top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Mustafa Bostan- Yaratıcı Öykü Okumaları 5- Osman Cihangir’in “Düşerken. Bıraktığım. Tuğla.” Öyküsü

Öykü serüveni Hiçbir Zaman Yeterince Deliremeyeceğiz ile başlamış ve Hemen Hemen Hiç ile devam etmiş öykücü Osman Cihangir, yeni öykü kitabı Gerçekten Gerçeği Yansıtmamaktadır ile felsefi derinlikler ile psikolojik dehlizlerin eşiğinde gezinir. Kitabın ilk öyküsü “Düşerken. Bıraktığım. Tuğla” tam da bu noktada hem felsefi bir derinliği hissettirir hem de psiko-mitolojik bir düzlemde insanı sorgulamaya yönlendirir. Bu açıdan bakıldığında da öykü mitolojik bir anlatının günümüze yansımasıdır.

Öykü bir masal anlatısıyla başlar. Küçükken annesinin sürekli anlattığı bu masal adeta yaratılışa dair bir miti günümüze taşır. Başlangıçta iki ayrı dünya ve bu dünyaları ayıran yüksek bir duvar vardır. (Bu duvar ilk bakışta Game of Thrones’da yer alan “sur”u andırır. Sur da öyküdeki duvar gibi aşılamazdır ve iki dünyayı birbirinden ayırır ancak öyküdeki duvar somut bir şey değil tamamen soyuttur.) Anlatıcının dinlediği masaldaki duvar o kadar yüksektir ki “iki dünyayı, iki insanı, iki kaderi ayırır.” Burada yoruma açık nokta duvarın oluşum sürecidir. Duvardaki her bir tuğla bu dünyaya gelen her insan tarafından birer birer eklenerek oluşturulmuştur. Her bir insan tek bir tuğla koyar ve duvar yükseldikçe yükselir. Bu noktada duvara konan her bir tuğla insanlığın zaaflarını temsil eder. Aslında görünmez olan bu duvar insanların zihinlerinde oluşturdukları duvarların (kuralların, tabuların, ihtirasların, eşitsizliğin, tabakaların) bir sembolüdür. Yükselen her duvarın bir gün yıkılacağı gerçeği anlatıcının çocukken dinlediği bu masalda yükselen duvarın başına da gelir ve duvarda bir delik açılır. Bu noktada duvar insanlığın görünmez zaaflarının bir alegorisi olmaktan çıkıp mitik bir anlatının başlangıcına dönüşür çünkü bu duvarı aşan bir kadındır.

“İki dünyayı, iki insanı, iki kaderi” ayıran bu duvar bir gün bir kadının baskın gelen merak duygusuyla aşılır. Burada kadının ön planda olması dikkat çekicidir çünkü öykünün dayandırıldığı mit arkaik zamanlara dayanır ve Osman Cihangir dönemin anaerkil oluşuna bir gönderme yapar. Kadın, baskın gelen merak duygusuna yenilir ve iki dünyayı birbirinden ayıran duvardan aşmayı başarır: “Bir gün öteki dünyadan biri gözünü bu duvara dikti, duvarı aşmak, ardındakilerini görmek gibi delice bir isteğe kapıldı. Uzun çabalar sonucunda bunu başardı. Duvarın ardındaki bu yeni dünyaya merak ve iştahla saldırdı.” Yeni dünya karşısında hayretler içinde kalan kadın burayı o kadar çok sevdi ki kendi dünyasının çok yavaş olduğunu fark eder. Hatta kendi dünyasını heykellerden oluşan bir yer olarak görmeye başlar. Kadın bu yeni dünyaya ayak uydurmaya çalışır, birini sever, evlenir, anne olur. Fakat zamanla bu yeni dünyadaki kusurun farkına varır. “Kusur o dünyaya mı aitti yoksa kendisine mi bilemiyordu. İnsanların hem eksiğini hem de fazlasını aynı anda görebiliyordu, bu kusura dayanamadı. En nihayetinde sevdiği adamı, çocuğunu ve bir yanını orada bırakarak kendi dünyasına döndü.”

Osman Cihangir bu masalı çok kısa anlatır ve ardından öyküye, yani günümüz zamanına ve mekânına döner. Bu masalı mitik bir yaratılış olarak görürsek derin bir okuma evreni doğar. Öncelikle iki ayrı dünya tasavvuru oluşturulur. Bunlar insanların yaşadığı bu dünya ve başka bir boyutta daha yavaş ilerleyen bir başka dünya. Arada ise bu iki dünyayı her anlamda birbirinden ayıran duvar. Duvarı aşmaya başaran bir kadın dünyasını bırakıp bu yeni dünyaya geçer ve orada evlenip bir çocuk doğurur. Bu kadının dünyalar arasında geçiş yapması ve burada bir adamla evlenip çoğalması iki dünyanın arasında kalmış bir yeni bir türün oluşmasına neden olmuştur. Bu dünyanın ikiliğine dayanamayan bu kadın gerisinde çocuğunu bırakmış bu türün devamı bu çocukla sağlanmıştır. O günden sonra insanları çift göre bu tür dünyada yaşamaya devam etmiştir. Öykü bu yaşayanlardan birinin (anlatıcının, Yüksel’in) kendi varlığından haberdar olması ve mutlak sona ilerlemesiyle devam eder. Böylece öykünün başında verilen ve bir noktada yaratılış miti olarak yorumladığımız masalın devamı Yüksel üzerinden gerçeklik kazanır ve bu dünyada sıkış kalan diğer dünya soyundan gelen insanların varlığını netleştirir. Böylece öykü bir yaratılış miti perspektifinden çok rahat okunabilir.

Öyküde anlatılan yüksek bir sabah, bir anda çift görmeye başlar. “Üç boyutlu filme gözlüksüz bakan biri gibi etrafımdaki her şeyi çift görmeye başladım” der. Etrafındaki her şeyi kırmızı ve mavi olarak çift görmeye başlamıştır. Bu durum aslında geldiği soyun göstergesidir ancak henüz bunun ayırdına varmamıştır. Osman Cihangir mitsel bir kurgu oluşturmuş ancak bunu günümüz formunda vermiştir. Tollkıen’in yaptığı gibi bambaşka bir dünya kurmak yerine iç içe geçmiş ve birbirlerinden habersiz yaşayan iki dünya insanı yaratmayı daha uygun bulmuştur. Bu bağlamda öykü Sense8 adlı dizinin kurgusuyla özünde benzerlik gösterir. Günümüz dünyasın farklı coğrafyalarda yaşayan 8 kişi bir anda bir farklılığın farkına varırlar. Çünkü dizide anlatılan bu 8 kişi Homo Sapiens’in daha gelişmiş bir şekli olan duyusallardır. Tıpkı Yüksel gibi bir sabah artık her şeyin farklı olacağına işaret gariplikler yaşarlar. Onlar birbirlerinin yaşamlarını eş zamanlı olarak deneyimlerken öyküde anlatılan Yüksel her şeyi çift görmeye başlar. “Babama bir şey belli etmemeye çalışarak sakince kalktım masadan. Çift merdivenlerden inip çift kapılardan geçerek çift bir sokağa çıktım. Araba kullanamazdım bu durumda. En yakın otobüs duraklarına yürüdüm. Çift yolcuların arasına karıştım.” Yüksel’in yaşadığı bu durumu pek fazla garipsememesi de önemli bir işarettir. O her şeyi çift görmeye başlar, önce bunun basit bir göz rahatsızlığı olacağını düşünür ancak öyle olmadığını bir farklılık olduğunu yavaş yavaş kanıksamaya başlar. Çünkü o iki dünya arasında kalan bir ırkın soyundan gelmektedir ve böyle bir durum kendisi tam olarak ayırdında olmasa da kültürel kodlarla zihninde vardır. Epi-genetik kodlar bu çift görmenin bir hastalık olmadığını içten içe hissettirir ve Yüksel önce işini bırakır ve sonra bankadan tüm parasını çeker. Artık farklı bir türden geldiğinin farkına varmıştır ve “duvar”a dair bilgiler zihninde aydınlanır. Ne yapması gerektiği de artık bilincinde diridir.

Aynı gün babasıyla konuşmayı dener. “Bana… bir duvar lazım.” diyebildim. “Öyle bir şey yok!” diye hiddetle bağırdı, “Sana çocukken anlattıklarının hepsi masaldan ibaret.” Titreyen dudaklarından sigarayı düşürdü, bir böcek görmüş gibi iş ayakkabısının ucuyla uzun uzun ezdi. Yerde kara bir leke kaldı. “Hepsi deli saçması… Onun uydurması, anlıyor musun, delirdi ve birkaç yıl sonra da öldü gitti işte, bıraktı bizi burada” dedi.” Babası da her şeyin farkındadır aslında ve bir gün bu durumun oğlunun da başına geleceğini bilmektedir. Çünkü karısı da bir “çiftgören”dir ve çift görmeye başlar başlamaz duvar onu ele geçirmeye başlamıştır. Tek düşündüğü şey duvar olmuştur ve duvarı yeniden inşa etmek için elinden geleni yapmıştır. Biz bu durumu Yüksel’de de görüyoruz. O da duvarı inşa edebilmek için tüm parasını çekip babasına getirmiştir. Aslında bu durum da bir noktada kolektif bilinçaltıyla alakalıdır. Şöyle ki: Duvarı delip bu dünyaya gelen ilk kadın zamanla derin bir pişmanlık duymuştur. Onun yaşamış olduğu pişmanlık duvarı yeniden tamir etme dürtüsünü yıllar yıllar boyu kendi genini taşıyanlara aktarılıp durmuştur. Çift görmeye başlayan herkes ister istemez duvarı yeniden inşa etme dürtüsüyle var olmaya başlamıştır. Bu durum aslında “yasak meyve” ve “cennetten kovuluş” mitiyle de alakalıdır. Kadın merakına yenik düşerek yasak olan duvarı aşmıştır. Bu yasaktan dolayı kendisinin ve kendisinden doğanların cezası çift görmektir ayrıca bu yasak içten içe telafi edilmek istenir. Bundan dolayı da çift görmeye başlandığı andan itibaren duvarı yeniden inşa etme dürtüsü tüm benliğini ele geçirir.

Yeniden öyküye dönersek… Yüksel duvar konusunu da babasına açar. Tam da bu noktada çift görmeye başlamayla duvarın benliği ele geçirmesini baba üzerinden öğreniyoruz çünkü baba bu durumu karısından da deneyimlemiştir. “Bu sabah çift görmeye başladım” dedim. İlk defa başını kaldırıp irileşmiş gözleriyle bana baktı. Mavi olan babam tebessüm ederek, kırımızı hayretle ağzını açmıştı. Çift gören biri vazgeçmezdi, bunu daha önce tecrübe etmişti.” Karısı da çift görmeye başladığı andan itibaren duvarı düşünmüştür. Oysa baba duvarı da bilmektedir, çiftgörenleri de. Duvar herkesin ortasında durmaktadır. Önemli olan görmektir.

Yüksel, babasıyla duvar hakkında konuşurken bir anda görür duvarı. “Şantiyeden beraber çıktık. Arabayı babam kullanıyordu. Sahile çıktığımız an duvarı gördüm, hayretle ön cama yaklaştım, her iki yakayı birbirine bağlayan köprü boyunca uzanan heybetiyle yekpare bir tuğlaya benziyordu. Arkasında kalan karşı sahile yayılmış evleri, güdükleşmiş ormanı görebiliyordum. Her şey mavi kırmızı elbiselerini aynı anda giymişken, duvar beyaz bir tülle kaplı cam gibi her ardını gösteriyor hem de gören gözlere kendini belli ediyordu.”

Çiftgörenlerin duvarı görmesi Gollum’un yüzüğü görmesi gibi bir şeydir. Duvarı gören bir daha başka bir şey düşünemez. Yüksel de aynı şekilde başka bir şey düşünemez. Arabadan iner, hiç düşünmeden köprüden aşağı bırakır kendini çünkü “İnsan. Düşmez. Bırakır, Kendini.”

Yüksel düşerken çift olan dünyası tekleşir ve “ayakta az önce üstünden düştüğüm duvara bakarak dikildiğimi fark ettim” diyebilir. O anda annesi çıka gelir. Ve duvardan düşen insanlar her daim görülmektedir.


Mustafa Bostan

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page