top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Vildan Külahlı Yazdı- Yakınlık Korkusu

“Yakınlık Korkusu” yazarın dördüncü öykü kitabı. Geçtiğimiz aylarda Can Yayınları’ndan çıkarak okuyucusuna ulaştı. Kitap toplam on beş öyküden oluşuyor. “İçeri Girmez Miydiniz?” ile tanımıştım Neslihan Önderoğlu’nu. Bu son kitabıyla öykü dünyasındaki yerini daha da sağlamlaştırdığını düşünüyorum. Kahramanın derinleşmesi, mekânın ve zamanın okuyucunun kafasında oluşabilmesi için güçlü atmosferlerle örülü hikâyeler. Öykülerde hiçbir fazlalık yok. Görece kısa yazmasına rağmen yoğunluk anlamında sıkıntıya düşülmemiş. Ayrıca hem bireysel hem de toplumcu gerçekçi öyküler yazmasına rağmen yazarı metnin içinde görmüyoruz.

Yazar, anlatıcı olarak hiçbir öyküye sızmıyor. Edebi metinlerde fazlaca hissedilen anlatıcı-yazar karmaşası Önderoğlu’nun öykülerinde hissedilmiyor. Hepsi hayatın olağan akışının içinden kesitler. Okuru bilgilendirici flashbacklerle sağlamlaştırılan, çevreyi kahramanın ağzından anlatarak mekânı diri tutup zihinde oturtan, sinematografik dili yüksek hikâyeler. Bir yapbozun parçaları gibi öyküye serpiştirdiği parçalar ve bunları finalde toparlaması, imgelerle ördüğü güçlü bağlantılar yazarın imzası gibi.

Kitaba dönecek olursak, “Yakınlık Korkusu” kitapta yer alan öykülerden ismini almıyor. Genel tema bu iki kelime üzerine kurulu diyebiliriz. En yakınlarımız, en yakınlarımıza karşı duyduğumuz bu mesafenin yarattığı korku, yalnızlık, aile, yabancılık, yabancılaşma etrafında dönen öyküler diyebiliriz. Hem bireysel hem de toplumsal yönleri olan farklı hikâyeler yer alıyor kitapta. Aynayı bir anda size, bir anda topluma tutuyor. Özellikle toplumcu gerçekçi öykülerde yazarların ağına düştüğü “mesaj verme kaygısı” kendini hissetmiyor.

Bazı öykülerden bahsedecek olursak;

“Hoşça Kal Lili”yle başlıyor kitap. Küçük bir kasabaya yerleşen gayrimüslim bir adamın, ölmek üzere olan karısını gömmek için yer araması üzerinden ilerleyen bir hikâye. Hem dışlanmışlık hem de çaresizlik hissini bütün gerçekliğiyle aktaran öykü, aynı zamanda “kasaba” ya da “taşra” gerçekliğini de okuyucuya güçlü bir şekilde geçiriyor. “Ahlak ve Değerler” kavramını sorgulatan bir yan var bu öyküde. Bir karı koca hikâyesi üzerinden aktarılan öykünün son satırlarına gelirken kendine şu soruyu soruyor insan. Ne zaman ve neden birine, hatta en sevdiğimize yakın olmaktan korkarız?

"Adem’in Yüzü", kullanılan imgelerle anlatımı güçlü öykülerden biri. Bir taraftan balıkçıda iki arkadaşın yaşadıkları yenilgiler aktarılırken diğer taraftan balıkçının yerine geçen bir okuyucu oluyorsunuz. Dinamik bir mekân var yine.

İçtikleri sigarayı vesikalıklarına saran adamların “yabancılaşma”larına şahitlik etmek bu güçlü imgeyi unutulmayacak bir yere taşıyor.

"Başka Şeylere Dönüşen Şeyler", “Yakınlık Korkusu” imgesini bir kez daha sorgulatıyor. Kime yakın olmak isteriz ya da yakın olmak zorunda olduğumuz “aile bireyleri” bize bu korkuyu nasıl verir? Aile kavramının üzerine yüklendiği kutsallığın yanı sıra tutulması gereken sırlarla kuşattığı boğucu ve karanlık tarafını aktaran bir öykü.

"Mahrem", kitabın toplumcu gerçekçi öykülerinden biri. Ölen oğullarının parçalarının bulunması için bekleyen anne baba üzerinden, otorite, dil sorunu gibi meselelere kapı aralayan ve mesaj vermek kaygısını öykünün önüne geçirmeden hikâyeye yedirilen ve beraberinde okuyucuyu “rahatsız eden” meselesi olan öykülerden biri.

"Ulla", öyküsünü modern çağın tüketim kültürü üzerinden aktarılan bir metin olarak okudum. Her şeyi hızla tükettiğimiz toplumda varoluş amacımızı bulmak için bile sürekli başka şeyler tüketen fakat durup bir an bile ne için, neyin peşinde olduğunu bilmeyen bireyler yığınına dönüşmemizin öyküsü. Bazı büyük meselelerin anlaşılması için ateş böceklerinin yaktığı küçük ışıklara ihtiyaç duyarız. Caretta kaplumbağaları için uzaklardan kalkıp gelen Ulla, bu hikâyenin ateş böceği.

"Zambaklar, Külotlu Çorap ve Işıklar Söndüğünde…" Kitapta birbiri ardına sıralanmış bu üç öykü “aile” kavramı üzerinden gidiyor. Annesinin ölen kocasının ardında mezarlığa gitmesini garipserken kendini orada bulan bir adamın hikâyesine, üstü örtülen bir hesaplaşmanın yine yarım kaldığı anne-kız karşılaşmasına, iki kız kardeşin birbirine olan yabancılaşmalarına şahitlik ederken onların geçmişlerine de şahitlik ediyoruz. “Aile” kavramı Önderoğlu’nun birçok öyküsünün çerçevesi diyebiliriz. Yol bir şekilde hep bu kapıya çıkıyor. Üzerine yüklenen kutsallık, evlerin kapalı kapıları ardındaki aile sırları, mesafeler, özlenen ya da kurtulmaya çalışılan bir çember oluyor.

"Güvercin Sessizliği" de yine kitapta yer alan toplumcu gerçekçi öykülerden biri. Dengbejler üzerinden aktarılan bu hikâye toplum gerçekleri ile okuyucuyu bir kez daha karşı karşıya bırakıyor. Kitabın “Mahrem” öyküsü ile birlikte ikinci politik öykü. Burada şöyle bir parantez açmak isterim yazılan siyasi, politik, toplumcu gerçekçi öykülerde yazarın mesaj verme kaygısı okura o kadar rahatsız edici bir biçimde geçiyor ki, Neslihan Önderoğlu’nun bunu aşmış olması salt bir okuyucu olarak beni oldukça etkiledi.

Temel Yılanı adlı öyküde yılanın imgelediği “yalnızlık” teması yürek burkan cinsten diyebiliriz. Aile bağlarının incelmeye başladığı yerde etrafında gezinen bir yılanın öyküsü. En yakınlarımızın uzak kalışlarını dolduran seslerin…

Bir temenniyle bitirmek isterim. Hep yazasın Neslihan Önderoğlu.


Vildan Külahlı

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page