Recep merhaba. Seni, Dip ve Taşın Dediği’nden tanıyorduk. Kamburuma Üç Sebep adlı öykü kitabı da geçtiğimiz günlerde raflardaki yerini aldı. Sizi sizden dinlemek istesek. Recep kayalı kimdir? Bize kendinizi nasıl anlatırsınız?
Merhabalar sevgili İshak Edebiyat ailesi. 1992 yılında İstanbul’da dünyaya geldim. Dünyayı pek beğendiğim söylenemez. Aslında ağaçlar, denizler, gökyüzü, sincaplar falan güzel de gerisini gözüm tutmuyor. Ev hanımı bir anne ve matbaa işçisi bir babanın çocuğuyum. Gültepe’de büyüdüm. Sokağımızda çok fazla yaşıtım olmaması babamın da işten eve bir sürü öykü, roman getirmesi sebebiyle kitaplarla yoğun mesaim oldu. Nasıl oluyor da hafif kırık beyaz sayfa üzerindeki harfler anlamlı bir bütün oluşturup kafamın içinde imgeler, sahneler oluşturabiliyor bu durum bugün bile büyüleyici geliyor. Açıkçası çok küçük yaşlardan beri hikâyeler kurmaya, birilerini kurduğum hikâyelere inandırmaya çalıştım. Edebiyattan başka bir şey düşünmediğim için lisans ve yüksek lisans eğitimlerimi de bu alan üzerine yaptım. Varlık problemimi keşfettiğimden beri sadece öykü türüyle dünyaya tutunabiliyorum. Buna da çocukça bir tutkuyla bağlıyım. Genelde çocuksu bir tutkuyla bağlanırım zaten. Öykü benim için rahatsız olduğum her şeyden, tüm bu dış dünyadan uzaklaşabildiğim kutsal bir konfor alanı. Sekiz yıldır ulusal dergilerde aralıksız yazıyorum. İzdiham, Mahalle Mektebi, Edebiyatist, Edebiyat Ortamı ve Hece Öykü dergilerinde yazdım yazmaya devam ediyorum. Ayrıca yayın hayatı yaklaşık dört sene süren Palto Öykü isminde bir fanzin kurup öyküye hizmet etmeye çalıştım. Hece Öykü ve Palto Öykü’nün yeri bende her zaman farklı olacak. Bir süre özel kurumlarda öğretmenlik yaptım. Bu meslekte çocuklar dışındaki hiçbir şeyi sevemedim. İki senedir Bilge Kültür Sanat Yayınları’nda genel yayın sorumluluğu ve editörlük yapıyorum. Hayatım boyunca kitaplarla ve öykülerle iç içe bir yaşam düşlemiştim bunun keyfini çıkartmaya çalışıyorum.
İshak Edebiyat 2020’nin Kaçırılmaması Gereken Üç Öykü Kitabı soruşturmasında adınız sıklıkla anıldı. 2020’nin en iyileri arasında telaffuz edilmek size ne hissettirdi?
Özellikle sanatla, edebiyatla uğraşan buna dönük üretim içinde bulunan insanların en temel dürtülerinin başında beğenilmek, takdir görmek geliyor. Manevi açıdan bizleri mutlu eden şeyler bunlar. Ben de eserimin önemli isimler tarafından beğenilmesinden, “Kaçırılmaması Gereken Kitaplar” arasında gösterilmesinden dolayı çok mutlu oldum. Okunup okunmadığımı hiç düşünmedim açıkçası. Tabii okuyan, değer gösteren insanları görünce mutlu oluyordum ama bazen kimseye ulaşamadığınızı düşünürsünüz. Açıkçası Kamburuma Üç Sebep dosyayı tamamladığım dakikadan matbaadan geldiği ana kadar her noktası içime sinen, her öyküsünde öncelikle kendi tatminimi sağladığım bir kitap oldu. Ethem Baran, Mehmet Fırat Pürselim, Emin Gürdamur gibi çok sevdiğim, değerli isimlerin kitabı öne çıkartması beni hayli mutlu etti. Bu işe ilk başladığımda zevkle okuduğum insanların beğenisini kazanmak keyifli bir şey. Tek başına çıktığım ve sadece yazarak var olabildiğim bu yolculukta yılın enleri arasına girmek öykü özelindeki varoluş mücadeleme daha inançlı ve kararlı bir biçimde devam etmem için çok değerli bir adım oldu. Buradan sizin aracılığınızla Kamburuma Üç Sebep’in tüm okurlarına, güzel mesajlarını ve desteklerini esirgemeyen insanlara gönülden teşekkür etmek isterim.
Kitaba adını veren Kamburuma Üç Sebep adlı öyküde “Gözün ağırlığı hiçbir ağırlığa benzemez,” diyen kahramanın acısına, ajite etmeden mizahi bir dille yaklaşımı aslında Recep Kayalı’nın hayata bakış açısını da oluşturuyor diyebilir miyiz?
Hayata bakışımızı tek bir cümleyle ya da öyküyle özetleyebilir miyiz? Bilmiyorum. Tabii ki bunlar bizimle ilgili önemli ipuçları verir ama bütünü kapsamaz. Sanatı özellikle de edebiyatı “kişinin kendisini estetik bir biçimde ifşa etmesi” olarak tanımlarım. Öykü bir atmosfer kurma işidir. Bu her öykünün kendi gerçekliği olduğu anlamına geliyor. Her öyküye özel yaklaşım ve uygun bir dil gerekir. Tıpkı insan gibi. Türümüz aynı ama kaderlerimizden parmak izimize kadar özeliz. Hayata bakış sorusu üzerinden bir cevap vermem gerekirse her hikâyenin kendi gerçekliği üzerinden değerlendirme yapmamız gerektiğini düşünüyorum. Kitaba ismini veren öyküde kahramanın bir acısı, eksikliği ya da kusuru var ama o bunu dert etmiyor. Bizler yaralarımızı unutma gibi bir yetenekle dünyaya gelmişiz. Ölümü bile unutuyoruz. Bu sebeple acılarımız ancak bir başkasının etkisi ile ortaya çıkabiliyor. Bu yüzden ben oluşturduğum karakterlerin durumunda ajite edilecek bir şey görmüyorum. Bu onların normali. Kambur biri olsaydım dik yürüyen biri bana ilginç gelirdi. Ancak dış etkiler hayatınızı, yakın çevrenizi sizden sebep olumsuz bir duruma iterse kusurlarınız ortaya çıkar. Mizahi dil ile yaklaşım yorumunuzu da yerinde bir tespit olarak değerlendiriyorum. Ben mizahın, ironinin bizim hayatla başa çıkabileceğimiz yegâne silahlar olduğunu düşünüyorum. Özellikle bu çağda, bu toplumda. Büyük güçleri, iktidar sahiplerini korkutan şey şiddet değildir. Çünkü şiddet onların en iyi bildiği şeydir. Kuvvetli olanlar kalabalıktan da korkmazlar. Bunun sebebi de onlara uygulayacağınız ya da karşılık vereceğiniz şiddetin daha kuvvetlisine sahip olmalarıdır. Böylelerini ancak mizahla, ironiyle alt edebilirsiniz. Vasat olan ya da vasata talip olanın yenileceği tek alan budur.
Korku ya da öfkenin gülümseme ile temelde bir sebep- sonuç ilişkisi vardır. Yapılan araştırmalara göre maymunlar gülümseyerek yırtıcı hayvanlara onlardan korkmadıklarına ya da onlara zarar vermeyeceklerine dair bir işaret gönderirlermiş. Bu durum bizler içinde böyle. Hayat, toplum ya da çeşitli olgular bizi sürekli alaşağı ediyor. Ancak sadece ironi ve mizah ile onları kendi alanımıza çekip karşılık verebileceğimizi düşünüyorum.
“Gökte Uçan Hüma Kuşu”nda karakterinizin gerçekle gerçek dışı arasındaki eksende gidip geldiğini görüyoruz. Sağlam bir baba evlat ilişkisinin temele alındığı bu öykünün çıkış noktası nedir?
Öncelikle sorunun haricinde bu öyküyle alakalı söyledikleriniz ve size yapmış olduğu etki beni çok mutlu etti. Umarım yüzünüzde bir gülümsemeye yol açabilmişimdir. Öykünün nasıl çıktığıyla alakalı net bir şey söyleyemem sanırım. Put gibi duran bir kız çocuğu ve etrafında kollarını açarak dönen bir baba fotoğrafı doğdu zihnime. Yaklaşık iki ay her gün bu öyküyü düşündüm ve bana kendisini yazdırdı. Ancak öykünün duygusun o iki ay boyunca diri tutan ve karakterlerden birine ismini veren minik bir olay var. Öğretmenlik yaptığım o kısa dönemde bir kız öğrencim vardı. Çok seviyordum onu. Umarım bahtı da güzel olur. Ebeveyn kaybının getirdiği sıkıntılardan dolayı sınavlarda başarısız oluyordu. Onun bu özel durumunu bilmeden başarı grafiğini neyin etkilediğini öğrenmek istedim. O da bana soruları çözerken aklına kaybettiği babasının geldiğini ve kalemi bıraktığını anlattı. Çaresizlikten nefret ederim. Bir şey yapmam gerekiyordu. Yarasını deştiğimi düşündüğüm için o kadar kötü hissettim ki anlatamam. Bunun üzerine gittim sene sonuna kadar girdiği tüm sınavlarda sandalyemi sırasının önüne çekip oturdum. Sınav anlarında malum sıkıntılar onu gelip bulduğunda, ne bileyim heyecanlanıp telaşlandığında göz göze geliyorduk. Ben de o anlarda başımı hafif eğerek ona güvendiğimi söylüyordum. Bir nebze de olsa kaybettiği güveni, o yalnızlık duygusunu yenmişti. Sanırım o an için birine güven vermenin ve yalnız olmadığını hissettirmenin pek çok şeyi düzelteceğini anladım. O anlarda gözlerinde ışıldamayı görmeniz gerekirdi. Öyle işte. Bu sebepten hikâyedeki kız çocuğuna o öğrencimin adını verdim. Bu öykünün isim verme hikâyesini öğrencime anlattığım için burada sizinle paylaşıyorum.
İlk kitabınızdaki öykülerinizin büyülü gerçekçi öykülerden oluştuğunu biliyoruz. Bu kitapta konular gerçekçi, özellikle hayatın içinden seçilmiş. Bu bağlamda Taşını Dediği’nden Kamburuma Üç Sebep’e Kayalı’nın öykü dünyasında neler değişti?
Aslında Taşın Dediği benim için deneysel bir kitaptı. Bir öykü kitabına göre oldukça kapsamlıydı ve içinde on yedi öykü barındırıyordu. Açıkçası her zaman repertuvarı geniş bir öykücü olmak için çalıştım. Taşın Dediği’nde de kendi içinde bu iddiayı destekliyordum. Kitabın bir bölümü büyülü gerçekçiliği ağırlıkta olduğu öykülerden oluşurken diğer tarafı kara mizahın baskın olduğu, daha bildiğimiz gerçekliğin içinde geçiyordu. Kamburuma Üç Sebep ise büyülü gerçekçiliğin, postmodern kurgunun daha az yer aldığı, gerçekliğin daha bilinen seviyede kaldığı bir kitap. İçinde yedi öykünün bulunması da okurun daha güvenli ve keyifle hareket edebildiği bir saha yaratırken yazar için de kendi standardını belirleyebileceği özgürlük alanı oluşturuyor.
Kamburuma Üç Sebep bu doğrultuda ele alındığında özellikle dil, üslup, akış, kurgu, diyalog, bilinç akışı kullanımı ve duygu dengeleri noktalarında istediğim seviyeye çok yaklaştığım bir kitap oldu. Üslubumun tamamen oturduğunu söyleyebilirim bu kitap özelinde. Ayrıca öykü üzerine çok fazla düşündüğüm için pek fazla örneğini görmediğim (mutlaka yapan birileri vardır) yeni biçimsel denemelerimi okura sunmak, repertuvarımı geliştirmek, heybemdeki çeşitliliği arttırmak için de bir fırsat oldu. Düzenli olarak dergilerde özellikle de Hece Öykü’de yazmanın beni belli bir düzeyde tuttuğumu keşfettim. İki kitap arasında çok şey değiştiği anlamını çıkarabiliriz sanırım.
Öykülerinizden Kör Kuyulardan Çıkarılan Hikâye ve Çürüyen Gölgeler Sonatı mekân oluşumu olarak diğerlerinden farklı şekilde yazılmış. Mistik bir masalsı tat bırakıyor zihinde. Bunlardan yola çıkarak öykülerde zaman ve oluşturma konusundaki düşüncelerinizi bizimle paylaşabilir misiniz?
Bu bahsettiğiniz öyküler kitaptaki büyülü gerçekçilik çizgisine daha yakın olan öyküler. Zaman ve mekânı öykücünün oyuncakları olarak görmüşümdür hep. Bu olgulardan birini bulanıklaştırdığınızda okuru da oyun alanına çekebiliyor, ona da yeni oyuncaklar armağan edebiliyorsunuz. Böylelikle öykünüz karşılıklı bir inşaya dönüşebiliyor. Alınan keyfin daha da büyüdüğünü görebiliyorsunuz.
Kahramanlarınızın çoğunda gerek duygusal gerek fiziksel yönden bir kusurlu olma ve toplum tarafından dışlanma hali söz konusu. Bunu bir okur olarak nasıl değerlendirmeliyiz, sizin için kusur ne ifade ediyor?
Aslında daha önceki sorulardan birine verdiğim yanıt bu sorunuzu kapsıyor. Ama biraz daha açayım. Duygusal kusur diye bir kavrama inanmıyorum. İnsana dair her duygunun bir başkasına zarar vermediği sürece kabul edilebilir olduğunu düşünüyorum. Toplum tarafından dışlanmak da dışlanma sebebi ve dışlayan kitlenin niteliğiyle orantılı olarak bir değer taşıyor bence. Yine de ben her “kusur”un kendi içinde bir normal barındırdığını düşünüyorum. Bu durum içten dışa dönük bir problem değil tam tersi dıştan içe dönük bir sıkıntı. Biz o insanlara belirli kusurları yakıştırıyoruz. Onlar kendi normallerini kusur olarak görmemizden daha fazla rahatsız oluyorlardır. Benim için kusur sosyal fayda kazanmak adına inanmadıkları olgu ya da desteklemedikleri olayları kendi dert ve problemleriymiş gibi gereğinden fazla köpürtmektir. Bu da duygusal ya da fiziksel bir kusur değil sosyal bir kusurdur. Kabul görmek için yaptıklarımızla bizi kabul etmesini istediğimiz kitlenin niteliğini karşılaştırdığımda üzülüyorum açıkçası.
Kitapta öne çıkan şey öykülerinizin üçlemelerden oluşması. Öyküler ana başlıkların altında alt başlıklar kullanarak inşa edilmiş. Recep Kayalı yeni bir öykü tarzı yaratıyor diyebilir miyiz?
Bu soruyu sormanızdan dolayı çok mutlu olduğumu belirtmeliyim. Yeni bir öykü tarzı yaratmak çok iddialı olur, böyle bir şey ifade edemem. Bunu söyleyebilmem için yazılmış tüm öyküleri okumam gerekiyor. Ancak üçlemeler kimseden esinlenmeden denediğim bir tarz oldu. Bunu sizin aracılığınızla anlatmak isterim. Üçlemelerin kendi içinde bir matematiği var. Şöyle ki bu tarz öyküler metindeki zaman olgusunu sabitleyerek yazarın başka alanlara daha fazla vakit ayırmasını sağlıyor. Yani zaman geçişlerini en baştan oturttuğunuz için üslubunuzu, karakter yaratımınızı ve duygu derinliğinizi daha da kuvvetlendirme şansınız oluyor. Bu da metinlerdeki atmosferi okur açısından daha rahat algılayabileceği bir düzeye getiriyor. Üçlemeleri oluştururken her bir bölümün ana karakterin bir dönemini temsil etmesini arzuladım. Her bir bölüm kişinin yaşam döngüsündeki bir günü anlatıyor. Bu durum kitaptaki üçlemelerin birinde geçmişten günümüze diğerinde de günümüzden geçmişe dönük bir kurgu oluşturma imkânı tanıdı. Yani zamanla istediğim gibi oynayabildim. Ayrıca zamandaki bu oynama bir insanın kişisel tarihini oluştururken onun geçmişinden neler getirdiği, kişinin hâl ve hareketlerinde ne gibi değişimlere sebep olduğunu görebilmemizi sağlayabiliyor. Bunu yaparken de geçmişten günümüze birkaç cümleyle bağlantı kurmanın yine okura çeşitli oyun alanları sunabilme imkânı tanıdığını düşünüyorum. Üçlemelere devam edeceğim. Yeni kitap dosyasında da yer alan bir üçlemem hazır. Ben çok keyif alıyorum, inşallah okurlar da almışlardır.
Öykülerinizde geçmişleriyle beslenen karakterlerinizin baba evlat ilişkisini anlatması, size farkında olmadan ideal aile ilişkileri konusunda toplumsal bir farkındalık yaratma misyonu yüklemiş olabilir mi?
Baba-oğul ilişkisi toplumumuzda ağırlığı olan bu sebeple edebiyatımızda da çok fazla işlenen bir konu. Özellikle erkeklik olgusunun fazlaca önemsendiği bizim gibi toplumlarda oğul ailelerin hayatlarında başaramadıklarını, yarıda bıraktıklarını tamamlayacak, aileyi sosyal ve ekonomik açıdan daha yüksek bir seviyeye taşıyacak, onları “kurtaracak” bir figür olarak görülüyor. Yani sonraki lider. Tabii bunu yapabilmesi için de aile ve oğul arasında kuvvetli bir bağ ve organik duygular gerekiyor. Oğul için aile, bir yaşama amacı, hayata tutunma sebebi gibi kavramlara dönüşüyor. Çocukluktan beri hazırlandığı bu büyük mücadele içindeki oğul da kendini ancak bu yükümlülüklerini yerine getirebildiğinde tamamlanmış, işe yarar, fark edilmiş, “önemli” hissediyor. Burada sevgi ile kurulmuş bir bağın karşılıklı sorumluluklara dönüştüğünü görüyoruz. Tarafların birbirlerine olan aidiyetlerinin ne derece kuvvetli olduğu da çok önemli. Bahsettiğim ilişki kopuk olduğunda kişilerin hayatla olan bağlarında bir zayıflama meydana gelebiliyor. Bu kopukluk sorumluluk azaldığı için belli derecede bir özgürlük getirirken varoluşta da bir eksiklik yaratıyor. Bahsettiğim ilişki sağlam bir otoriteyi de içeriyor. Bu bağın kendi içinde bir hiyerarşi taşıması, sosyal ya da ekonomik sebeplerle kendini gerçekleştirmiş genç erkeğin bir sonraki otorite olmasına da olanak tanıyor.
Babanın bir imge olarak gücü, otoriteyi hatta bizdeki karşılığıyla devleti temsil etmesini reddediyorum. Bütün bunların temelde en güçlü bağ olan sevgi ve merhamet duygularını köreltip ortadan kaldırdığını düşünüyorum. Bu sebepten öykülerimdeki baba-oğul ya da baba-kız ilişkilerinde sevgi, merhamet ve güven bağını öne çıkartmaya çalışıyorum. Kabul edilen değil bana göre kabul edilmesi gereken ilişki biçimini önemsiyorum. Hayatta sevgi ve nefretten daha kuvvetli bir duygu yok. İkisi de çok özel duygular. Bir azaldığında diğeri onu bastırıyor bu dengenin de metinlerde önemli olduğunu düşünmekteyim. Ayrıca bahsettiğim bu sevgi, güven ve merhamet bağını bana en doğru biçimde gösterip öğreten babama şükranlarımı sunuyorum. Bana olan yaklaşımları benim insana olan bakışımı şekillendiren faktörlerden biri oldu. Aslan babam benim.
Edebiyat eğitimi aldığınızı biliyoruz. Kaleminizi besleyen diğer edebi türler nelerdi? Kimleri beğenir, neleri okursunuz?
En çok öykü okurum ancak hatıra, günlük ve novella türlerini de okumayı çok severim. Mesleğim gereği çok farklı okumalar da yapıyorum. Sorunun ikinci bölümüyle ilgili çok fazla yazar sayabilirim. Dilimize çevrilmiş tüm farklı ülke edebiyatlarını okumaya çalışırım. Kazancakis, Calvino, Fante, Gabo, Carpentier, Necip Mahfuz, Erlend Loe, Zambra, Carver, Cheever, Salinger, Baricco, Bassani, Modiano, Mo Yan, Süskind, Hesse, Borges, Panait Istrati falan uzar gider bu liste. Bizim edebiyatımızdan Sait Faik, Memduh Şevket, V.O. Bener, Ferit Edgü, Atılgan, Atay, Orhan Pamuk, Cemil Kavukçu, Ethem Baran, Mehmet Fırat Pürselim, Fuat Sevimay, Recep Seyhan, Mustafa Kutlu, Emin Gürdamur, Barış Bıçakçı, Nihat Genç aklıma gelen isimler. Buradan da çok fazla isim sayabilirim affetsinler beni çünkü bu sorular her sorulduğunda farklı cevaplar verebileceğimiz sorular.
Bu keyifli sonbet için İshakedebiyat ailesi adına teşekkür ederim.
Söyleşi: Ayla Burçin Kahraman
Commentaires