ayna ithal edermiş, sonra iflâs etmiş, az buçuk oynatmış, ayna görünce kırmamazlık edemezmiş diye uydurdular. İşin aslını bir ben biliyorum, bir de ayna.
O halde aynayı kıran da sensin diyeceksiniz, bize numara yapıyorsun. Pekâlâ! Aynayı kıran benim.”
Bu ilk cümle yansıtması, anlatıcıların yer değiştirmesi, bize öyküdeki çoğu veriyi de bu anlamda okuyabileceğimizi göstermektedir. Öyküde görürüz ki öyküdeki adamla Hz. Âdem ve çocuk arasında bir yansıtma, yer değiştirme vardır. Yine bu yansıtma-yer değiştirme yılanla çocuk arasında da vardır. Yasak meyve ile zeytin ağacı, dolayısıyla cinsellik arasında da...
Sonuçtan Önce
Cemal Bâli Akal, Varolma Direnci ve Özerklik adlı bir Spinoza okumasında Miguel de Unamuno’dan aktardığı şu cümlelere yer verir:
Parantez içleri bana ait. (Miguel de Unamuno) Don Quijote’nin (Don Kişot’un), tolgasının mukavva siperliğine ikinci kez vurmaya cesaret edemediğini vurgular ve şöyle der: Değişen koşullarda, gezgin şövalyeliği geri getirmeyi başaramayacağını o da sezmekteydi. Ama bu durumda yapılması gerekeni ya da yeni koşullara boyun eğmeyi değil, bir desperado olarak savaşı sürdürmeyi, bir Nietzsche, bir Tolstoy gibi umutsuzluk içine gömülmeyi seçmişti.”
Devamında Cemal Bâli Akal şu saptamayı yapar:
“Modernitenin gerçek ve hayalî kahramanlarını saran bu duygunun sonu bir batıştır: İçinde yer almak istemediği bataklıkla, ona ahmaklığını haykırarak savaşmak ama bu savaşı vermek için de o bataklığa dalmak...” 8
Sait Faik Abasıyanık, bu öyküsüyle öykü kahramanını, onun da özelinde insanı, dünyaya gelişiyle bize bir “desperado” (gezgin, çaresiz) olarak sunmuş, sunmak istemiştir.
Sonuç
“Plajdaki Ayna” öyküsü, ortaya koyduğum gerekçelerle bana göre Sait Faik Abasıyanık’ın penceresinden ilk günaha bir bakıştır. Sait Faik Abasıyanık, bu öyküsüyle edebiyatımızdaki özellikle de öykücülüğümüzdeki yaratıcılığını bir kez daha ustaca kanıtlamıştır.
Bu yazıyla “Plajdaki Ayna”nın daha iyi anlaşılması adına ona bir katkı sunduğumu temenni ediyorum. Tabii öyküyü böyle bir bakış açısıyla ele almam bazılarınca yadırganabilir hatta bu savımın öyküyle uzaktan yakından alakası olmadığı ileri sürülebilir. Böyle bir itirazın kabul edilmesi için itirazın içeriğinde şunların cevaplanması gerektiğini düşünüyorum:
Peki, öyküdeki verilerle ilk günahın anlatımındaki verilerin benzerliği/uyumu ne olacak, onları ne yapacağız? Onları yok sayıp görmezden mi geleceğiz? Gerçekten böyle bir uyumun olmadığını mı söyleyeceğiz? Ona, aman canım sen de sadece benzerlik mi, diyeceğiz? Hem de onlar apaçık, gözümüzün önündeyken?..
Kaynakça
1. (Yrd. Doç. Dr. Defne AKDENİZ, Eski Ahit’te Yemeğin Resim Sanatına Yansıması, İnternet Erişimi.)
2. (Yrd. Doç. Dr. Mustafa ŞENTÜRK, Kitâb-ı Mukaddes ve Kur’ân-ı Kerîm’e Göre İlk Günah ve Kadın, İnternet Erişimi.)
3. (Prof. Dr. Fuzuli Bayat, Ezoterik Bilgi Kaynağında Yasak Meyve, İnternet Erişimi.)
4. (Bahattin Yaman, Türk Minyatür Sanatında Cennet, İnternet Erişimi.)
5. (Seda Şahin, Sait Faik Abasıyanık’ın Sanat Eserlerinin Arketipsel Eleştiri Yöntemiyle Tahlili, İnternet Erişimi.)
6. (Murat Gülsoy, Sait Faik’in Dünyasının Karanlık Yüzü, İnternet Erişimi.)
7. (Okt. Şaziye Durukan, Sait Faik’in Aynasından Benliğin Yansıması: Plajdaki Ayna, İnternet Erişimi.)
8. (Cemal Bâli Akal, Varolma Direnci ve Özerklik, Bir Hak Kuramı için Spinoza’yla, Dost Yayınevi, 3. Baskı, Mart, 2016, Ankara.)
Not: Plajdaki Ayna öyküsüne ait metinler Mahalle Kahvesi kitabından alınmıştır.
(Sait Faik Abasıyanık, Mahalle Kahvesi, YKY, 10. Basım, Eylül, 2017, İstanbul.)
Mehmet Akgül
留言