top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Zekeriya Şimşek Yazdı- Fecr-i Âtî’nin Yitik Öykü Bahçesi: Cemil Süleyman

Şimdilerde adı var kendi yok; Yüksek Kaldırım’dayım. Kaldırımların yerinde yeller esiyor, tarihin tanıkları asfalta kurban gitmiş. 1860-70’li yıllarda her gün 30-40 bin kişi kaldırımları adımlayarak Galata-Beyoğlu arası mekik dokurmuş… Seyahat amacıyla İstanbul’da bulunan Fransız mimar E.H.Gavand’ın ilgisini çeken bu trafik üzerine hazırladığı proje önerisi, Osmanlı 32. padişahı Abdülaziz’in (1830-1876) oluruyla gerçekleşir ve bu alana bugünde faaliyette olan tramvayla 573 metrelik tünel inşa edilir, 1871-1874. Etrafımı kolaçan ederek hedefime ulaşıyorum; Beyoğlu, Kalender Çeşmesi Sokak, No.2. Fecr-i Ȃtî topluluğunun kurucularından Dr. Mehmet Cemil Süleyman Alyanakoğlu burada doğmuştur. Tünel sonrası evler değişmiş, sokaklar değişmiş, sokak adları değişmiş… Değişmemiş gibi yapıyorum; çılgın merak işte!

Hayatın cümlesi, kaç cümleden ibarettir ki!

1886, 24 Şubat’ta doğar.  Babası Alyanak Mustafa Paşa oğlu Kaymakam Süleyman Bey, annesi Refika Hanım’dır. 

1894-1903, babasının görevli sürgün edilmesiyle çocukluğu ve ilkgençlik yılları Sidon, Halep ve Beyrut’ta geçer. Sidon’da Frerler (papaz) Okulu’nda, Halep’te Mekteb-i İdâdî’de okur.  

1903-1906, Beyrut Amerikan Üniversitesi’nde başladığı tıp eğitimini İstanbul/Kadırga’daki Mekteb-i Tıbbiye’de tamamlar. 

1908, ilk öyküleri “Unutulmuş Bir Sîma” Servet-i Fünûn Mecmuası’nda, “Aşiyan-ı Müstakbel” Aşiyan Mecmuası’nda yayımlanır. Halit Ziya etkisindedir.

1909, ilk öykü kitabı aynı zamanda Fecr-i Ȃtî topluluğunun ilk yayınıdır: “Timsal-i Aşk”  

1912, ikinci öykü kitabı “Ukde” yayımlanır. Her iki öykü kitabının ilk basımları Osmanlıca’dır.

1918, Balkan Savaşı sırasında Sadiye Hanım’la evlenir. Ve büyük kızı İlhan dünyaya gelir. Antalya, Çanakkale, Samsun ve İstanbul’da görev yapar 1926’ya kadar. 

1920, ikinci kızı Suna doğar. 

1922, oğlu Süleyman doğar. 

1926, belirsiz bir nedenden yurt dışına çıkar; Suriye, Filistin, Hicaz, Antakya ve Necit’te görev yapar, 1934’e kadar. Antakya’da çıkmakta olan Yeni Mecmua’da öyküleri yayımlanır. 

1934, İstanbul’a döner. Denizyolları İşletmesi’nde hekimliği ve yazmayı sürdürür.  

1937, Denizyolları İşletmesi’nde çalışırken kaza geçirir ve bir bacağını kaybeder.

1940, uzun Avrupa seyahati sonrasında rahatsızlanır ve 30 Nisan’da İstanbul’da vefat eder, Topkapı’daki aile mezarlığına defnedilir. 

Cemil Süleyman’ın öyküleri Fecr-i Ȃtîcilerin “doğa” ve “aşk” temalarından çok Servet-i Fünûncuların “karamsar” havasının etkilerini taşır. Öykülerinin mutsuz sonlarla bitmesi bu etkileşimin sonucudur; Servet-i Fünûn’a tepki olarak doğan Fecr-i Âtî, tıknefes bir akım olmaktan kurtulamamıştır. “Timsâl-i Aşk”ta on dört, “Ukde”de sekiz ve iki kitabı dışında muhtelif gazete ve dergilerde yayımlanmış on sekiz öyküsüyle toplam kırk öykülük bir külliyattır Cemil Süleyman’nın öykü mirası. Bunlar sırasıyla: Timsâl-i Aşk, Aşiyan-ı Müstakbel, Ferda-yı Zifaf, Bir Facia, Kadın İntikamı, Nevzat’ın Defterinden-Unutulmuş Bir Sima, Dört Sene Sonra, Ayna Karşısında, Heykel, Fikret’in Kuzusu, Nüvit’in Evrak-ı Metrukesinden-Beyaz Gece, Küçük Dostum, Tehlike, Ruzname’den-Ceriha, Ukde-Bir Arkadaşımın Hatıratından, Kotra, Ferdane, Gülsümün İredı, Kadın Hilesi-Eski Mevzulardan, Celeb Osman, Dikişçi Kız, Bir Mektup-Kadın Yazıları. Ve gazete-dergi sayfalarındakiler (1): İki Hemşire (Bahçe Dergisi, S.4), Handanın Mektupları-1 (Tanin, 3 Mayıs 1908), Handanın Mektupları-2 (Tanin, 3 Mayıs 1911), Ana Hissi-1 (Tanin, 12 Mart 1914), Ana Hissi-2 (Tanin, 15 Mart 1914), Ana Hissi-3 (Tanin, 15 Mart 19149) İtiraf (Resimli Kitap, Haziran-Temmuz 1911) Aşk Gecesi (Resimli Kitap, Mart-Nisan 1912), Baba Nasihatı (Tanin, 15 Nisan 1914), İlk Rebi (Yeni Mecmua, 1 Nisan 1929), Eski Şam (Yeni Mecmua, 1 Mayıs 1929), Avdet (Yeni Mecmua, 1 Temmuz 1929), Yaz Aşkına Dair (Yeni Mecmua, 1 Ekim 1929), Yolcular (Yeni Mecmua, 1 Haziran 1930), Mektupla Muaşaka (Vakit, 28 Mart 1939), İki Çiçek Bir Böcek (Vakit, 13 Haziran 1939), Efsane Kadın (Vakit, 1-3 Ağustos 1939), Dudakların Zehri (Kurum, 1938).

Babasının bir nevi sürgün görevleriyle başlayan gurbet hayatın ona kazandırdığı mücadeleci ve fedakâr kişilik özellikleri hekimlik mesleğinde birleşince ömrünün yirmi yedi yılını şehir şehir dolaşarak geçirmiş, bunun yansımaları öykücülüğünü olumsuz etkilemiştir. Öykülerindeki teknik eksikliklere rağmen hekimlik deneyimleriyle beslediği ve psikolojik öğelerle zenginleştirdiği öykücülüğü unutulmayı hak etmemektedir. Hekimlik mesleğinin yoğunluğu karşısında öykü (ve roman) hayatının arka planında kalmışsa da: “Sanat şahsî ve muhteremdir.” Hayallerini emzirmek işidir yazmak eylemi. “Derin ıstıraplar güçlü karakterler doğurur... Karakterlerin heybetine baktığında... baştan aşağı yara izi doludur...”(2) Öykülerine karamsar bir romantik duyarlıkla yerleştirdiği kadın imgesini çevreleyen feminist eleştirileri anılmaya ve incelenmeye değerdir.  Yoğun meslekî yaşamı sonucu çok değişik şehirlerde görev yapması edebî çevrelerle ilişkilerini koparmış, tanınmasını ve edebî gelişimini engellemiştir. Kadını merkezine alan ve bir hekim gözüyle bakış açıları geliştiren ilk öykücüdür Cemil Süleyman. Bu bakış açısındaki ısrarıyla aynı konular etrafında dönmüş, farklı konularla öykücülüğünü büyütememiştir. Öykü kahramanları, ümitsiz, hasta ve veremli kadınlarla savaş yıllarının çilekeş insanlarıdır. Hekim-hasta ilişkileri, “gece” kavramı, ölümler ve intiharlarla iç içe ilerler öyküleri. Öykülerinde gösterişli ve süslü cümlelerle, Arapça-Farsça terkiplerin yoğunluğu yine bu çok şehirli yaşamının zenginliği olarak işaretlenebilir. Mekân tasvirleri ve kahramanlarının ruhsal dünyası ile karakter tipolojisine dair psikolojik tahliller verirken kurduğu uzun cümleler, zaman zaman okuru sıksa da öykülerinin anlaşılabilmesi açısından oldukça önemlidir. Birkaç öyküsü hariç genel mekânı İstanbul’dur. Fecr-i Âtî topluluğunun, 20 Mart 1909’da Hilal Matbaası’nda düzenlenen ilk resmî toplantısına katılan, 24 Şubat 1910 tarihinde Servet-i Fünûn dergisinde yayımlanan Fecr-i Âtî beyannamesine imza koyan ve topluluğun öne çıkan bir üyesi olarak daha çok topluluğun etkili olduğu 1909-1912 yılları, Cemil Süleyman’ın öykücülüğünün en verimli dönemidir. Bir başka deyişle topluluğun gündemde olduğu yıllarda öyküleriyle (ve romanlarıyla) meşhur olan Cemil Süleyman, topluluk dağıldıktan sonra ortak enerjiden yoksun kalmış, İstanbul dışındaki hekimlik yaşamının yoğunluğuyla edebiyattan uzaklaşmıştır. İstanbul’a dönüşü sonrası çeşitli gazete ve dergilerde yeni birkaç öykünün yanı sıra çoğunlukla eski öykülerini yeniden yayımlamış ve farklı konularda makaleler yazmıştır. Bu bağlamda Cevdet Kudret (1907-1992), Cemil Süleyman’ın ikinci sınıf bir yazar olduğu iddiasını, unutulmasına tematik ısrarının yol açtığı tespitiyle destekler, ki birazcık haklıdır. (3) 

Bir Cemil Süleyman öyküsü: Dört Sene Sonra (4): 

Ona her sabah, yanında kendisi gibi şuh, sarışın bir refikasıyla Taksim Bahçesi’nde tesadüf ederim. 

Galiba o civarda, yakın bir yerde oturdukları için ekseriya benden evvel davranırlar ve ben, Teşvikiye’yi Taşkışla cihetinden bahçeye rapteden yolu bostan kenarlarından dolaşarak, bazen bir sırta tırmanarak, hatta yoruldukça arada sırada bir ağaç altında biraz tevakkuf ederek böyle gecike gecike katettikten sonra, hemen bir itiyat (alışkanlık) hükmüne giren bu sabah seyranından alınmış yorgunluğu izale için Boğaziçi’nin sisli menazırı karşısında biraz dinlenmek ihtiyacıyla bahçeye geldiğim zaman onları orada bulurdum.

Onlar, kolkola gülüşerek, kırışarak piyasa ederdi. Bazen bir kanepe üzerinde, ellerinde bir risale yahut bir gün evvel alınıp da gece tamamıyla okunmaya fırsat bulunamamış bir mektubu, gizli gizli, güya etraftan bu esrar-ı mühimmeyi (önemli sırlar) keşfetmek için hafîyen (gizlice) kabaran kulaklara işittirmekten ihtiraz eden bir sesle biri okur, diğeri dinlerken gülüşleri ve bazen ciddi, mütefekkir, kim bilir nasıl bir fikr-i münakaşa üzere mübaheseler yürütülürdü. 

Sonra yine daima gülmeye, vakitlerini mütemadi bir neşe içinde geçirmeye meyyal (eğimli) tabiatlarının sevk-i garibe-cüyâne (gariplik) sesiyle bir latife icat ederek, mesela akşam piyasalarında daima kendilerini takip eden bir genci nasıl yalancı tavırlarla teshir ve iğfale muvaffak olduklarından bahsederek gülüşürlerdi. 

Onların en büyük zevkleri bu idi: Etraflarında cereyan eden her türlü vakayiden kendilerine bir hisse-i tenkit (eleştiri gerekçesi) çıkarmak ve onlarda bir cihet-i garabet (yadırganacak bir yön) bularak gülmek... Bu, genç kızlıklarının öyle önüne geçilemeyen bir ihtiyac-ı ruhîyesi idi ki sinelerinde hafif ihtilaçlarla feverana müheyya kahkahalar salardı. Mesela bir madamın haddinden fazla bir dolgunlukla elbisesinden taşan vücudu, birinin yürüyüşü, bir diğerinin tuvaleti, bütün bu bahçe âlemine mensup simalar, onlar için öyle dıhk (gülme) ve mülatafa olacak birer zemin-i güftügû (dedikodu) teşkil ederdi. Bunların içinde bilhassa en ziyade meşgul eden bir sima vardı ki hemen daima bu iki refikayı takip ederdi. Onu tâ uzaktan görür görmez aralarında sarih (belirgin) bir fısıltı ile zaptolunmuş mini mini kahkahaların fıkırtıları başlar ve sonra ona hissettirmemek için önlerine bakarak tavırlarına muvakkat bir ağırbaşlılığın ciddiyetlerini vermeye çalışırlardı. Onun gittikçe yaklaşan hayalini, bir müddet o tarafa bakmamakta ısrar eden gözlerinin çapkın bir nigâhıyla gizlice tetkik ederken gülmemek için dudaklarını ısırarak, hemen taşıvermek isteyen bir kahkahayı, ellerinde birer mendil ile boğmak isterlerdi. 

Nihayet önlerinden geçerken bütün bu ısrarlara, mukavemetlere rağmen birden nazarlarını sürükleyen bir kuvvete mağlup olarak bakarlardı. Ve bunu, gizli bir kahkaha ile ona isal edilmek üzere sarfolunan manidar bir iki cümle takip ederdi. Bu esnada delikanlı bahçenin en kısa bir yolunda devrini ikmal eder, bu defa onlara daha yakın geçerek yavaş bir sesle mukabele ederdi. Ben biraz ötede, yüzüm kısmen diğer cihete müteveccih (dönük) bütün bu harekâtı en nazargirîz (gözden kaçan) teferruatına kadar tetkik ve takip ederdim.

Bir gün delikanlı, yine onların önünden geçerken, elindeki menekşe buketini bi’l-iltizam yere düşürdü. O, güya farkına varmayarak ilerledi. Onlar da iptida ehemmiyet vermemiş göründüler. Sonra yaşça biraz büyük olanı, şemsiyesinin ucuyla bu, toprakların üzerinde melulane (zavallı bir şekilde) istimdat eden çiçeği bir kayıtsızın ayakları altında ezilmekten kurtararak çekti, aldı. Bu esnada menekşelerin yaprakları arasında gözüme beyaz bir şey ilişti. Galiba bir mektuptu. Kimseye hissettirmeden, avuçları içinde saklayarak kalktılar ve bahçenin diğer cihetine doğru uzaklaştılar.

Bugünden sonra, artık onlara her gün burada tesadüf etmek muhakkaktı. En ziyade, bi’l-nispet biraz tenha olduğu için sabah piyasalarım intihap ederlerdi. Daha sonra her iki piyasada isbat-ı vücut etmeye başladılar. Hatta bazen bahçenin bir köşesinde gizli gizli görüştükleri de olurdu. Artık tamamıyla hissediyordum ki iptidaları adi bir eğlence kabilinden başlayan ve ila-nihaye (sonuna kadar) böyle kalması icap eden bu münasebet, gittikçe ilerleyen bir muaşaka şeklini alıyor. Bunu, her ikisinin nazarlarında sarahaten okuyordum. Onların, bazen birinin orada bulunmadığı zaman gözlerinde öyle derin bir mana-yı endişe farkedilirdi ki bu bir günlük mahrumiyetin, bu genç kalpler üzerinde ebedî iftiraklardan duyulan meyusiyetlere şebih bir teessürle icra-yı tesir ettiğine şüphe edilmezdi. Sonra birden, bir tesadüfle karşı karşıya gelince meserretlerinden çıldırır ve güya bütün saadetler o anda kendilerinin olurdu. Ve böylece fırsat buldukça bir tarafa çekilerek hayat-ı sevdalarının kim bilir ne parlak ümitlerinden, tasavvurlarından uzun uzadıya bahsederler, hatta bazen etrafta gezinenleri büsbütün ihmal ederek baş başa saatlerce görüşürlerdi.

Onları bir müddet, böyle karşıdan tetkik eden bir hikâyenüvis sıfatıyla takip ettikten sonra kaybettim. Günler geçtikçe bu genç sevdazedelerle aramda o derece samimi bir rabıta hasıl olmuştu ki nereye gitsem gözlerim onları arıyor ve bu yarım kalan hikâyeden, neticesi calib-i merak bir temaşadan esna-yı avdette hissedilen bir adem-i kifaye-i itminan (tatmin olamayış) duyuyordum. Onlar artık hiçbir yerde görünmüyorlardı. Hatta bütün bir yaz onlara ne Taksim’de, ne Tepebaşı’nda, ne de Beyoğlu’nda tesadüf etmedim. Ve böylece aradan dört sene geçtikten sonra bugün, onlara ilk defa Ada vapurunda tesadüf edince dört sene evvelki hatıranın o dakikada gözümün önünde bütün tafsilatıyla tecelli eden safahatı (dönemler) karşısında, kalbimde geçmiş zamanlara ait bir yâd-ı tehassürle derin bir veis duydum. O zaman, benim de hayatıma ait ne latif hatıralarım vardı ki günlerin, senelerin, birer birer mazinin sine-i nisyanına (unutma) gömdüğü bu mürde (ölü) ümitler, güya birden canlanarak unutulduklarının acılarını dökmek isteyen bir ifade-i suziş-i iştiyakla (yakıcı bir arzulama) lisana geliyor; sonra benim, ihmal edilmeye mahkûm olduklarını anlatan kayıtsızlığımdan meyus olarak sükût ediyorlardı. Vapur, akşam postalarına (vapur,tren…vb yapılan yolculuk) mahsus bir izdiham ile dolu idi. 

Bacanın yanında, ancak sıkışabilecek bir yer bularak oturdum. Birkaç adımlık mesafeden onların ikisini de görebiliyordum. Fakat ne kadar değişmişti! Hâlinde dört sene evvelki ateşin, müstehzi kızla kabil-i telif (bağdaşma) olmayacak öyle büyük bir tezat vardı ki o olduğuna tereddüt etmekte insan hak kazanabilirdi. Bütün etvarında (tavırlar), kendisini tanıyanları vehleten derin bir hayrete düşüren bir ciddiyet vardı. Öyle ki ben bile, iptida benzettiğime hükmetmiştim. Fakat karşısında delikanlıyı da görünce tamamıyla emin oldum.

Onlar kaybettiğim günden itibaren, bişüphe teehhül etmiş ve ihtimal Makri Köyü’ne (Bakırköy’ün eski adı) yahut Boğaziçi’nde bir yere nakletmiş olacaklardı.

Bu dört senelik gaybubetten sonra onlarla şurada karşı karşıya gelmekten, kalbimde sine-i meshun-ı samimiyetinde (samimiyetle ısıtılmış) dinlendirmek ihtiyacıyla bir devre-i sükûn-ı hissiyat geçiriyorlardı ve ihtimal bu genç omuzlara vaktinden evvel çöken bir bâr-ı giran-ı hayat altında eskisi gibi sevişmeye, birbirleriyle meşgul olmaya kuvvet bulamıyorlardı. İkisi de medit bir faaliyet-i udliyeden (yorgunluk veren işler) sonra yorgun düşen iki amele rehavet-i miskinânesiyle onları fazla bir hareketten alıkoyan bir durgunluk, her şeyden ziyade uykuya benzeyen bir hal içinde düşünüyorlar gibiydi. Artık birbirlerine karşı o eski incizap kalmamış ve zamanın, günler geçtikçe her şeyi fersudeleştiren (eskimiş) tesir-i tahribiyle bu iki ruh arasındaki alaik-i ruhiye yavaş yavaş şiddetini kaybetmişti. Bu esnada genç kadın, artık kendisiyle meşgul olmaktan haz alamayan bu kocanın, gazeteyi baştan aşağıya dolduran sütunları arasında kaybolan maneviyatına nüfuz etmek isteyen bir nazarla delikanlıya baktı. O, hep o vaziyette, sanki bütün mevcudiyetini elindeki bu çarşaf kadar kâğıdın amak-ı zıll-i tefekküratına (düşüncelerden oluşan) gömmüş, öylece duruyordu. Genç kadın, tekrar başını çevirerek güneşin son ziyaları altında kaynaşan ufuklara daldı.

Bir dakika nazarları yekdiğerini kaybetmeye tahammül edemeyen bu iki sevdazedeyi, şimdi yekdiğerine lâkayd iki yabancı farzettiren bu biganeliği biraz garip buluyordum. Zihnimde kendi kendime bunun sebebini araştırırken, bu izdivaçtan beklenilen saadetin, muaşakat ile başlayan bütün izdivaçlarda olduğu gibi, ilk günlerden sonra şiddetini kaybeden bir yangın sükûnet-i iştialiyle (tutuşma) sönmek üzere bulunduğunu düşündüm. Ve kalbimde derin bir sızı ile onların, şimdi tahammülsüz bir azap şeklini alan hayatlarını gözümün önüne getirdim. Belki onlar, evde de böyle idiler. Mesela birisi gazetesini okurken diğeri bu, artık tahammül edilemeyen refakatin saat-i sükûn ve melalini sayarak, kim bilir nasıl bir ümid-i ati (gelecek umudu) ile kendisini tesliyeye çalışırdı. Bu ümit, ihtimal bir çocuk idi. Belki o zaman, aralarına uzun bir mesafe-i hissiyatın baidiyet-i maneviyesi (anlam ve ruh uzaklığı) girmiş bu zevç ile zevce, birbirlerine tekrar avdet etmek için bir arzu duyarlar ve bu defa ateşsiz, fakat daha kavi ve samimi bir rabıta-i kalbiye (kalpten bağlılık) ile birbirlerini sevebilirlerdi.

Bu esnada vapur, Kınalı’ya yanaştı. Delikanlı, gazetesinin bitmek tükenmek bilmeyen bir kısmını da bîşüphe geceye bırakarak durdu, büktü, pardesüsünün cebine yerleştirdi. İkisi birden ayağa kalktılar. Demek, burada oturuyorlardı. Ve belki bir dostun ziyaretine gidiyorlardı. Onlara bir daha tesadüf edememek ihtimaliyle uzun uzun baktım. Onlar birbirlerine hatta bir kelime söylemeksizin iskeleyi geçtiler. 

Sonra kalabalık arasında kayboldular.

Vapur hareket ettikten sonra, zihnimde hep bu hikâye-i sevdayı düşünüyordum. Fakat kalbimde aynı zamanda öyle bir his de vardı ki bu sergüzeştinin mabad-ı tafsilatına (ayrıntıların gerisi) temdid-i fikir (düşünceyi sürdürme) etmekten beni men ediyordu ve bu saika-i hissiye (duygusal güdüler) ile hikâyenin burada nihayet bulmasını temenni ediyordum. Çünkü bir ikinci tesadüf, ihtimal bu hatıraya da feci bir sayfa ilave edebilirdi.


Zekeriya Şimşek


  1. Berksoy, Berkiz (2007). Cemil Süleyman Bir Kuramsal Okuma Denemesi, İstanbul: Kitap Yayınevi, s.186.

  2. Yivli, Oktay (2015), Kısa Öyküde Yöntem: Cemil Süleyman Uygulaması, Konya: Çizgi Kitabevi, s.44.

  3. Cevdet Kudret (1987), Edebiyatımızda Hikâye ve Roman I, İstanbul: Varlık Yayını, s.345.

  4. Cemil Süleyman (2014.) Bütün Hikâyeler (Çev. Abdullah Akın), İstanbul: Papersense Yayını, s.87-94.

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page