Eski püskü, lekeli, birkaç yerinden dikişlerle tutturulmuş kaputu, yine öyle rengi uçuk, lekeli ve solgun pantolonu, altlarından genişçe yarıklar açılmış parça parça fotinlerle ve özellikle başındaki -Gürcülerin sardığı sargılara benzeyen- siyah serpuşuyla onu karşında görenler derhal tanırlar. Köyde hemen hemen onu tanımayan yoktur denilebilir ve onun bu garip görünüşü öyle tuhaf hikâyelerin yayılmasına sebep olur ki ağızdan ağıza kahvelerde, evlerde sırası düştükçe anlatılan bu menkıbeleri sadece duyanlar, onu şahsen tanımadıkları halde, uzaktan bir defa görmekle kendisinin kim olduğunu anlayabilirler. Zaten eskilerden olup veya bu civarda bulunup da onu tanımamak mümkün değildir. O, daima uzun değneğine tutuna tutuna, ara sıra civarında kendisine rastlayan tanıdıklarına, büyük adamlara mahsus bir hareketle selam vere vere iskele memurlarına dönüp onlara da birer selam savurduktan sonra istasyondan içeri girer. Özellikle tenha bir köşeye oturur ve artık biletçiden başlayan konuşmalar, önce oturanlara sonra da ayakkabı boyacısına kadar sirayet etmek şartıyla birçok ağızlara yayılırdı.
“Merhaba S. Bey! Merhaba S. Bey!”
Ve o, bütün bu hatırşinas insanlara yalnız elinin bir işaretiyle karşılık vererek oradaki gazeteciden istemiş olduğu gazeteyi okumaya başlardı.
S. Bey! Onun sürekli müdavimi olduğu yer bu iskeledir. Başka bir yerde oturmaz. Hele kahvehanelerde oturmak asla alışkanlığı değildir. Zira onun kahve ve tütün içtiğini, hatta bazılarının rivayetine bakılırsa şimdiye kadar su içtiğini bile gören olmamıştır. Fakat bu hali S. Bey’in hissiyatına mâl edilmemeli. O, fikri nispetinde kanaatkâr, gözü tok bir adamdır. Bununla birlikte -hem bazı rivayetlere dayanarak hem de köyün ortamında ufak bir hususu bulunmasından anlaşılır ki- kendisi vaktiyle az çok bir servete sahipmiş. Sonra nasılsa bunları yiyip bitirmiş. Ve şimdi elinde pek cüzi bir gelir getiren bir hissecikten başka bir şey kalmamış. Mamafih o bu halinden memnundur. Öyle zannedilir ki dünyada onu endişeye mecbur bırakacak hiçbir ihtiyaç yoktur. Bu harap ve pejmürde kıyafetiyle o, kendini yine herkesten üstün görür, kimsenin yardımıyla gururunu zedelemek istemez. Onun için söylerler ki kaç defa kendisine para, kıyafet gibi şeyler teklif edildiyse de reddetmiştir. Hatta o, en küçük bir iyiliği dahi kabul etmediği için olmalı ki hiç kimsenin bir kahvesini bile kabul etmezmiş. O, hep içinde kendi kendisi bulunan hamamın külhanında münzevi olduğu kadar esrarengizdir. Kendini ilgilendirmeyen şeylerden uzak ve sessiz, ihtimal ki derin mahrumiyetlerle dolu bir ömrü sefalet içinde geçirir. O, daima külhanda yatıp kalkar. Kendisinin orada ne yaptığını ne yiyip içtiğini bilen yoktur. Ona, iskeleden başka bir yerde pek nadiren tesadüf edilebilir.
Bütün bu eski püskü, yırtık ve yamalı şeylerin altında, ağarmış bıyıkları, yarım asırdan fazla yaşamış bir hayatın yorduğu izlerle buruşmuş yüzü, bütün bu perişan ve sefil haliyle o tıpkı bir Diyojen gibidir. Diyojen bir fıçının içinde yatardı. O yalnız yaşamaya maliktir fakat zannedilir ki onu da elinden almış olsalar asla sorun olmaz. Bir Diyojen ki parada değil, malda değil, hiçbir şeyde gözü yok. Daima işsiz, münzevi, fakir ve kanaatkâr yaşamış. Her zaman öyle parlak ve mutantan bir âlem hayali içinde yaşar ki mahiyetindeki şeylerle pek az meşgul gibidir. O, insanlarla yine kendi hayaline dair konuşur. İnsanların içinde kendi hayaline itibar etmeyen, onu başını sallayarak dinlemeye peri asla sevmez. Bu âlemlere dalıp hayalleri yaşadığı zamanlar, konuşurken, birisine bir şeyler anlatırken, öyle vakur ve ciddi bir tavır alır. Ara sıra da “Anladın mı beni, zatınıza söylediklerimi ha?” diyerek anlattıklarına öyle aralar verir ki sanki tüm dinleyenleri kendisine bağlamıştır. Ayrıca onu dinleyenler sürekli bu sorulara “Evet efendim, öyledir beyefendi hazretleri,” demekle onun anlatma hevesini tatmin ederler.
O, bazı zamanlar -hayalen- Almanyalı bir amiraldir. Hem de kendi tabirince Bakan Toratov (!) tarafından buraya görevlendirilmiş bir amiral! Vakit olur ki o, kendi kendine bütün zırhlıların emir ve zabitlerini, kumandanlarını huzuruna çağırır, onlara talimatlar verir, emirler yağdırır. Bu hayali görevini öyle ciddi, öyle doğal ve serbest bir ifade ile anlatır ki, onun hakiki bir amiral değilse bile hayalen gayet mahir ve muhterem bir amiral olduğuna şüphe etmezsiniz. Geçenlerde resmi geçit yapıldığı gün bile bütün zırhlıların kumandanlarını huzuruna çağırıp hepsine “Bugün hünkâr gelecek, manevralara dikkat ediniz, beni mahcup etmeyiniz ha! Sonra gözünüzü dört açarım!” tembihleri vermiştir. Bunu öyle ciddi bir tavırla, kollarını kabarta kabarta anlatır ki sanki bütün bahriye ondan sorumludur zannedersiniz.
Bazen de -hayalen- bir sefir olur. Yine Almanyalı bir sefir. O vakit kendisine notalar gönderir, beyannameler yazar. Bunların hepsine hem de hızlıca cevap vermek onun için işten bile değildir. Hiçbir siyasi düşünülemez ki bu muhterem sefirin dirayetine ve irfanına sahip olmasın. Sırasına göre Fransa ile Fransızca, İngiltere ile İngilizce ve bittabi kendi devlet tebaasıyla da Almanca muhabere eder. Genellikle krallar ve imparatorlarla mülakatlar yapar ve sonra bütün bu siyasi mülakat konularını anlatırken mesela, “Geçen gün İngiliz kralı dedi ki,” diye başlayan cümlelerini öyle doğal ve asude bir ahenkle takip eder ki onun en büyük bir sefir hayali olduğuna inanmamak elden gelmez. Onun bu sefir hayalinde kendisine karşı gayet ihtiyatlı davranmalıdır. Zira hemen siyasi sakıncalar baş gösterir. Azıcık diplomasiye riayetsizlik edip de kendisini bir kızdıracak olursunuz, derhal size öyle şiddetli bir ültimatom çeker ki, korkudan titrersiniz.
“Be adam! Senin karşında duran kim? Laf anlattığın adam kim? Hiç düşünmüyor musun ki şimdi görevliler gelir, sana o devlet emrini tebliğ eder, senin eşyalarını tutup dışarı atar, sonra berbat olursun.” diye bir ikaz edildiği bu siyasi tehditlere karşı sizin için en güzel çare, itiraz etmeyerek tehlikeyi üzerinizden atmak olacaktır. Yoksa harp ilanı hazırdır.
Hayalen bir Alman olmakla beraber lisanen halis bir Türk’tür. Hatta ara sıra söylediği sözlere bakılırsa önceden oldukça tahsil gördüğü anlaşılır. Arada bir Sadi’nin beyitlerinden hatırında kalan bazı parçaları münasip düştükçe söylemesinden anlaşıldığına göre Farsçaya da azıcık vakıftır. Mamafih bazı saf insanların iddialarına göre onun ilim ve irfanı bir deryadır. O, bilir, her şeyi gayet ziyadesiyle bilir.
Zaman zaman amiral, konsolos, sefir, K. Hamamı’nın hissedar külhanı, bazı zamanlarda da -hayalen- emniyet müdürü, adalet bakanı, belediye başkanı olur, o vakit memleket için yeni projeler yapar. Hasılı neler yapılamıyorsa hepsini, asla ihmal etmeyerek hepsini yapar. Bazen öyle müthiş savaşlar, çarpışmalar yapar ki, bu savaşlarında ona Napolyon Bonapart bile hayran olur.
Mamafih o, şimdi bu mühim görevlerin birisinde değildir. Ne sefir ne amiral ne emniyet müdürü... O şimdi maliyede muhasebecidir. Bu hayalinde en meşhur bir muhasip gibi inceden inceye bahseder. Böyle maliyeden bahsederken kendi vazifesini bir tehdit edişi vardır, “Ben, maliye muhasebecisiyim, der, zabıta ile işim yok... Belediye başkanıyla asla münasebetim yok. Anladın mı benim zatınıza dediğimi ha?” Ve bazen de bu sorulardan sonra bir de “velinimet” kelimesini tekrar eder. “Ha, velinimet,” der ki buna karşı “Evet velinimet” diye karşılık vermek de artık muhatabının nezaketine kalmış bir şeydir.
Hayalen belki bir bakan, bir sefir, bir muhasebeci olabilir. Herkes onu nasıl isterse öyle tanıyabilir. Fakat ben daima onu inzivaya çekildiği hamam külhanisindeki garip olarak bilir ve onun ruhunu Diyojen’in ruhuna ait bir şey görürüm. Öyle zannederim ki o hiçbir şey değildir. Ne bir bakan ne bir sefir... Belki de bu K. Hamamı’nda bir Diyojen’dir.
Ahmet Mazhar
Yayıma hazırlayan: Mustafa Bostan
Not: Bu öykü ilk olarak 1910 yılında meşhur Servet-i Fünûn Dergisi'nde yayımlanmıştır. Ahmet Mazhar bu öyküsüyle yarı deli yarı aydın bir adamı okurla tanıştırıyor.
Comments