Kurmacalarda birbirinden farklı gerçeklik ögeleri bulunur. Bu özellikle duyularla yapılır ki öyküdeki gerçeklik biraz daha hissedilir, hayata uygun olsun. Mesela bir ses, bir tat, bir koku öyküyle özdeşleşebilir. Ayla Burçin Kahraman’ın öykülerinde de koku ön plandadır. Her öykü belli bir kokuyla özdeşleşir. Kokuların en net olduğu ve öykü boyunca sürekliliği sağlandığı öyküler, şaşırtıcı bir şekilde kitabın en sert-gerçekçi öyküleridir. Örneğin “Gaip” öyküsünü okurken istemsizce burnumuza tarçın kokusu çalınır veya “Issız Tarlada Bir Siyeç”i okurken genzimizi yakan o çamaşır suyu kokusunu hissederiz. Bu kokular öyküdeki gerçekliği ve sarsıcılığı katbekat artırmaktadır. Yani kokunun baskın olduğu öyküler kitaptaki en sağlam öykülerdir. Kokunun belirsizliği veya hiç olmaması öykünün durağanlığıyla doğru orantılı olması da ilginç bir rastlandı galiba.
Kitabın ilk öyküsü “Gaip”in baskın kokusu tarçındır. Öykü boyunca yaşlı bir kadının sebepsizce giden kocasını bekleyip durduğunu okursunuz. Her ne kadar dayak da yese, hakaretlere de uğrasa onu hayatta tutan aslında o adamdır ve o adamın gelecek olması, gelebilme ihtimali de yaşamak için bir sebeptir. Finaldeki plot twiste gelinceye kadar bu duruma hem şaşırır hem de Hurinur’u haklı bulmak için sebepler üretirsiniz. Aslında yapacak pek bir şeyi de yoktur kadının, çocuğu olmamış, yıllarca tek bir insana bağlanmıştır o, bu sebebe tutkundur. Öyküde Hurinur yine karakola gidip kocasından bir haber sormuştur. Eve yorgun ve umutsuz döndüğünde de komşusu elinde bir tabak kömbeyle çıkagelir. Komşunun gelmesiyle de odayı bir tarçın kokusu doldurur. Hurinur da bu kokuyla ta çocukluğuna gider. Burada hem koku hem öykü kahramanının duyularını harekete geçirir hem de öykünün gerçekliğini daha hissedilir kılar. “Havaya yumuşak bir tarçın yayıldı. Koku çok eskilere götürdü Hurinur’u. Çocukluğuna. Sobanın üstündeki bakır tasta dumanı tüten salepleri anımsadı. Salep kaynadıkça tarçın kokusu sarardı her yanı. Elinde bardak nasıl da beklerdi sıranın kendisine gelmesini.”(s. 11) Hurinur komşunun gelmesinden rahatsız olur çünkü kadın sürekli kendisine boş bir bekleyişin esiri olduğunu hatırlatıp durur. Hurinur onu pek dinlemez, cevap da vermez. Kadın gittiğinde bile tarçın kokusu duyulmaya devam eder.
“Issız Tarlada Bir Siyeç” öyküsünün kokusu çamaşır suyu kokusudur. Öykü şüphesiz kitabın en sarsıcı öykülerinden biridir. Hem sarsıcı hem de olabildiğine gerçek. Aslında bu öykü birden çok okuma yapmak için uygun. Mesela öykü çocuksuzluk temasına dikkat çeken bir bakış açısı getiriyor. Özellikle Anadolu’da hâlâ çocuksuzluk kusuru daima kadınlardan bilinir. Erkeğe toz kondurulmaz. Hele hele erkeğin “erk”ine laf edilemez. Eril hegemonya öykü boyunca hissedilir. Gündelik temizliğe giden bir kadın vardır öykünün merkezinde. Tek isteği anne olmak olan. Ancak çocukları olmamaktadır. Kadın sürekli doktora gitmiş ancak kendisinde bir sorun olmadığını, eşinin de test yaptırması gerektiğini öğrenmiştir. Ne var ki bunu kocası kabul etmemektedir. Kadının kocası eğer doktora gitmeyi kabul ederse erkekliği sorgulanacak hatta hadım edilmiş olacaktır. Bundan dolayı hiçbir zaman doktora gitmeyi kabul etmez. Zeliha ise umutla hiçbir doktor randevusunu kaçırmaz. O gün de bir randevusu vardır ve yine yalnız gitmiştir. Doktor çok sağlıklı olduğunu, hatta yumurtaların çatlamaya hazır olduğunu söyler. Bu konuyu bir kenara bırakıp öyküyü bir de koku üzerinde okuyalım. Zeliha gündelik temizliğe giden bir kadın. En çok duyduğu, duyumsadığı koku ise çamaşır suyu kokusu. Zeliha bu kokuyla öyle özdeşleşmiştir ki nereye gitse bu koku da onu takip eder. “Birazdan eve gidecek. Vücudunu ikinci bir deri gibi saran çamaşır suyu kokusunu da peşinde sürüyecek.” Öykü boyunca da bu koku devam eder. Zeliha’nın çay koyduğu mutfakta, balkonu yıkadığı anda veya temizliğe gitti evin zihinsel engelli çocuğu ile banyoda bir başına kaldığı anda bile Zeliha’dan yayılan bir çamaşır suyu kokusu hissedilir. Hatta öykünün son sahnesindeki dehşet kokuların tezatlığıyla katmerlenir. Evin otuzlu yaşlarındaki zihinsel engelli çocuğu altına yapmıştır ve banyoda bir sidik kokusu vardır. Zeliha çocuğu temizlerken çamaşır suyu kokusu baskın gelmeye çalışır. Ancak Zeliha çocuk sahibi olmak için her şeyi göze alacak ve o banyonun kapısını kilitlerken sidik kokusunu kabul edecek hatta bu pisliğe mağlup olacaktır.
Kitabın en sert ve sarsıcı öyküsü “Emanet”tir. Daha çok hasta olana odaklanılır ya hani veya çekip gidene, enkazda kalıp ölenlere ya da intihar edene. Aslında en büyük dram o hastaya bakanla, gidemeyip kalanla, o enkaz başında sevdiğinin ölüsünü bekleyenle ve intihar edenin çevresinde yaşanır. Mesela herkes enkazda ölen kişiye ah vah edip üzülür. Oysa onu enkazın başında bekleyendedir en büyük acı. Her çıkan ölüye koşup o mu diye bakandadır, kendi ölüsünü bulunca, “Çok şükür tek parça çıktı,” deyip buna içten içe sevinendedir, etrafındaki bekleyenlere, “Darısı sizin ölüye,” diyebilenlerdedir asıl dram. Mesela intihar etmiştir biri. Tüm öyküler o intihar edene odaklanır. Neden intihar etti, nasıl etti, ne zaman etti, mektup var mıydı, bir ipucu veya bir belirti… Oysa büyük bilinmezliklerle çekip gidenden çok intihar edenin mesela eşinin, mesela çocuklarının yaşadıkları daha derindir. “Emanet” öyküsü aslında o kimsenin görmek istemediği, ısrarla kaçındığı bir noktadan bakar aynı olaya. Bu öyküyü bu kadar önemli kılan sadece serebral palsinin ileri bir seviyesinde olan bir çocuğu anlatması değil, o çocuğa bakan ailenin duygularını ön plana almasıdır en saf hâliyle. Zehra üzerinde çok fazla konuşulması gereken bir karakter öyküde. Annesinin bir süre omuzladığı yükü ölene kadar taşımakla yükümlü abla. Anne yarısı. Kimse sormaz ona, “Bu yükü taşımak ister misin?” diye, sanki o öncesinde böyle bir yükü omuzlaması için doğmuştur hayata. Kimse görmez onu. Kimse duymaz. Kimse sormaz ona, “Canı ne istiyor?” diye, çünkü onun canı hiçbir şey istemez, isteyemez. O sadece kardeşine bakmakla sorumludur, hepsi bu. Yaşadığını bile çoğu zaman fark etmez mesela. Ona çizilmiş, bahşedilmiş ya da layık görülmüş hayat “Sidik kokulu çamaşırları yıkayıp paklamak,” ve “Sabaha aynı işler sil baştan,” (s. 39) tekrarında ölümü beklemek. Burada Zehra’nın içsel çatışmalarını uzun uzadıya anlatmayacağım, o başka bir yazının konusu. Sadece belirtmeliyim ki öykünün kokusu keskin bir sidik.
“Bitmeyen Senfoni” yaşlı bir müzisyenin dramı aslında. Büyük ihtimalle alzheimer teşhisiyle hastaneye (akıl hastanesi de olabilir) yatırılmış bir müzisyen eski günleriyle karışık ruh geçişleri yaşar. Eline nereden geçtiği bilinmez bir gazete kupüründeki (belki o gazete kupürü bile hayaldir) ilan onu heyecanlandırmıştır. Berlin Filarmoni Orkestrası büyük bir konser verecektir ve o, bu konsere gitmeyi çok istemektedir. Bunun için bir izin dilekçesi hazırlar. Dilekçeyi vermek için gittiği “yüksek tavanlı, küçük, loş oda.”da “insanın burnunu yakan dezenfektan kokusu” (s. 55) baskındır. Bu dezenfektan kokusu hem olaydaki gerçeklik unsurudur hem de öykünün ana kokusudur. Öykünün devamında yaşlı adam iznini alır, giyinir ve orkestranın yapılacağı yere gider. Sahne ona geçmişini hatırlatır. Özellikle ilk konserini. Sonra konser başlıyor ve bir alkış kıyamet. Öylesine gerçekçi anlatılıyor bu konser okur çok sonradan fark ediyor yaşananların bir rüya olduğunu. Aslında konumuz kokular olmasaydı bu öykü ile A Beautiful Mind filmini karşılaştırır, Ayla Burçin Kahraman’ın da tıpkı filmin yönetmeni Ron Howard’ın yaptığı gibi öyküye bu yaşanan konserin aslında gerçek olmadığını belli eden bir takım ipuçları yerleştirdiğini konuşabilirdik. Mesela öyküdeki omuz dekolteli o kadın. Yaşlı müzisyen onu hiç sevmez, hatta konuşmaz ve kaçmak ister ondan. Çünkü o hemşirelerinden biridir. Konserin sonunda, o alkış kıyametinin yaşandığı anda, salondaki tüm konukların omuz dekolteli ve aynı yüze sahip olduklarını fark eder. Tam da o anda bir koku duyumsar. Tanıdık bir koku. Dezenfektan kokusu. “Ağır bir koku midemi bulandırıyor. Ne kokusu, dezenfektan mı?” (s. 58) Yine belirtmeliyim ki konumuz kokular olmasaydı öyküdeki dezenfektan kokusunun, hani Inception filmindeki kahramanlar yaşadıklarının rüya mı yoksa gerçek mi olduğunu saptayabilmeleri için bir totem kullanırlardı ya, tıpkı Inception filminde kullanılan totemler gibi bir etki yarattığını uzun uzadıya tartışabilirim. Çünkü dezenfektan kokusu da öyküdeki yaşananların hayal mi gerçek mi olduğunu belli eden bir totem gibidir.
“Ruj Lekesi” öyküsü tezatlar üzerine kurgulanmış bir öykü. Bu tezatlar da kokular üzerinden hissediliyor. Bir tarafta Tülay’ın yeni parfümünün mis kokusu, diğer tarafta anlatıcı kızın evinin her köşesine sinmiş sidik kokusu.
“İjala’nın Paşası” adlı öykünün kokusu defnedir. İlk iki öyküye göre biraz daha durağan bir öyküdür. Bundan dolayı öyküdeki koku da varla yok arasıdır ve hafif bir esintiyle gelip gider. Benzer bir durum çocuğunu aldırmak isteyen ancak boşanma aşamasında olduğu için bunu nefret ettiği eşine söylemeyen, eşinin de onayı olmadan çocuğunu aldıramayan bir kadının çıkmazından kesitlerin anlatıldığı “Hem Tatlı Hem Ekşi” öyküsünde de vardır. Öykü durağandır ve baskın bir koku yoktur.
İlginçtir Ayla Burçin Kahraman’ın e başarılı, sert, gerçekçi, çarpıcı öykülerinde keskin kokular vardır. Issız Tarlada Bir Siyeç (çamaşır suyu), Emanet (sidik), Bitmeyen Senfoni (dezenfektan), Ruj Lekesi (parfüm-sidik) öykülerinde olduğu gibi) Durağan öykülerinde koku varla yok arasındadır. Ijala’nın Paşası (defne), Köse (nergis yaprağı), Gül Açımında (toprak) öykülerinde olduğu gibi. Sıradan öykülerinde ise hiç koku yoktur (7 Nokta 1, Geride Kalan, Dilsiz Uşak, Annemin Babası, Tuhaf Bir Hikâye öyküleri gibi).
Mustafa Bostan
Commenti