Kâmil Erdem öykülerinde cümle kurulumuna ve sözcük seçimine dair düşünceler
Önce TÖRENSİZ BİR CENAZE adlı öykünün giriş cümlesi:
“Gerçekliği ve gücü yerinde bu ağaçların tepelerinde birtakım merhametli kuşlar sabırla döneniyor, aşağıda belli ki hayatlarının bir yerlerinde öpülüp koklanmış olsalar da bunu anımsamanın yerinin burası olmadığına şimdi kanaat getirmiş gibi pişman adımlarla kös kös yürüyen tere batmış üç beş kişiden ibaret tedirgin cemaatin omuzlarındaki yeşil örtülü tahta kutuya aldırış etmiyorlardı. (sf. 43)”
Bu ağaçlar: Daha öykünün ilk cümlesindeki “bu ağaçlar” ifadesiyle neye işaret ediliyor olabilir? Henüz işin başında olduğumuza göre anlatıcının göndermede bulunacağı bir ağaç grubu yok ortada. Gözden kaçmış olduğunu sanmıyorum, belki post-modern metinlere dair bir açıklama yatıyordur arkasında.
Ama şu “Gerçekliği ve gücü yerinde ağaçlar” ne demek acaba?
Aldırışsız kuşlar: İlk cümlenin temel önermesi kuşların aşağıdaki yeşil örtülü tahta kutuya aldırış etmedikleri. Demek normalde ediyorlar! Bu sefer farklı bir durum olmalı ki yazar bunu bir kayıt olarak düşmeyi ve öyküsüne böyle girmenin metne bir katkı sağlayacağını düşünmüş. Bu, genelde atmosfer kurmak için kullanılan tasvirlere, ne bileyim, “Kar tepelerde yavaş yavaş birikmeye başlamıştı” ya da “O sabah denizden gelen esinti şehre hoş bir koku yayıyordu” gibi bir gözlem cümlesi de değil. Bu yüzden emin olamıyorum. ‘Aldırış etmiyorlardı’ bir yargı. ‘Aldırış etmeden uçup duruyorlardı’ şeklinde bir cümle bir gözlemin anlatıcının iç dünyasındaki yansımasının ifadesi olabilirdi. Biz okurlar, kuşların aşağıda tabutu taşıyan birkaç kişiye aldırış etmelerini mi beklemeliyiz acaba? Yani kuşlar ‘yeşil örtülü tahta kutuya’ mı odaklanmalılar, gerçekliği ve gücü yerinde ağaçların üstünde dönenmek yerine?
Pişmanlık: Kâmil Erdem özne ve yüklemin arasındaki mesafeyi olabildiğince uzatmanın iyi yazmanın bir yolu olduğunu düşünen edebiyatçılardan olmalı. Bu araya sıkıştırılan bilgilerden ya da izlenimlerden anladığımız şeylerden biri tabutu taşıyanların hayatlarının bir yerlerinde belli ki öpülüp koklanmış olmaları! Neden “belli ki”? Anlatıcı bunu nereden anlıyor? Bu bir dönem belli ki öpüp koklanmış insanlar bunu anımsamanın yerinin burası olmadığına ŞİMDİ kanaat getirmişler gibi pişman adımlarla yürüyorlarmış. Hepsi mi birden aynı ruh hali içine giriyor bu insanların? Üstelik bu pişmanlık neden kaynaklanıyor? Pişman olmak temelde geçmişe dair bir eylemi, bir anıyı gerektirir; burada ise karakterler aslında şimdi kanaat getirdikleri bir düşünceden anında pişman olmuşlar gibi bir durum ortaya çıkıyor. Kâmil Erdem özne ve yüklem arasındaki boşluğu uzattıkça uzatmış ve arayı da gelişigüzel doldurmuş gibi görünüyor.
Hayatlarının bir yerlerinde? Şüphesiz bu insanlar hayatlarının bir döneminde öpülüp koklanmış olmalılar. “Halide hayatının bir döneminde bunu hissetmişti”, deriz. Yaşamı, yaşamımızı zaman dilimlerine bölerek tarif etmek hoşumuza gider, böyle bir söylem bize belirgin, somut bir ifade gücü sağlar. Burada anlatmaya çalıştığım şey konuşma dili için bile ciddi bir hata bence. “Hayatımın senden önceki yerinde çok farklı bir insandım” cümlesindeki sakilliği düşünün, mesela.
Aynı öyküden başka iki cümle:
“Bu ünlü cenazesi kaldırma camisi nadiren görmüştür bu cemaati.” (sf. 46)
Burada özgün, tekil bir durum var. Yani anlatılan cemaat ilk ve belki de son kez bir araya geliyor. Camiinin bu zayıf cemaati daha sık görmesinin zaten imkânı yok. Yazarın “bu kadar zayıf bir cemaati” ya da “böylesine zayıf bir cemaati” demek istediği anlaşılıyor.
“Ölen kişiyi hayatlarında bir kez olsun öpüp koklayanlar şimdi çoktan gitmiş olsalar da…” (sf.47)
Bu öpüp koklama işine neden bu kadar vurgu yapılıyor, hiç anlamadım. Bu kez tabutu taşıyanlar değil de ozanı önceden tanıyanlar tarif ediliyor. İyi de çoktan göçüp gittiklerini nereden biliyoruz, bu ölen kişiyi bir kez olsun öpüp koklayanların? Üstelik ‘bir kez olsun’ ifadesi bir sitem tonu da içerir, doğal olarak. “Bir kez olsun beni taktir etmedin” ya da “Onu bir kez olsun bu konuda kafa yorarken görmedim,” derken yaptığımız gibi. Bu bakımdan alıntıladığımız cümlede pek yersiz, temelsiz duruyor, bu ‘bir kez olsun.’
AHÇI ve GÜL HANIM adlı öyküye geçiyorum:
Bir uyanış tarifi: “Nesrin Hanım bu kestirmelerime ve yangın yerinin sıcak küllerini bir türlü geride bırakamamışım gibi soluk soluğa uyanışıma alışmış olmalı ki…” (sf.21)
Düşünüyorum, düşünüyorum burada tarifi yapılan uyanış biçimini kafamda canlandıramıyorum. Çıkardığım sonuç: Yok Yolcu’da yazar özgün ifade biçimi bulma çabasını biraz abartmış!
Sebze kasası olan bahçe: “Bir sürü koli, sebze kasası, bacağı kırık sandalye, gaz tüpü, parmaklığın dibinde boynu bükük üç beş ortanca olan hırpani avlu / bahçeden geçip, lokantaya arka sokaktaki mutfak kapısından girdim.” (sf. 16)
Şüphesiz ‘gaz tüpü olan bahçe’ demeyiz, ‘içinde şunlar, şunlar olan bahçe’ deriz. Aynı şekilde “havuz olan meydan” da denmez, makul olan “ortasında havuz olan meydan” ya da “içinde küçük bir havuz olan meydan” gibi bir şey söylemektir.
SÖZCÜKLER KUTUSU: Bazen sınıfa içinde katlanmış küçük kağıtlar olan bir kutu götürürüz. Öğrenciler, bu kutudan rastgele seçtikleri kâğıtta yazan kelimeyi bir yarışma havası içinde kendi gruplarına anlatmaya çalışırlar. Sanırım Kâmil Erdem’in de benzer bir kutusu var. Kitap boyunca sıfatlar isimlerle gelişigüzel eşleştirilmiş. Burada öykü adı vermeyeceğim çünkü neredeyse her öyküde varlar ve neredeyse aynı oranda gereksizler. İçinde geçtikleri hikâyenin akışına ve atmosferine katkıları da eşit derecede zayıf.
Kutunun içinden çıkanlar Yok Yolcu’da şu şekilde kullanılmış:
olumsuz şenlik
sevimli, zalim güneş
soyut bir bankın kıvrımlı ayağı
tarihsel baldırlar
kanaatkar bir çağlayan
illegal bir rüzgar
bir yunusun uzak yalnız soğuk karanlık yalnız denizinden öteye (metindeki hali)
neşeli kimi organizmalar
hırçın bir keman ve mutaassıp bir zurna,
Bunlar şiirsel anlatıma daha yakın terkipler belki. Öykülere katkı sağlamamaları bir yana, kulağı da tırmalıyorlar. Bu yüzden, yazınsal metinlerde bence önemli bir nitelik olan içtenlik, kendiliğindenlik duygusu vermiyorlar; üstlerinde çalışılmış, ilginç olmaları / görünmeleri için ayrıca uğraşılmış gibi duruyorlar. Bunlar şiirde, imgede çok önemli elbette. Hoş, içinde “tarihsel baldırlar” geçen bir şiiri de okumak istemem ben, bırakırım yarıda.
Gerçekten de Kâmil Erdem farklı söyleyiş biçimleri, değişik adlandırmalar bulmaya çalışmış. Tek bir öyküde olsa belki afili delikanlı bir anlatıcımız var, diye düşünürdük. Ama burada daha genel bir durum söz konusu ve Erdem öykünün atmosferi bunu gerektiriyor mu sorusunu sormadan kullanmış böyle şeyleri. Tabut demeyeyim de yeşil örtülü tahta kutu diyeyim, diye düşünmüş sanki. Sonra, mezar demeyeyim de gömüt çukuru diyeyim, diye zorlamış. Aynı şekilde polis memuru yerine ısrarla ve defalarca kamu otoritesi demiş. Film çekme aleti de kamera, evet!
Doğrusu, bu tip isimlendirmeler benim açımdan öyküleri itici hale getirdi.
Sislerin Arası adlı öyküden örneğimiz:
“Bunun için içlerinin minnet ve sevinç duygularıyla mı dolu oldukları yoksa…” (sf 60). Bu cümlede ‘içlerinin’ kelimesi fazla ya da ‘dolu olduğu’ demek gerekirdi.
Son bir örnek de SON GÖRÜŞME adlı öyküden:
Pülümür’e varmadan yol kavşağında kamyonetin kasasından inip bir arkadaşının bize rehberlik edecek akrabasının yaşadığı dağ köyüne tırmanırken (arkadan postallarının yepyeni tabanlarını görebiliyordum) bir gün önce sevgilisiyle buluştuğunu, ona bir süre buralarda olamayacağını anlatmıştı. (sf. 99)
Yine uzun bir cümle. Parantezle de yükseltilmiş. Ama inişte bir sorun çıkmış. Bitiriş “…ona bir süre buralarda olamayacağını söylediğini anlatmıştı” şeklinde olmalıydı.
Özet olarak, Yok Yolcu özellikle cümle kurulumunda dikkat çekici ve bu yüzden rahatsız edici hataları olan bir öykü kitabı olmuş. Bunun yanında, yazarın kullanmayı seçtiği tuhaf sıfat / isim eşleşmeleri de akışı bozmuş ve öykülerin içeriğinin ve dilinin önüne geçmiş.
Mesut Barış Övün
Sait Faik ödülü almış bir kitabı böyle eleştirmeniz doğru mu? Diyelim söylediklerinizin hepsi doğru, peki böyle bir kitaba Sait Faik ödülünü vermek doğru mu? Bu jüri üyeleri okumadı mı? Bu jüri üyelerinin tarihsel baldırları çürüsün.