Tam bir Ödemiş efesi. Hayatı boyunca burnunun dikine gitmekten ya da burnunun dikine yazmaktan tavizsiz bir güzel Ege insanı. Bir sahafta karşılaştık, daha doğrusu Taş Ocağında. “Dayanıklı tüketim malı” öyküler; yüreğimize, vicdanımıza, insan olmaya dair çığlıklarımız ve tutarsızlıklarımız... Sorgulamayan ama sorgulatan. Yalın bir üslûp ustası. Anlamayı kolaylaştıran ama akışı baltalamayan bir görselleştirme zekâsı. Tadında ve kıvamında. Hayatın kapısından bakıp bakıp bir türlü içeri giremeyen ne çok insan… Birçok insan… Ayazda kalmış bıçkın bir öykü bahçesidir Fethi Savaşçı.
1930, 10 Temmuz’da Ödemiş’in Taşpazar Köyü’nde dünyaya gelir.
1949, babasını kaybeder, beş kişilik ailesinin geçimini üstlenir. Sanat okulunu yarıda bırakıp iş hayatına atılır. İş hayatı deyince; duvarcılık, fırıncılık, demircilik, hamallık, gazete satıcılığı gibi işler…
1948, ilk şiiri Ödemiş gazetesinde yayımlanır.
1958, (Kaya Bengisu ile birlikte) Ödemiş Şairleri (1958) adlı bir antoloji hazırlar.
1963, Irgat Hasan romanı İzmir’de çıkan Sabah Postası gazetesinde tefrika edilir.
1965, ilk nesil göçmenlere karışır, Almanya’da fabrika işçisidir. Fakir Baykurt (1929-1999) ve Bekir Yıldız (1933-1998) ile birlikte gurbet edebiyatının ilk üç temsilcisinden biridir. Bu üçlü, Türkiye’de “Alamancı”, Almanya’da “yabancı” olmak ile tanıştırır Türk okurunu.
1983, Bei Laufenden Maschinen/Makinalar Çalışırken öykü kitabı Almanya’da Almanca-Türkçe olarak yayımlanır; edebiyatımızda bir ilki gerçekleştirir.
1989, 30 Ekim. “Memleket”ine dönmek nasip olmaz, 59 yaşında “çileli bir ömür” Münih’te son bulur.
Sekiz öykü kitabı yayımlar: İş Dönüşü (1972, 13 öykü), Özel Ulak (1973, 13 öykü), Taş Ocağında (1975, 14 öykü), Fırın Patlayınca (1982, 20 öykü), Bei Laufenden Maschinen/Makinalar Çalışırken (1983, 11 öykü), Ayva Kokulu Ev (1986, 14 öykü), Kargalar (1988, 20 öykü), Almanya’nın Güzel Kızları (1989, 22 öykü).
Toplumsal değişim, Fethi Savaşçı öykücülüğünün temelini oluşturur. Gönüllü mecburiyet olarak gurbet, öfkeli duruşuyla birleşince edebî kişiliğini dönüştürmüş, geliştirmiştir. Kurmacayı kendi eylem dünyasıyla harmanlayan Fethi Savaşçı, yazdıklarıyla, duygu yoğun ama içe dönük bir kişilik sergiler. Öykülerinde emek sömürüsü, toplumsal kaygı ve gurbetçiler ön plandadır. Yaşanmışlıkların alt katmanında yaşanmamışlıklara dair itirazlarını sezdirir. Toplum yaşamındaki çözülmeler öykücülüğünü biçimlendirirken toplumsal açmazlar kadar aileyi ve kadın-erkek ilişkilerindeki savrulmaları, kurmacaya eklemler. Dönem insanını en çok yıpratan sorunlardır bunlar. Okura “işçi duyarlılığı”nı hissettirmek, en büyük yazarlık derdidir. Yalın yazar. Örneğin; ilk öykü kitabındaki Birinci Kata İnemem’de göçmenlik, yabancılık duygusu ve uyum sorununu mecburiyet bağlamında harmanlarken istiap haddini sevecen bir dille itiraf eder: Yabancı bir işçinin kendini sevdirebilmesi için çok güç harcaması gerek. Kolay olmuyor bu. İşe geç kalmamak, erken bırakmamak, verimi düşürmemek, kavga etmemek, yerlere tükürmemek, her yönü temiz tutmak, çok içip çevreyi tedirgin etmemek; köpeklere, çiçeklere, ağaçlara, her şeye saygılı bulunmak, sabırlı olmak pek kolay olmuyor biz Akdeniz çocukları için…1
70’li yıllar öykücülüğü içinde görmezden gelinen, hakkında neredeyse hiç yazılıp-çizilmeyen, öykülerinin topluca basımı hiç yapılmamış, unutulmuş öykücülerimizdendir. 70’li yılların öykücülüğünde, “toplumcu gerçekçilik” her şeydir. Yaşar Nabi (1908-1981) ile bir anısını paylaşır Varlık’ta, öykücülüğüne dair bir itiraftır sanki: On öykü birden postalamıştım İzmir’den. Dokuzunda sivri fikirler var diye yayımlamadı. “Bir işçi, bir köylü böyle konuşmaz” dedi. Yaramaz bir öğrenciyi azarlar gibi bakıyordu. “Neden zorluyorsun kendini?” demek istiyordu bakışları.2
İzmir günlerinde yakın arkadaşı Refik Durbaş’ın (1944-2018) Fethi Savaşçı’sı başkadır: Bıyıklarımız daha yeni terlemeye başladığında, Fethi Savaşçı, İzmir’e geldiği bir gün, Basmane’de ucuz bir şarapçıda günün yorgunluğunu demlerken, bir arkadaş “Şarap içmeyelim, günah” demişti. Bunun üzerine Savaşçı, “Üzerine biraz tuz dökersen, günahı kalmaz, hatta sevap hanene yazılır” diye havayı yumuşatmıştı.3 Almanya’ya gidinceye kadar fırsat buldukça İzmir’e gelir; yazar-şair arkadaşlarıyla yârenlik etmeyi sever: Ödemişli genç şairler Emin Ersoy ile Emin Özkan, Kaya Bengisu, Nahit Ulvi Akgün… “İzmir’in içinde ince minare”dir ama sesini duyuramaz; “Duyuyor musunuz?” diye isyan etse de İzmir onun için doğduğu ama onu doyurmayan (geçimini sağlayamadığı) şehirdir. On altı dizeye sığdırdığı İzmir’in Güzellemeleri’nin ilk dörtlüğünde tavrı nettir; şikâyetçidir İzmir’den. (İzmir’in bugünlerini görmüşçesine!)
Artık Kordonboyu’nda eski sevgililer yok Ne tutuşanlar el ele ne de faytonlar Eşek azatlanan derelerde şimdi yapılar çok Tat vermiyor artık kaçak gidilmeyen sinemalar.4
Gurbette rehin kalır, İzmir anıları yalan yılların seline kapılır gider. Bir kızgınlık, bir sitem bilinçaltında küllenir…
Tanıştığımıza memnun oldum Ödemiş Efesi!
Belki bir gün bir baba yiğit yayınevi çıkar “Tüm Öyküleri”ni yayımlar. Tadımlık bir öyküsü ile hakkını teslim ediyorum Fethi Savaşçı’nın: Bayramdan Sonra 5
Terzi Şaban’ın büyük oğlu Arif’le küçük oğlu Sabri, Akçakmak’tan aşağı, kestirmeden, ilçeye iniyorlardı. Bozdağ köyünde oturan baba ve analarının elini öpmekten dönüyorlardı. Kurban ve şeker bayramlarında hep ilçeye emmilerinin, dayılarının ellerini öpmeye giderlerdi. Arif on iki yaşında, Sabri sekiz yaşlarındaydı. Babasının verdiği araba parasını, ilçenin İyi Sinema’sına giderek harcamayı düşündüklerinden yaya yürüdüler. Ovacık yolu bitip Akçakmak yol ayrımına gelince, Gölcük köyüne giden bir araba dolusu yolcu iki kardeşe şaşkınlıkla baktılar. Arif’le Sabri, iyi yürüyelim, çabuk yürüyelim diye, pabuçlarının bağlarını birbirine bağlamışlar, omuzlarına atmışlardı. İki kardeşin pantolonlarının dizleri, arkaları yamalıydı. Belki de gelirli araba yolcularının iki kardeşe yadırgayarak bakmalarının nedeni buydu. Gölcük yaylası yalnız gelirli insanların gidebileceği bir gezinti, eğlenti yeriydi. Arif kızdı. Ama belli etmedi öfkesini. Sadece dilini çıkardı arkasından. Şişmanca bir çocuk, tüccar Hacı Fettah’ın oğlu, arabanın arka camından dilini çıkardı iki kardeşe. Arif’in gücüne gitmişti çok. Geçen yıl ilçede ilkokulu birlikte bitirmişlerdi. Hacı Fettah’ın oğlunun derslerine yardım etmişti. Hele tarih, coğrafya ve Türkçe derslerinde çok tembeldi Hacı Fettah’ın oğlu. Arif aylarca çalıştırmasa, geçemeyecekti belki sınıfını. Arif işte buna kızmıştı en çok. İki kardeş, yol ayrımındaki çeşmeden ellerini ayaklarını yıkayıp pabuçlarını giydiler. Köylerinde okul olmadığından, ilçedeki emmilerinin, dayılarının yardımıyla okula gidiyorlardı. Dağdan aşağı Uyuzlar köyüne, oradan da Zeytinlik köyüne geçeceklerdi. İkinci köyden sonra, evlerinin bulunduğu Arap Kazıkları Mahallesi’ne iki buçuk saatte varacaklarını hesap ettiler. Arif, kardeşine Tabanbağı, Birgi, Beyazıt, Küçük Avulçuk, Siyek yoluyla giderlerse, beş saatten fazla süreceğini anlattı. Sabri pabuçlarını giymeyeceğini söyledi ağabeyine:
-Ben giymeyeceğim pabuçlarımı, olmaz mı?
Arif, sevgiyle güldü. Yanaklarını okşadı kardeşinin:
-Olmaz kardeşim, olmaz. Ayağına pıtırak dikeni batar. Bu yerlerin taşları serttir. Çakılları da sivri sivri, onlar da batar. Hele pınar çalısı dikenleri, akrep de var, yılan da. Sokar sonra güzel ayaklarını… Giy bakalım çabuk pabuçlarını.
Sabri’nin korkudan gözleri irkildi… Ayaklarını yılan sokmuş gibi çekti ahırdaki sudan. Nazlanmadan giydi pabuçlarını. Yağmur bulutları Keldağ’ın tepesine doğru koşuşuyorlardı. Yağmur yeli ıraklardan toprak kokusu getirdi Arif’in burnuna. Allah Diyen, Küçük Çavdar köylerine deri tulumlar içinde zeytinyağı götüren Birgili Salih, atı üstünden seslendi:
-Merhaba çocuklar!
-Merhaba emmi!
-Merhaba emmi!
Atından inip, Birgili Yağcı Salih, çeşmenin ahırına yanaştırdı atının kafasını. Hayvan kana kana su içerken, gülerek sordu iki kardeşe:
-Nereden gelip nereye gidiyorsunuz?
Arif yanıtladı:
-Bozdağ köyünden babamızdan anamızdan el öpmekten geliyoruz. Şimdi de ilçeye gidiyoruz.
-Kimlerdensiniz bakayım?
Arif saydı döktü, yakınlarını. Zeytinyağcı Salih tanıdı çoğunu… Yirmi yıldır Birgi’den dağ köylerine, iki deri tulumla zeytinyağı götürüyordu. Sigarasını içerken dereye doğru inen yolu gösterdi:
-Kestirmeden mi gideceksiniz?
-Evet, kestirmeden, dedi Arif.
-Öyleyse acele edin, neden binmediniz arabaya? Paranız mı yok?
-…
-Acele edin çabuk, bu Akçakmak’ın yağmuru pis belâ bir şeydir. Yelle karışık yağar. Yelinde hangi yönde estiği belli olmaz... Alır yerdeki çakılı insanın yüzüne atar. Sanki biri attı sanırsınız… Çevrenize bakar, insan ararsınız… Derken, bir bakmışsınız ki sele suya karışmış ortalık… Ben, yağmur gelmeden Tekke köyünü tutmaya çalışacağım. Size uğurlar olsun. Emminize selâm edin. Seferberlikte gâvura birlikte karşı çıktık. Birgili Yağcı Salih deyin, o bilir.
Zeytinyağcı Salih, yorgun atıyla birlikte Ovacık, Tekke köyleri vadisine girdi. Arif, Sabri’nin elinden tutarak inmeye başladılar dağdan aşağı. İlçenin üstündeki sisten minareler, kırmızı tuğlalı zeytinyağı fabrikalarının bacaları, beyaz badanalı tütün reji yapısı, İlkkurşun köyü doruklarındaki çam koruluğu, uzayıp giden İzmir kara ve demiryolu iyice görünmüyordu. Açık havalarda daha iyi görünürdü.
Zeytinlik köyünü yağmur tutmuştu. Datbey, Mursallı köyleri yağmur bulutlarından görünmüyordu. Uyuzlar köyüne doğru hızla yaklaşıyordu yağmur. Kuşlar kaçışıyorlardı kendilerine doğru. Sığınacak bir yer arıyorlardı. Uyuzlar köyünün üst başındaki meşe koruluğuna yetişmek için Arif, olanca hızıyla koşturuyordu. Sabri, ağabeyine yetişmek için zorluk çekiyordu. Düşmekten çok, cebindeki bozuk paraların saçılıp dökülmesinden korkuyordu. Pantolonunun sağ cebini sağ eliyle sıkıca tutuyor, bir kolu yapışık gibi durduğundan iyi koşamıyordu. Bir iki kez telâştan tökezleyip düştü. Canı yanmasına rağmen ağabeyi alay eder diye ağlamadı. Kekik ve yabani nanelerin kokusu vurdu burnuna düşünce. Ağabeyine seslendi:
-Ağabey!
-Ne var Sabri? Yine mi düştün?
-Bak, burada yabani kekikle nane var…
-Eee! Ne olacak? Kalk bakayım çabuk!
-Yolalım da evimize götürelim. Tarhana çorbasıyla, bulgur pilavıyla öylesine güzel oluyor ki yemesi…
-Çabuk koştur arkamdan, yoksa seni buralarda bırakır giderim, anladın mı?
Sabri iyice dinlenmişti, yattığı yerden güldü. Yağmur damlaları kulaklarına, yüzlerine düşmeye başladı. Uyuzlar köyünün meşe koruluğuna yetişmişlerdi. Koruluğun başındaki çınar ağacının kovuğuna girdi Arif. Sabri’yi de kucağına aldı. Zor sığışabildiler kovuğa. Yağmur iyice bastırmıştı. Az ötesini bile seçmek olanağı yoktu yağmurdan. Islanmadan, bir sığınak bulduklarına sevinmişlerdi.
Köyün alt başı görünmeye başladı. Yağmur hızını yitirmişti. Köyün ilçeye uzanan yolun başındaki yüksek ağaçlardan birine yıldırım düştü. Koca çitlembik ağacı ortasından ikiye bölündü. Yıkıldı sağa sola. İki kardeş korkulu gözlerle baktılar yıkılan ağaca. Arif birden anımsadı. Geçen yıl ilkokul öğretmeni Haydar Erol öğütlemişti: “Sakın yağmur yağarken, yüksek ağaçların altına girmeyin. Yüksek ağaçlar, daima yıldırımı çeker. Ölürsünüz. Anladınız mı?” demişti. Yorgunluktan, ağabeyinin kucağında uyumaya başlamıştı Sabri. Sarstı, uyandırdı Sabri’yi:
-Sabri, kardeşim uyan! Yağmur, çamur çabuk kaçalım buradan.
Sabri uyku sersemliğiyle şaşırdı. Köye doğru koştular. İyice ıslanmışlardı. Arif basık bir evin kapısını yumrukladı. Büyük bir gürültü oldu bu sıra. Sabri korkudan ağabeyine sarıldı. Az önce altına saklandıkları çınar ağacına yıldırım düşmüştü. Çınarın ana dallarından biri koptu, gittikçe çoğalmakta olan dere suyuna karıştı, sürüklendi.
Zekeriya Şimşek
1. Savaşçı, Fethi (1972), İş Dönüşü, İstanbul: Yeditepe Yayını.
2. Savaşçı, Fethi (1981), Yaşar Nabi İçin Yazılanlardan, Varlık Dergisi, Temmuz 1981, S.886.
3. Durbaş, Refik (2018) Anılarımın Kardeşi İzmir, İstanbul: Sözcükler Yayını.
4. Savaşçı, Fethi (1986), İzmir’in İçinde İnce Minare, İstanbul: Sanat Koop Yayını.
5. Savaşçı, Fethi (1975), Taş Ocağında, İstanbul: Yeditepe Yayını.
Comments