2010 yılında Newsweek Türkiye dergisince, “Kırk Yaş Altı Türkiye’nin En İyi 20 Yazarı” listesine giren Ahmet Büke’nin ilk kitabı İzmir Postası'nın Adamları, 2004’te raflarda yerini almıştır. Oğuz Atay Öykü Ödülü, Sait Faik Hikâye Armağanı gibi prestijli ödüller alan yazarımızın, Mevzumuz Derin adlı Yılın Gençlik Romanı ödüllü bir gençlik kitabının yanı sıra çok sayıda çocuk kitabı da vardır. Öykülerindeki anlatımın sadeliği ve okuyucuyu alıp götüren etkisinin izini son öykü kitabı Varamayan’da sürdük. Varamayan öykü kitabı basıldığı 2019’da yılın en iyi 50 kitabı listesine girmeyi başarmıştır. Ardından gelen ilk romanı Deli İbram Divanı, kısa sürede altıncı baskıyı yaparak geniş bir okuyucu kitlesine ulaşmıştır. Kendini hikaye anlatıcısı olarak tanımlayan yazar, metafor kullanmadığını, sağlam konusu olduğuna inandığı bir hikayeyi okuyucuya sade bir dille aktardığını belirtiyor. Toplumcu gerçekçi nabızda atan üslubunu karakterlerine giydirip okuru meseleye ortak eden yazarımızın hikâyelerindeki karakterleri gündelik hayatın içinden, bizden birileri. Ağır ekonomik koşullar içinde beli bükük, gününü zor kurtaran geçim derdinde olan insanlar…
Tütün işçisi kadın, aklı kıt bir garip, işsiz baba, hayatta kalmaya çalışan maden işçisi, doğayla mücadele eden köy kadınları, geçim derdinde üniversite öğrencileri gibi halkı oluşturan aynı ekonomik katmandaki insanlar kitabın sahnesinde buluşuyor ve hayatı gösteriyor okuyucularına.
Manisalı olan Ahmet Büke’nin öykülerinde olaylar İzmir, Manisa ve çevresinde geçiyor. Köy ve kasaba hayatı geniş yer tutan öykülerinde betimlemeleri şiirsel üslupla renkleniyor.
“Varamayan” iki bölümden oluşuyor. “Herkes aynalardan bir sonsuzluk öğrenir,” alıntısı ile başlıyor kitap.
İlk bölümde yer alan, Varamayan Ahmet, yaşanmış bir olayın, doğanın sesiyle harmanlanışının öyküsü. Manisa’nın Borlu ilçesinden askere giden aklı kıt garip Ahmet’i ve anasının mücadele içinde geçen hayatını anlatıyor. Çocukluğunda, köpeklerle dostluğunu, annesi tarlaya gittiğinde küçük Ahmet’i köpeklerin koruduğunu, annesinin köpekleri uzaklaştırdığında ise çocuğun bir çukura düşüp aklının kıt kaldığının hikâyesinde köy kadınının zorlu hayatına tanık oluyoruz. Ahmet’in askerlikte unutkanlığının başına açtığı dertleri, tezkere alınca bitmeyen tren yolculuğu ile yitmesini, anacığına bir türlü varamayışının buruk kimsesizliği zihinlerde yer ediyor. Ahmet‘ in, gün doğmadan tütün kıran, tarlada çalışan, elleri nasırlı anası ise bu öykünün gizli kahramanı.
Mavidir yazarın öykülerinin rengi, Ege gibi mavi. Bazen fırtına olsa da ardından güneş doğar, göğün mavisiyle denizin mavisini, doğanın çığlıklarıyla buluşturur. Tanrı bakış açısıyla yazılan öyküde betimlemeler, doğanın elementlerinin bestelenişi…
“Saros Körfezi güneşin altında yanan bir suydu. Tepeden denize doğru kendini bırakan rüzgâr, tel örgünün berisindeki eski koruganlara ıslıklarla çarpıyor, taşlık sahile varır varmaz da çakıllara sürünüp kayboluyordu. Koruganlara giden eskinin ağaçları telefon direklerinden kalanlar, ayakta donmuş ölüler gibi dizilmişti.” (sf.15)
“…yılının hıdrellez gecesinde ay geceye asılı lüks lambası gibi sallanıyordu.” (sf.17)
Anlatım, gündelik dilde ve güçlü diyaloglarla destekleniyor. Şiirsel üslup zaman zaman kıyıya vuran dalga sesleri gibi atmosfere mavilik katıyor.
Öykülerindeki kişiler, burada olduğu gibi çoğunlukla tabiatla iç içe bir hayat sürüyor. Doğayla insanın, çocukla köpeğin dostluğunun yer aldığı bir atmosferde yazarın, doğanın sesini, kokusunu, edebiyata yansıtmadaki ustalığına tanık oluyoruz.
“Borlulu Ahmet‘in hatırladığı ilk his kara bir boşluktu. Anası sabah olmasına çok varken kalkardı. Tütün amelesinin gece uykusu eksiktir. Yaprak serinlikte dirilir, ele gelir, kırıma uyanır. Kadın sessizce işlik donunu giyer, Ahmet’i kucaklayıp evin önündeki sedire yatırırdı…” (sf.19)
Kültürümüze ait detaylar doğanın dallarına asılıyor.
“Hıdrellez gecesiydi ve aniden bir puhukuşu çığlıklarla geçti üzerinden. İçinden bol av, tombul sağlıklı bir eş diledi. Telin ötesindeki uçsuz bucaksız gündöndü tarlasına doğru kayboldu.” (sf.25)
“Ahmet anasını karanlık odada sessizce dinledi. Bak oğlum, dedi. İnsan dediğin yozdur. Hem de Kayacık kayasından daha karardır yüzü. İnsan ne işe yarar? Bir boka yaramaz. Ama karga dediğin mübarek hayvandır. Onu bunu ayırmaz, bulduğunu yer. Sonra bak insanlar ceviz dikmez. Fenalık getirir diye. Hâlbuki en büyük fenalık kendinden çıkar. Bu hayvancıklar cevizleri alır, dar günler için saklar, bazılarını unutur. Unuttukları çatlatır kabuğunu, toprağa sarılır. Ağaç olur. Ya erin kestiği, yaba yaptığı, sandık ettiği ceviz böyle olur. Karga hiç vurulur mu? Büyük günah. Sakın yapma, sütümü helal etmem, dedi” (sf.40)
“Cümle mahlukat varma telaşındaydı bir yerlere.” (sf.44)
İkinci bölümün kısa öykülerinin ilki Eski Ağrı, doğa betimlemesini tanrı bakış açısıyla okuyucuya aktarıyor. Anadolu’nun uzak bir köyünden bir küçük zaman diliminde insan doğa ilişkisini anlatıyor.
“Gök boz donundaydı. Yağdı yağacak havası. Sessiz bir puhukuşu- galiba alıcıydı ve bayatlamış karların arasında kımıldayan tarla farelerini fark etmişti- birkaç kez gitti geldi pencerenin önünde. İşte tam o anda hep beklenen ama ne zaman olacağı bilinmeyen bir şey oldu: Akmaz gibi görünen zaman tıkır tıkır işlemeye başladı. Sanki selin önündeki toprak set, zemininden sonunda sızdırdı ya da uykudaki bir at aniden uyanıp yelesini iki gözünün tam arasından geriye doğru savurdu.” (sf.47)
Öykülerinde hep bir hareket vardır. Atın, arının, puhukuşunun, karganın, cevizin, yağmurun, dalganın kısacası doğada olan her şeyin var olma sebebini ve devinimini gösteriyor yazar.
Ejderha’nın Endişesi adlı ikinci öyküde yazarın nesneleri kişileştirdiğine tanık oluyoruz. Kızına oyuncak ejderha alan ve sonrasında işsiz kalan bir babanın kızına olan sevgisini anlatırken tekir kediyi, oyuncak ejderhayı da, sevgi sarmalına katıyor. Kahramanımız kediye döküyor içini. Küçük kızın oyuncak ejderhayı, babasının koynundaki kediye değişmesinin mutluluğu babasına yansıyor. Sabahın geç vakti ile güneşin son ışıklarının çekilmesine kadar geçen zaman aralığında yaşananlar, geriye dönüşlerle açılıyor. Diyaloglarla desteklenen anlatıda, kedinin ve ejderhanın da düşüncelerini söylemesine izin veriyor yazar. Doğadan ve nesnelerden beslenen olay örgüsü umutla düğümleniyor.
“Böyle insan, göğsünde ne taşır?
Zehra’yı tabii” (sf.52)
“Sen uyuyor musun?
Kediler insanı dinler, aç gözlerini.
Hah!
Peki, tekir kardeş, nerede Zehra’nın şansı şimdi?
İşsiz kaldım dün.” (sf.54)
Nefes öyküsü diyaloglarla başladıktan sonra zaman sıçramasıyla geçmişe dönüyor. Geçmişte, maden patlamasında yaşanan bir kaybı ve yoksulluğun çaresizliğini zihinlere nakşediyor.
“Tek nefes almak ne zor biliyor musunuz siz?” Bilmiyorduk ya da bilmek istemiyorduk. Bir istediğimiz büyür büyümez bu dağdan gitmekti. Ya okuyacaktık ya da Manisa Sanayi’ye yedek parça olacaktık. Madenden iyiydi. Gelgelelim Cemil’in babasının alamadığı nefes sanki ayağımıza zincir olmuş bırakmıyordu bizi.” (sf.58)
Ateş Ne Diyelim öyküsünde doğa tasviri, rüzgârın şarkısıyla başlıyor. Köy atmosferinde hayvanlar ağılarında, köy halkı da evlerinde. Karanlık çöktükten sonraki ıssızlıkta, gündelik hallerini tanrı bakış açısıyla tasvir ediyor yazar. İnsan ve de hayvan, dişinin farklı bedenlerde vücut bulan yazgısını anlatıyor. Meryem’e dönüşüyor dişi olan.
“Köpekler bu köyün en eski sahibidir. Kır kuyruklu, böğrü güçlü dişiden beri burdaydılar. Çok uzun zaman önce yine böyle don yaldızlı kış gecesinde canavar kokusu yayılmıştı ortalığa. Evlerin ağıllarında davarlar uyanıp arka ayaklarını sinirlice toprağa vurdular. Birbirlerine sokuldular. İhtiyar tekeler, kocamış koyunlar kaderlerini hissettiler. Kimse yardıma gelmezdi. İnsanlar yorganlarını başlarının üzerine çekmişlerdi. Köpekler cesaret edemezlerdi ortalığa çıkmaya. Bir erik bile mızıldanmadı, öyle sessizdi ortalık. Canavar yaş yerlere basarak, cevizlerin ve bodur fıstıkların arasından yaylanarak geldi.
Canavar dedikleri bir ulu kurttu.
Kır kuyruklu, böğrü güçlü
Köpekler onun soyundan olmasa çıkarlardı belki karşısına. Kurdu sadece ıssızlık karşıladı.”
(sf.60)
Yurtsuz Duyan, çölün hikâyesi. Masalsı anlatımı, göçerlik kültürünün ögeleri süslüyor. Öyküdeki anne figürü büyüten, yol gösteren, yön veren Anadolulu Kibele.
“Çöl bize armağandır oğlum. Ona kötü söz söylemeyesin.” (sf.63)
“Çöl her şeyi duyar oğlum.
Çünkü çöl Huda’dan el almıştır ve Semi’dir”(sf.64)
Hayat Tuhaf öyküsünde bir gencin, mektuba iç döküşünü okuyoruz. Ben anlatıcıyla aşkını itiraf ediyor karakterimiz. Narçiçeği kokusu, mektuptan doğaya açılan pencereyi işaret ediyor.
“Annem felaket felaketi çeker, derdi. Annelerin her dediği çıkmaz. Yoksa hayat böyle tuhaf ve güzel olmazdı.” (sf69)
İnsan İlişkileri ve Buzdolabı öyküsü, giriş, gelişme, sonuç olarak üç bölümden oluşan kompozisyonun öyküye uyarlanması. Giriş bölümünde, anlatıcı kendini tanıtıyor. Gelişme bölümünde anlatılan olaylar bir öğrenci evinde geçiyor. Aynı evde kalan gençlerin soğuk ve açlıkla mücadelesinde birbirlerine yabancılaşmasını işaret ederken karşı komşunun varlık içinde yalnız ve mutsuz oluşunun tezatlığını gösteriyor. Sonuç bölümünde, gençlere içindekilerle hediye edilen buzdolabının ilişkileri düzelttiği mikro deneyin sonucuna tanık oluyoruz.
“Biliyor musunuz, içinde eser miktarda da olsa yiyecek olan bir buzdolabı gerçekten karşılıklı saygıyla yürüyen insan ilişkilerinin temelini oluşturuyor” (sf.74)
Bazı Tuhaflıklar Geri Döner! öyküsü ben anlatıcının diyaloglarıyla başlıyor. Yaşam ve ölüm düşle gerçek arasında çok katmanlı bir öykü. Kapalı bir mekânda geçen öyküde dışardan gelen sesler, mekânın efektlerini oluşturuyor. Yazarın, öykülerinde alışık olmadığımız bir tarzı denediğini görüyoruz.
“Seni hatırladım. Otopsine girmiştim mecburen. Elimizde kaldın diye. Niye şimdi buradasın? dedim” (sf.76)
Eksi Yerçekimi öyküsü, insan tasvirleri, kişilik analizleriyle bir iş yerinde var olmanın panoramasını mizahi bir dille okuyucuya aktarıyor.
“Tankut Beyler uzaya gittiler. Ama önce belki de F.’den bahsetmeliyiz.
F.cennet elması renginde uzun giysisinden taşarak yürürdü. Islak teni ve uzun kirpikleri vardı.Dalgın olduğu zamanlar Almancaya benzer bir dil konuşuyordu ama Almanca da değildi kesinlikle.” (sf.79)
“Yine Acıktık” açlığın ve çaresizliğin trajikomik küçürek öyküsü. Ben anlatıcı mizahi bir hikâyeyi düşündüren bir dille okuyucuya aktarıyor.
“Lokman varsa çok endişe etme. Isınacak ateşin varsa bey sayılırsın bu hayatta.”(sf.83)
Sevdiğimiz İnsanlar Sevdiğimiz Kediler öyküsü çocuk ve hayvan dostluğu üzerine içimizi ısıtan
bir öykü. Ben anlatıcının çocuk olduğu öykünün dili sade, anlatımı yalın, çocuk öyküsü tadında. Mizahi üslubuna yazarın kısa öykülerinde rastlıyoruz.
“Ben zeytin zamanı doğmuşum. Sonra Leyla doğmuş galiba çünkü ben büyüğüm. Kediler evin çocuklarından küçük olurmuş. Annem öyle diyor” (sf.86)
Ahmet Büke’nin öykülerinde olaylar İzmir, Manisa ve çevresinde geçer. Köy ve kasaba hayatı geniş yer tutan öykülerinde
Neslihan Hazırlar
Comments