2015’te ilk öykü kitabınız Günlerden Kırmızı, 2017’de Hevesi Kirpiğinde, 2019’da peri Kızı Af Buyrun okuruyla buluştu. Dördüncü kitabınız Annem Kovboylar Ve Sarhoş Atlar ise temmuz sonu İthaki Yayınları’ndan çıktı. Yaklaşık yedi yıla dört kitap sığdıran üretken Polat Özlüoğlu’nu kısaca tanıyabilir miyiz?
Ege Üniversitesi Gazetecilik Bölümü mezunu, okumayı, yazmayı her zaman seven, önemseyen, dünyaya, etrafında vuku bulan olaylara, hayata, içinde yaşadığı memlekete karşı kendini borçlu hisseden, geçmişe ve geleceğe dair sorular ve sorgularla, bitmeyen bir merak ve heyecanla bakan bir dünyalı diyebiliriz. Tutkulu bir okur, yazmaya tutuklu bir yazar.
Türk ve Dünya Edebiyatı’nda aile ve baba merkezli öyküler sıkça karşımıza çıkar. Puzzo’nun Baba’sı erkeklerin dünyasında baba-oğul çatışmasını, Kafka’nın Babaya Mektuplar’ı babasına düşman bir oğulun aslında ona hayranlık duyduğunu anlatır. Bizde Yaprak Dökümü’nün Ali Rıza Bey’i yitirdiği otoritesinin çaresizliğiyle karşımıza çıkar. Annem Kovboylar Ve Sarhoş Atlar’da da baskın bir baba motifi görüyoruz. Önsözde Hür Ümer’den yaptığınız alıntıda olduğu gibi “baba fırtınada damı uçan evlere” mi benziyor sizce? Neden baba?
Baba figürünün ön plana çıkma sebebi biraz kendi kişisel takvimimle ilgili açıkçası. ‘‘Günlerden Kırmızı’’ ve ‘‘Hevesi Kirpiğinde’’ kitapları çıkış noktası 2014 ve sonrasında yaşanan toplumsal olaylara dayanıyordu. Gezi olayları, Ankara Garı Katliamı, Soma Maden Ocağı faciası yaşanıyordu ardı ardına. Gündem oldukça yoğundu ve gözlerimizi nereye çevirsek bir toplumsal travma içinde dağılıyorduk. ‘‘Peri Kızı Af Buyrun’’ kitabı sürecinde ise #metoo hareketi sıcağı sıcağına tüm dünyayı kavuruyordu. O dönemde kadın cinayetleri ve kadına şiddet olayları çok daha görünürdü sosyal medya ve ana akım medyada. Sürekli olumsuz haberler okuyor ve duyuyorduk. Bu yüzden ‘‘Peri Kızı Af Buyrun’’ kitabında hikayeler hep kadın ağzından anlatıldı, kadın dilinin hâkim olduğu bir üslup kullanıldı. Erkek zorbalığı, aile içi şiddet, çocuk istismarları, kadın cinayetleri, eril tahakküm, LGBTİ bireylere yapılan ayrımcılık gibi birçok sorunu masaya yatırdım. Dünya ve ülke gündemi bir yazar olarak beni etkiliyor, etrafımda olan olaylara karşı kendimi izole etmiyorum, gözlerimi kapatmıyorum. ‘‘Annem, Kovboylar Ve Sarhoş Atlar’’ kitabındaki öykülere gelince kendi yaşadığım bazı olaylar beni baba figürünün ön plana çıktığı hikayelere yönlendirdi. Öykülerin odak noktası ailenin eril tarafına kaydı bu kitapta. Aile kavramını deşmeye, ailenin kutsallığı, dokunulmazlığını kurcalamaya, aile tabusunu yıkmaya çalıştım öykülerle. Aile bana göre çoğunluk çürümüş bir kurumdur. Toplumsal erozyon, ahlaki çöküş en küçük birimde ailede başlıyor maalesef. Bu yüzden aileyi masaya yatırıp otopsi yapmaya çalıştım. Kendi kişisel takvimimde yaşadığım bazı olaylar eşliğinde kendi duvarlarıma da çarparak hikayeler kurguladım. Bu öyküleri yazmak oldukça zorlu bir süreçti ancak yazarlık biraz da kendi acılarını sağaltmak değil mi? Baba hep eksik bir bulmaca, yarım kalmış bir kitap ya da kırık bir ayna gibidir oğullar ve kızlar için. Evlatlar o kırık aynaya bakmaya korkarlar çünkü yamuk yumuk bir suret görürler kendilerini andıran. Ben bir evlat olarak o kırık aynaya bakmaya çalıştım, sizler de o aynada saklı kalmış suretleri, zalimliği, zorbalığı, perişanlığı, pişmanlığı, yalnızlığı, çaresizliği, yalanı, ikiyüzlülüğü görün istedim.
“Unutmanın Huzursuz Bahçesi” kitabın ilk öyküsü ve Latife Tekin’e ithaf edilmiş. Öykünün adı bize yazarın “Unutma Bahçesi” adlı eserini çağrıştırıyor. Metinler arasılık bağlamında bu öykünüzde esinlenme ya da gönderme var, diyebilir miyiz? Unutmamanın en çetin mücadelesinin verildiği etkileyici öyküde Picasso’nun “Ağlayan Kadın” tablosuna da bir gönderme var. Rüya ile metne dahil olan bu tablo zulme karşı dikkat çekmek için bilinçli olarak mı yer buldu kurmacada? Ve yine aynı öyküde kahramanın adının “Hevidar” yani “umutlu” olması, öyküye hâkim duygular ile bir çatışma yaratmak adına mı yoksa umudun bitimsiz olduğunun altını çizmek için mi tercih edildi?
Bu öyküyü yazmamama sebep Latife Tekin’in ‘‘Unutma Bahçesi’’ adlı kitabıdır. Kitabı bitirdikten sonra kafamda bazı sorular dönmeye başladı unutma, bellek, kayıp ve yas üzerine. Ve bir gece oturup öyküyü yazdım. Metinler arası okumaları seviyorum. Elbette öykünün Latife Tekin’in kitabıyla konu, kurgu ve dil bakımından uzaktan yakından alakası yok ancak işlenen kavramlar bakımından bir akrabalığı var. Kayıp, hatırlama, unutma-unutamama, yas, hafıza üzerine bir ortaklık. Sevdiğim kitapların ardından gelen bu yoğun düşünme halini seviyorum yazma sürecine eklemlenen. Metin kendi yolunu, okurunu bir şekilde buluyor. Elbette zulüm, zorbalık, kadına şiddet, eril tahakküm kavramları üzerine çokça düşünen biri olarak kara masalları andıran metinlerde bazı umut kırıntılarına tutunmayı seviyorum. Hevidar ismi ilk duyduğumda çok hoşuma gitmişti bir söyleşi esnasında kitap imzalarken bir okurun adıydı ve bu öyküde bir şekilde hikâyeye sızdı. Umut ediyoruz. Umut olmadan ayakta kalmak, nefes almak, yaşamak ne mümkün. Yeni bir güne uyanmanın tek sebebi umut. ‘‘Ağlayan Kadın’’ tablosu ise kızı gözaltında kaybolan bir babanın rüyasında kızının yüzünü görme hali üzerine acı bir durum. Kızın darmadağın yüzü aklıma o tabloyu getirdi ne yazık ki.
Unutmanın Huzursuz Bahçesinde anlatıcı ev için “unutmanın huzursuz bahçesi” benzetmesini kullanıyor. Peki sizce ev nedir? Toplum ve ahlak kurallarının dayattığı, belli sınırları, kuralları, gizleri var mıdır evlerin?
Ev kapalı bir kutu gibidir içi dikenlerle ve dışı yılanlarla bezeli. Bir sürü sırrın, kaygının, korkunun, yalanın, yalnızlığın, bazen iyiliğin, bazen kötülüğün saklandığı bir yer. Toplum baskısı, siyasi erk, din, gelenek, görenek, ahlak gibi kavramların yücelttiği, kutsallaştırdığı bir kavram aile. Dokunulmazlığı var elbette ancak ikiyüzlü bir toplumda, eril tahakkümün, yozlaşmış ahlakın, toplumsal baskının, çarpıtılan dini duyguların gölgesinde çürümüş bir kurumdan başka değil aile çoğunlukla. Kadınların, çocukların, ötekilerin dışlandığı, ezildiği, gözden çıkarıldığı içi kof bir canavara benzetiyorum ben aileyi. Namus, iffet, ahlak gibi kavramlarla insanları içinde öğüten, eriten, sindiren hatta öldüren bir canavar. Öykülerde o evlerin içindeki pencereleri, perdeleri, kapıları kapalı odaları gün ışığına çıkarmaya, karanlığı aydınlığa kavuşturmaya çalıştım. Evlerin de bir hafızası olduğuna inanıyorum. Bu durumu imlemeye çalıştım kitapta. Ev deyip geçmeyelim istedim. O duvarlarda, eşyalarda, eşiklerde, pervazlarda neler neler saklı kim bilir?
“Kılçık Babam” kitaptaki en sarsıcı öykülerden biri. İstanbul’a göç etmiş bir ailenin yaşadığı dramı konu alan öyküde çok da uzak olmadığımız ev halleri ortaya koyulmuş. Burada asıl önemli olan evin en küçüğü Ayşenaz’ın eline suç aletini tutuşturmak, olayı onun gözünden görebilmek ve travmasını ustalıkla vermek. Ne dersiniz, hastalıklı ailelerde en çok kaybeden, yara alan çocuklar mıdır?
Maalesef çocuklar yara almadan aile denen cenderenin içinden çıkamıyor. Çocuklar bu topraklarda hep en kolay göz ardı edilen, gözden çıkarılan, gözden kaçan varlıklar. Mutsuz çocukların çoğunlukta olduğu bir ülkede yaşıyoruz. O kadar çok acı, cinsel istismar, taciz, şiddet, ölüm, öfke var ki çocuklara reva görülen, bu dünyada bunlara sebep olan insan müsveddeleri ile yaşamaktan utanıyorum. Çocuk deyip geçmeyin, bir çocuk evin dört duvarı arasında her şeyi gören, duyan, bilen, sezen ve hatta anlayan ama susan bir bireydir. Evlerin küçük kara kutularıdır. Enkazın altında kalandır. İçinde saklı olanlarla yaşamaya, büyümeye, hayatta kalmaya çalışanlardır çocuklar. Travma ile yaşamayı öğrenirler ve sırtlarında bir taş gibi o yükü taşırlar. Yaralı çocuklardan yarının yaralı ebeveynleri doğar. Bu ülke çocukluk nedir bilmeden birdenbire büyüyen ihtiyar çocuklarla doludur. ‘‘Kılçık Babam’’ öyküsünde inşaat işçisi dev gibi babası işverenin ihmali sonucu kaza geçirip sakat kalınca onu tanıyamayan bir kız evladın ağzından yaşadığı travmayı anlatıyor. Düşününce insanın içi bir tuhaf oluyor. O çocuğun yaşadığı hayal kırıklığını tahayyül etmek bile hikâyeyi benzersiz kılıyor.
Annem Kovboylar Ve Sarhoş Atlar öyküsü, kitaba adını veren ve başka bir coğrafyada geçen bir öykü. Yine bir çocuk anlatıcı tercih edilmiş. Ve okurda “Sarhoş Atlar Zamanı” filmini, onun küçük anlatıcısı Ayoup’u çağrıştırıyor. Viski ile atlar arasında bir ilişki kurduğumuz bu öykünün ortaya çıkışında filmin etkisi var mıdır?
Film hiç aklıma gelmedi. Aslında anlatmak istediğim çağdaş bir Peter Pan masalıydı. Büyümek istemeyen daha doğrusu büyümesi istenmeyen bir çocuğun hikayesiydi. Annesinin büyürse babasına benzeyeceğinden korktuğu dolayısı ile ilelebet küçük kalması istenen bir çocuğun önlenemez bir şekilde bedenen, ruhen büyümeye direnmesinin masalı. Saçlarının uzamasına, koyulaşıp babasına benzemesine, elleri, ayaklarının irileşmesine karşı verdiği baştan kaybedilmiş çaresiz savaşta çocuk yenilgiyi kabul edemiyor. Çünkü annesini hayal kırıklığına uğratmak istemiyor. Babası gibi onu üzmek istemiyor. Babasına benzemek demek annesini kaybetmek demek aynı zamanda. Öykünün ismi ise çocuğun büyüyerek kovboylar ve atların yarı masalsı yarı büyülü dünyasından kovulmasını, dolayısı ile annesini yitirmesini imlemek için konuldu.
Kitabın tamamında “Ben anlatıcı” tercih edilmiş. Okur olarak bu anlatıcı tekniğini hep daha tesirli bulduğumu söyleyebilirim. Okuru metne çeken, yazarla bağını kuvvetlendiren bir anlatıcı. Sizin bu konudaki fikrinizi merak ediyorum. Kurmacaya göre mi anlatıcı yoksa anlatıcıya göre mi kurmaca tercih ediyorsunuz? Bu kitabı özellikle mi “Ben anlatıcı” ile kurguladınız?
Aslında hikâyeye göre dili ortaya çıkıyor. Bu kitaptaki öykülerin ortak noktası bir kaybın, ölümün, travmanın, tutulan bir yasın ardından geride kalan karakterlerin içlerinde biriken yarık kalmış hikâyeyi birine anlatma ihtiyacından doğmuş olması. Yani kahramanlar bir şekilde yaşadıkları çalkantıyı, çektikleri acıyı, içine düştükleri hüznü, çaresizliği paylaşmak istiyorlar, dillendirmeye hazır hissediyorlar ve artık daha fazla taşıyamaz hâle geliyorlar. Birisine anlatmak tek rahatlama yolu belki de. Birisinin kim olduğu önemli değil, herhangi birisi de olabilir. Bir tanıdık, bir yakın olmasına gerek yok. Hatta daha da abartırsak bir muhatap olması bile gerekmiyor. Sadece anlatmak istiyorlar. Anlatıp kurtulmak, anlatıp çözülmek, dağılıp yok olmak. ‘‘Ben anlatıcı’’ ile yazarken aklımdaki denklem buydu. Bu tür anlatı en zor anlatı tekniklerinden biridir bana göre, bıçak sırtı bir durum söz konusudur. Çünkü okurken hissedilen samimiyeti, tesiri sağlamak çok meşakkatli ama doğru yapılınca muhteşem bir sonuç verir. Okuru yazılan hikâyenin içine çekip alır. Bu yüzden düşündüm, kime anlatmak daha kolaydır? Kime anlatırsak yaptıklarımızdan, sebep olduklarımızdan suçluluk, kaygı, yargı, pişmanlık ya da daha az acı duyarız? Elbette bir yabancıya. Hiç tanımadığımız birine anlatmak her zaman daha kolay olmuştur. Dolayısı ile bu kitaptaki kahramanlar da içlerindeki kederi, acıyı, pişmanlığı, kabahati başkalarına anlatıyorlar. Öyküler bir yabancıya yazıldı, kitabı eline alan bir okura.
Kitabın en sevdiğim yanlarından biri de öykü aralarında karşıma çıkan şiirler oldu. Baba temalı şiirler öykülerle bir bütünlük halinde ama farklı bir ahenk, ses olarak okuru selamlıyor. Polat Özlüoğlu’nun şiirle arası nasıldır, hangi şairleri sever, ezberinde kimleri saklar? Ve sizce, her öykücünün beslenme çantasında şiir olmalı mıdır?
Şairler iyi ki var, şiirler iyi ki yazılıyor. Onlarsız bu dünya berbat, çekilmez bir yer olurdu. Her heveskar okur yazar gibi bende bir zamanlar gençlikte şiir yazmak gafletinde bulundum. Elbette çabucak bu gafletten kurtuldum. Okur olarak saydığım, sevdiğim şairler var. Bu öyküler toplamında da bana şiirleri, dizeleriyle yol gösteren, karanlıkları aydınlığa çeviren şairler oldu. Sorduğunuz soruya en güzel cevap sanırım her öykücü değil her yazarın şiirle arası iyi olmalı, sevdiği bir değil onlarca şair olmalı. İyi bir şiir okumanın hazzını şu dünyada hiçbir şey tutamaz. Sevdiğim şairler saymakla bitmez. Dönem dönem geri döndüğüm, sığındığım, saklandığım şairler var öykülerin arasına dökülüp saçılan. Akgün Akova, Didem Madak, Turgut Uyar, Ece Ayhan, Murathan Mungan, Birhan Keskin, Cemal Süreya gibi şairler…
Söyleşi: Esra Kahya
Comments