Üç ay önce Darüşşifa’dan çıkan Vecdet, dün akşam macerasını şöyle anlatmıştı:
Dört sene önceydi. Henüz yirmi iki yaşındayken bir pazar akşamı Kadıköy’den son vapuru kaçırmış, geceyi nerede geçireceğimi düşünerek deniz kenarında dolaşıyordum. Hava gayet güzeldi. Mehtap ve deniz çok şairane gözüküyordu. Fakat bu güzel gecenin tam anlamıyla zevkini çıkarmaya yetecek kadar param yoktu. Cüzdanımdaki bütün para sadece iki liraydı. Bir otele uğrayıp tek yataklı bir oda sordum. Bir buçuk lira dediler. Başka bir otele sordum. “Tek yataklı oda yok ama buraya pek fazla misafir gelmez, çift yataklı odada yine tek yatarsınız,” dedi ve bir liraya anlaştık.
Bir iki saat sonra gelip yatmak üzere Kuşdili’ne doğru yürüdüm. Çarşının üst başına geldiğimde içime bir gariplik çöktü. Gözümün önüne semtteki arkadaşlarımın bu akşam yapacakları eğlence, sazlı sözlü mehtap âlemi geldi. Ah! diyordum, niçin beş dakika acele edip de vapura yetişemedim, keşke yanıma daha fazla para almış olsaydım. Şimdi yeterince param olsaydı ben de gider Kurbağalı’daki sazda oturur, bir iki saat eğlenirdim. Sonra da sade bir yerde yemeğimi yer, sabahleyin erkenden de güzel bir sahilde denize girerdim. Bu düşünceyle yol ağzından geçerken yanı başıma biri gelip dedi ki;
“Merak etme, bende para çok!”
Yüzüne baktım, tanıdığım birine benzemiyordu. O tekrar etti;
“Bende para çok!”
“Sen kişin?”
Durdu, gözlerini iyice açarak beni süzdü. Yere eğilip bir şeyler arar gibi kaldırımlara bakındı.
“Ben, dedi. Süleyman Sırrı kulunuz.”
“Hangi Süleyman Sırrı?”
“Hangi Süleyman Sırrı olacak, işte bildiğiniz Süleyman Sırrı.”
Galiba bir sarhoş veya yen kesici, olmalı, deyip fazla önemsemeden yürüdüm. Biraz çayırlarda dolaşıp döndüm. Bakkaldan bir şeyler alıp otele geldim. Hizmetçi kadın gülerek, “Şansınıza bu akşam otel doldu. Ayağınız uğurlu geldi. Yalnız sizin odaya müşteri koymadık,” dedi.
***
Gece yarısı uykunun en tatlı yerindeydim. Birden kapı açıldı. Baktım ki hizmetçinin arkasından içeri Süleyman Sırrı girmesin mi? “Eyvah!” dedim, “çattık belaya.” Beni görünce hizmetçiye sordu;
“Bu kim?”
“O da sizin gibi bir efendi.”
Hizmetçi çıkmıştı. Adam benim yatağımın başucuna gelerek;
“Merhaba efendi!”
“Merhaba Süleyman Sırrı Bey.”
“Ne? Süleyman Sırrı Bey mi, ne biliyorsun sen benim Süleyman Sırrı Bey olduğumu? Mademki Süleyman Sırrı Bey olduğumu bildin, kalbimdekini de bilirsin. Söyle bakalım, benim kalbimde ne var?”
“Şimdi uyusak da onu da yarın sabah söylesek?”
“Yarın sabaha kadar kim öle kim kala! Şimdi söyle.”
“Rica ederim beni rahatsız etmeyiniz, uyuyacağım.”
“Ya… Baş üstüne oğlum, peki evladım, uyu haydi, keyfine bak, Allah rahatlık versin! Ben de uyuyacağım.”
Aman yarabbi, ben ki yattığım odada ufak bir cep saati bile olsa onun tıkırtısına uyuyamam. Onun tik tak sesleri beni rahatsız eder. Şimdi bu boşboğaz divane herifin yanında nasıl uyuyacağım?
Soyunurken dikkat ettim, sürekli bir şeyler mırıldanıyor ve ara sıra karyolanın, sandalyenin altında bir şeyler arıyordu. Orta yaşlı, orta boylu, kırpık sakallı, etine dolgun, ensesi çukur, yanakları çökük, ayakları gayet iri bir adamdı. Yorganın arasından gözetliyor, gülmemek için kendimi zor tutuyordum.
Soyunması neredeyse yarım saat sürmüştü. Herif odanın ortasında don gömlek kaldıktan sonra dönüp bana baktı. Uyuduğumu zannedince usulca ışığı söndürüp yatağa girdi. Ben artık bir an evvel sabah olsa diye yatağın içinde dört dönüyor, arada sırada perdeyi kaldırıp dışarıya bakıyordum. Sabaha karşı nasılsa kendimden geçmiş, uyuya kalmışım. Rüyamda kendimi evdeki yatağımda yatıyor görüyordum. Sözde kedim gelmiş, koynuma girmek için, “Aç yorganı,” diye yüzümü gözümü yalıyordu. Ben de gözlerimi açmadan yorganı kaldırarak, “Gel kızım Nergis, gel anam,” diye söyleniyorum. Aradan bir iki dakika geçiyor, bakıyorum koynuma giren falan yok.
“Gel kızım, gel anam, gel pisipisi!”
Kalın bir ses:
“Mırnav, mırnav?”
“Nasıl mırnav mırnav?”
Bir telaşla gözümü açıyorum ki herif karşımda durmuş gülüyor.
“Ben kırk yıllık kedi değilim ya… Elimden bu kadar miyavlamak geliyor.”
Bir anda karyoladan bağırarak nasıl fırladığımı bilmiyorum. Herif ise hemen yatağına girip yorganı kafasına geçirdi. Gürültüye koşan otel çalışanları odaya girdikleri aman hayretle bana sordular;
“Ne oluyor, ne var?”
“Bu adam az kalsın boğazıma sarılıyordu?”
“Hangi adam?”
“Karyolada yatan?”
“Hangi karyolada?”
“İşte şu karyolada?”
“Sen deli misin, o karyolada kimse yok?”
“Nasıl, kimse yok mu?”
Tereddüt ve korkuyla yorganı kaldırıp baktım. Gerçekten de kimse yoktu. İşte o zaman kendimi kaybettim.

1890'da İstanbul'da doğdu. Eski İstanbul'un kenar mahallerindeki yaşamı anlatan roman ve öyküleriyle tanınır. İlk yazıları 1910 yılında Eşek ve Karagöz dergilerinde çıktı. 1921’de Ayine adında bir mizah dergisi çıkardı. Yazılarında Anber, Kanber ve Cımbız takma adlarını da kullanan Osman Cemal Kaygılı’nın Alay, Güleryüz, Aydede, Akbaba, Kurun, Zümrüd-i Anka, Şebab, Yıldız, Papağan,Yenigün, Haber, Son Telgraf gibi çeşitli süreli yayınlarda fıkra, hikâye, roman, mizah, anı, sohbet, araştırma, sözlük ve röportaj türünde yazıları ve eserleri yayımlandı. 1945'te İstanbul'da yaşamını yitirdi.
Bu öykü ilk olarak Zümrüd-i Anka dergisinin 7 Haziran 1341/1925 tarihli sayısında yer almıştır ve Kaygılı'nın hiçbir kitabına girmemiştir.
Osman Cemal Kaygılı
Yayıma Hazırlayan: Mustafa Bostan
Comments