top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Zekeriya Şimşek Yazdı- Erken Solmuş Bir Öykü Bahçesi: Yücel Balku

1990’lı yılların başı. Osmanlı Bankası Pasajı’nda tanışmıştık Gaye Kitabevi’nde, bizim Kuzidadaş’ın kitapçı dükkânında. Yer Bursa, Ulu Camii karşısı. (Şimdiki Evkur binası) Öykücü de, dünyaya gözlerini açtığı coğrafyadan kurtulamıyor; nereye göç/iltica ederse etsin, nerede ikâmet ederse etsin doğduğu topraklar beynini kemiriyor ve sözcükleriyle ördüğü dünyasının başköşesinde doğduğu toprakların insanlarına yer açıyor…

Hayatın cümlesi, kaç cümleden ibarettir ki!


1969, 10 Ocak, Azerbaycan kökenli Gönül ve Safter Balku çiftinin çocuğu olarak Iğdır’da dünyaya gelir. Dedesi Ali Ekber’den dinlediği anlatılarla büyür. İlkokul öğretmeninin ailesine telkinleriyle daha iyi eğitim almak üzere küçük yaşta İstanbul’a, halası ile amcasının yanına gönderilir. Uğur amcasının kitaplarına gömülür.
Uğur Balku evlenip Almanya’ya, Sunay halası ise Batman’a akrabalarının yanına gitmeye karar verince Yücel Iğdır’a döner. Kısa bir süre sonra evlenip Sapanca’ya yerleşen Sunay Hanım, Yücel’i yeniden yanına alır ve Yücel, ilkokul son sınıftan üniversiteye kadar Sapanca’da yaşar. Kendi kendine İngilizce ve İtalyanca öğrenir, Sapanca otoyol inşaatını yapan İtalyan firmasında çevirmen olarak çalışır ve kazandığı parayla dershaneye gider.
1988, Uludağ Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğrencisidir ve Bursa’ya yerleşir.
1994, sınıf arkadaşı Semra ile evlenirler.
1995, ilk çocukları Şeyda Gönül dünyaya gelir.
1998, Nurten Eylül adını verdikleri bir kızları daha olur.

1996, Yücel Baloğlu adıyla ve üniversite arkadaşlarıyla iki sayı “Prometheus” adlı bir dergi çıkarır ve ilk öyküsü “Boğanak”ı burada yayımlar. Öyküleri, daha çok “Hayalet Gemi”de yayımlanır, ta ki 2002’de dergi kapanıncaya kadar.

2000, ilk öykü dosyası “Sükût Ayyuka Çıkar” İnkılâp Öykü Ödülü’ne değer bulunur ve bir yıl sonra yayımlanır.
2003, 15 Aralık, kalp krizi sonucu genç yaşta yaşamını yitirir.

2004, ikinci öykü kitabı “Goncanın Üçüncü Günü” yayımlanır.

Yücel’in yazma serüveninde kimi zaman gün boyu oturup çay eşliğinde yazıp-çizdiği Koza Han ile “Hayalet Gemi” (1992-2002) dergisinin yönetmeni Murat Gülsoy önemli kilometre taşlarıdır.

Öykülerinde “yaşamak ve ölmek için” seçtiği şehir Bursa, mitler, gerçek-düş arasında kalan karakterler, gerçeküstü, distopik, postmodern unsurlar önemli bir yer tutar. Özellikle öykülerinin birden fazla sonunun olması ve okuru her seferinde şaşırtması, çocukluğundan beri Yücel’i etkilemiş olan sözlü kültürün ve sözlü kültür anlatıcısının dinleyicileri avucunda tutmak için öykülerin sonlarını değiştirmesiyle ilintilidir.  Şiirsel ve ironik üslubu; sembollerle yarattığı labirentler, zamandan mekâna, mekândan zamana sıçramalarla uyumlu ve akıcıdır. Özgün bir dil ve anlatıma ulaşmayı başarır; uzun cümleleri, ayrıntılı betimlemeleri tercih eder, görkemli görüntüler oluşturmak için.  

Öykülerinin kırılma noktalarında, kahramanlar, Yücel’in yarattığı dünyada yitiktir, labirentten çıkmayı başaramazlar. Amacı budur; zihinsel karmaşa yaratarak kahramanlarını bir hiçliğe hapsetmek, başarır da! Ölüm ve ihanet temaları, Yücel’in birkaçı hariç tüm öykülerine nüfuz etmiştir. Her ne kadar fantastik öğelerden yararlansa da daima insana dair olanı anlatma çabası içinde olmuştur. Kendisi söylemiyle de şekil olarak Batılı ama içerik olarak Doğulu öyküler yazmıştır. (1)

İlk kitabında Abruşak, Sisten Sonra, Serpentarius, Teşekkürler Sevgilim, Kesik Başın Öyküsi, Akarib, Arguri, M.K.C., Taşın Teri, Son Prometheus, Kâfdili, Göl, Horozlu Ayna, Zümrüt Kurbağa, Giz Dolu Çürüme Ayı, Çengelli Peri olmak üzere on altı; son kitabındaysa Cevşen, Tıley ya da Hiç, Aileden Biri, Boğanak, Yılan ve Erguvan, Çekirge Sancısı, Yalnız İğdenin Kokusu, Zulmet adlı sekiz öyküsü ile iki kitabında yer almamış üç öyküsü vardır; Sessiz Gemi, Dizimde Uyuyan Dev, İsimsiz.

Öykü tahtında oturan ve parantezi kapanmayan öykücülerdendir Yücel. Kısacık hayatı, kişiliği, dünya görüşü merak ediliyorsa bunları öykülerinden çıkarmak mümkündür. Her ölüm erkendir de “Ancak yazarın ölümü farklıdır. Geride yarım kalmış yapıtlar, henüz yazılmamış kitaplar bırakır.” (2)

Yücel Balku’dan bir tadımlık (3): “Boğanak”

Bin üç yüz otuz iki yılını, hele bu yılın apansız çöreklenen sonbaharını hiç sevemedi Sefer; ne bin üç yüz otuz ikide ne de daha sonra. Su arklarının ve yazdan artakalan kurbağa yavrularıyla dolup taşan yeşilimsi sarı gölcüklerin üstü söğüt yapraklarıyla silme örtüldüğünde, amansız bir duyguyla sarsıldı; ayağının altında bir kurbağa yavrusu kalmış gibi ürperdi. Köyü çapulcu çetelerin bastığı geçmiş tarrakalı gecelerdeki gibi apaçık değil, on yıl önce fidan gibi bir delikanlıyken önce sevdalısı sonra karısı olan Ermeni kızı Ago’yu, Müslüman köyünde olmaz böyle şey diyenlere uyup anasının evine gönderdiği talihsiz akşamüstünde omzuna çöken gibi bir duygu bu; üstü örtük, adı yok.

Günler boyunca pek bir amacı da olmaksızın Aras Nehri’nin kıyısında dolaştı durdu. Kıyıdaki iri taneli kuma yarı yarıya gömülü birkaç yengeç parçasına ve pulları kuruyup dökülmüş, koca gözüne irice mavi bir sineğin konup kalktığı balık ölüsüne gene o adsız  duyguyla baktı. Gördükleriyle ilişkisiz şeyler düşündüğünün ayrımına vardığında şaşırmadı. İnsanoğlunun gördüğüyle düşündüğü arasında bir farkın hep olageldiği gibi bilgece şeyler düşündüyse de dağınık, rüzgârlı bir ıslıkla bastırdı bunları. Epeyce uçmuş olmalı ki dizini bir ılgının kuytusuna vurup şorul şorul işemeye başladığında akşam olmak üzereydi.

Günler ve geceler devrildi. Geçen zaman yüreğini burkan, içini daraltan duyguyu dayanılmaz kılınca tam bir köylü gibi davrandı; ona bir ad vermek istedi. Birkaç gününü ciddi olarak bunu düşünmeye harcadıktan ve yüklüce miktarda kepekli iğde yedikten sonra boğazına yerleşen tıkaca ithafen yerel bir sözcükle adlandırdı onu: boğanak. Bu boğanak sonbaharın özel bir şakası mıdır, yoksa Kâlba Celil’in söylediklerinin yarattığı sıkıntı mıdır, hiç bilemedi. Ama Kâlba Celil’in söylediklerinin mevsimden dolayı bir vurgu kazandığını ya da mevsimin Kâlba Celil’in durumu yüzünden fazlasıyla iç karartıcı göründüğünü ya da buna benzer bir şeyleri kesinlikle düşündü.

Kâlba Celil’in “Yaşlandım artık. Eridim, tükendim. İşittim ki düşmanlarım beni öldürmek için fırsat kollarlarmış. Ölüm yaradanın işi, karışmak olmaz. Lâkin korkarım bu yarım bedene iki kurşun sıkarlar da Celil’i geberttik, diye bayram ederler.” deyip gaz lambasının ışığında alev alev yanan toplu tabancasını çıkarıp uzattığı gece Sefer sabaha kadar uyuyamadı. Yetmiş yaşındaki bedenin çökmüşlüğü ve yılgınlığıyla geçmişi karşılaştırmak gibi bir basitliğe düşmedi ama bir efsanenin böyle ürkekçe yıkılışı karşısında üzülmekten ve anımsamaktan kendini alamadı.

Kâlba Celil yaşarken bile hakkında rivayetler söylenen bir kişiydi. Yaman kişilerin yazgısıdır: Dostundan çok düşmanı vardı. Dostlarının, nereli olduğunu asla öğrenemedikleri bu adam anlaşılacağı üzere bir yabancıydı. Gençlerin anımsayamayacakları kadar eski bir tarihte gelmişti köye. Ak sakallı ihtiyarların, elinde İran işi bir kama -ki bazıları kanlı olduğunda ısrarlıdır- ve yalınayak olarak Beraloş’a geldiğini ileri sürdükleri bu yabancı, çok sonraları köyün yaşantısında birçok şeyi değiştirecekti. Daha yirmisine varmadan omuzladığı ve bir daha yanından ayırmadığı mavzeri, atıcılığı ve acımasızlığıyla tanındıktan sonra kanunsuzluğun ve kargaşanın kanlı mevsimini yaşayan o yıllarda, köyü, açlıktansa eşkıyalığı seçmiş, kıyıma ve kadına susamış çetelere karşı tek başına savunan Celil; adı bir de tutuklu bir sevda öyküsüne karşınca köyün öteden beri gereksindiği efsane olup çıktı. Bir süre sonra Celil adı çokça kötünün cenazesiyle birlikte anılır olunca yapmadıkları yaptıklarına, yapması istenenler yapacaklarına karıştırılıp kıştan ve dünyadan gizlenen koca sobalı köy kahvelerine taşındı, geceyi ve dumanlı renkleri masalsı renklere boyamak için kullanıldı. Köyden köye, kahveden kahveye, dillere ve düşlere dokuna bulana, gerçeklik adına sünnet edilmiş ama yorumca zenginleşmiş nice öyküde başrol oynatıldı Kâlba Celil’e. Gerçekle masal arasındaki tüm sınır taşlarını söküp atan bu öyküler, çok geçmeden gerçek bir halk kahramanının mücadeleli yaşamı ve Zaloğlu Rüstem öyküleri arasındaki tüm çeşnilere büründü. İşi fazlaca abartıp uzun kış gecelerinin kahve sohbetlerinde yanındakinin kulağına sır verircesine alçak sesle, onun efsanevi kahraman Şeyh Şamil’le bilmem kaçıncı kuşaktan akraba olduğunu söyleyenler; iç cebinde Şeyh’in bizzat yazdığı bir muska bulunduğu için kurşuna ve ölüme karşı şerbetli olduğuna yemin edenler vardı.


Özellikle bu son yakıştırmayı duyduğunda, belki de İsfahan kerhanelerinde geçirdiği gecelerin gavurluğundan olacak, ölüme karşı sadece ölümün şerbetli olduğunu düşündü Sefer. Ama anlatılan öykülerde ortak bir yan vardı ki karşı koymak olanaksızdı; tüm öyküler uzak ve ulu bir insandan söz ediyordu. Bir köylüsünün dediği gibi: Dağlar gibiydi o, hem efsunkâr ve görkemli hem de korkunç ve şefkatli. Oysa söndü sönecek bir gaz lambasının ölgün ışığında elinde Farsça bir Hâfız-ı Şirazî Divanı’yla otururken bunca görkemli görünmedi Sefer’e. Ancak yastıklara yaslanarak oturabilen yaşlı adama derin bir acıma ve korkunç bir saygıyla bakarken, elli yıldır köyün varlık sebebi olan adamın artık yumuşak ve zavallı bir et yığınına dönüştüğünü düşündü. Sonbahara, yengeç parçalarına ve ölü balığa bakarken boğazına yerleşen boğanağın nedensiz ziyaretine şaşırdı. Bir an, çürüyüp bozulan, çöken kendisiymiş gibi üzüldü; kemiklerinin ta içlerinde ince bir sızı alıp başını yürüyor gibi oldu. Yine de Kâlba Celil’in uzattığı tabancayı hiç duraksamadan aldı ve ertesi günden itibaren onu korumaya geleceğine söz verdi. Yaşlı adamın bunu teklif ederkenki utancının ayrımına vardığında kendi utancını gizleyecek yer bulamadı; aceleyle ayrıldı oradan.

Evine gidip uyudu ve tüm geceyi neye yoracağını bilmediği düşlerle geçirdi. Düşlerin hepsi aynı şekilde sonuçlanıyordu. Ne oluyorsa oluyor, tüm köylüler -özellikle de onu en çok sevenler- Kâlba Celil’in göğsüne çöküyorlardı karalar, karanlıklar içinde. Ve Sefer onun ağzını açıp kapayarak yardım istemeye çalıştığını ama hiç sesinin çıkmadığını görüyordu her seferinde. Düşün egemen sessizliğine rağmen derinden, tok bir davul sesi duyuluyordu. O kıpırtılı dudaklardan çıkamayan tüm sözcükleri açıkça duyduğunu anladığında ilk ayrımsadığı ağır ve yapışkan bir tıkacın kendi sesini de kestiğiydi. Ter içinde uyandığında uzun süredir soluk alamamış gibi, son birkaç saati hiç yaşamamış gibi hissetti. Gün ışımak üzereydi ama yataktan kalkmadı ve öğlene kadar sancılı bir kararsızlık ve nedensiz bir vicdan ağrısıyla kıvrandı.

Akşamüstü onu Kâlba Celil’in evine doğru giderken görenler, perişan hâlini bildik bulmadılar ama yine de anlayışla, anlamlı bir şekilde kafa salladılar. Yaşlı adamın evine varır varmaz iç merdivenden çatıya çıktı. Kâlba Celil yüzükoyun uzanmış, tüfeği gene elinde, uzaklara doğru bakıyordu. Sesi gene ürkek, hatta biraz korkakçaydı ama Sefer artık üzüntüden ve acımadan uzak duracak kadar temkinliydi. Karşılıklı bir-iki cümleden sonra adam tüfeğini alıp bitkin bir yürüyüşle aşağı indi. Biraz önce onun uzandığı çulun üstüne yatıp uzakları gözleme sırası Sefer’e geçmişti.

Gece, çok uzaklarda yanıp sönen birkaç ışık ve kederli çakal ulumaları dışında sessiz geçti. Fazlasıyla sessiz. Ortalık ağarmaya başlayıncaya kadar kıpırdamadan, elinde tabanca nöbet tuttu Sefer. Güneş doğunca aniden ayağa fırladı, evin içine inen merdivenlerden usulca indi. Kâlba Celil’in odasına süzüldü. Üstünden kaymış bir battaniyeyle uyuyan adamın yaşlı, düzensiz solumalarını duyacak kadar yakına sokuldu. Bir an için dönüp gitmek ister gibi bir hareket yaptı, sonra kararlı bir şekilde kuşağının arasından Kafkas işi ince kamasını çıkarıp sırtüstü yatan Kâlba Celil’in kalbine sapladı. Tüm bedeniyle sarsılan adamın dehşetle açılan gözlerini görünceye kadar odada kaldı, sonra kamasını da orada bırakıp hızla dışarı çıktı.

Dışarıda güneş, hiç kuşkusuz soluk bir sonbahar güneşiydi. Sefer güneşe bakıp mutlu ve huzurlu olmak istedi ama bu ağlamasını durduramadı. Sakinleşmek için ya da gerçekten mutlu olduğundan, ıslık çalmak istedi, buna da kurumuş dudakları ve gözünün önünden gitmeyen balık ölüsü izin vermedi. Evine vardığında kimseyi uyandırmamaya çalışarak işlemeli bir keseyle duvara asılı Kuranı Kerim’i indirdi. Önemli olayların gerçekleştiği ve iki çocuğunun doğduğu tarihleri düştüğü en arkadaki boş sayfayı açtı ve sağdan sola doğru, elleri titreyerek şunları yazdı:

Bugün, hicri 1332, Muharrem ayının 22.günü. Babam öldü. Allah rahmet eylesin.  

Tabancayı şakağına dayayıp tetiği çekmeden önce son bir şeyler yapmak istedi. Sayfanın arkasını çevirip önce her şeyin nedeni ve sonucu olarak gördüğü sözcüğü yazdı, altına da olanları…

 

1. Şenel, Pınar (2017), Yücel Balku ile Söyleşi, Alıntı kaynağı: Sükût Ayyuka Çıkar-Bitmemiş Külliyat, İstanbul: Can Yayını, s.453-454.

2. Gülsoy, Murat (2017), Film Koptu, Alıntı kaynağı: Sükût Ayyuka Çıkar-Bitmemiş Külliyat, İstanbul: Can Yayını, s. 473-474.

3.  Balku, Yücel (2022), Goncanın Üçüncü Günü, İstanbul: Ketebe Yayını, s.47-51.


Zekeriya Şimşek

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page