Zekeriya Şimşek Yazdı- “Hikâyeci Doktor”un Öykü Bahçesi: Fikret Ürgüp
- İshakEdebiyat

- 23 Eki
- 4 dakikada okunur
“Gazetedeki ölüm duyurusunda (Cumhuriyet, 9 Mart 1977) birkaç akrabasının adları, yakınlık dereceleri sıralanıyor, sonra da ‘Dr. Fikret Ürgüp bu dünyadan kurtuldu. Cenazesi 9 Mart 1977 Çarşamba günü ikindi namazı kılındıktan sonra Çengelköy’deki aile mezarlığında huzura kavuşacaktır’ deniliyordu. Kim yazdıysa (yoksa çok önceden kendi vasiyeti miydi?) ne kadar yalın ve içten bir gerçeği dile getirmişti. Sanatçı kişiliğini bilenler için zaten gereksizdi hikâyeci olduğunu belirtmek; bilmeyenler içinse, artık bundan sonra hatırlatmak gereksizdi.” Alıntı Behçet Necatigil’e ait. (1)
Hayatın cümlesi, kaç cümleden ibarettir ki!

1914, 23 Mayıs İstanbul/Suadiye doğumlu. Gümrük Müdürü Hüseyin Hayri Bey ile ilk eşi evliliğinin on beşinci gününde intihar eden, mutsuz bir anne Zeynep Melike Hanım’ın oğulları. Üç kardeştiler. Erenköy’de kocaman bir köşkte geçen çocukluk…
1940, Galatasaray Lisesi sonrası İstanbul Tıp’dan mezun olur.
1946, Enver Paşa’nın kızı Dr. Mahpeyker Enver (1917-2000) ile evlenirler. Sarı-ela gözlü, kumral, güzel ve mesafeli bir kadındır “Hanım Sultan”. Ortaköy’de Enver Paşa Köşkü yılları…
1948, oğulları Hasan dünyaya gelir. (1989, intihar eder.)
1950, ilk resim sergisini açar.
1952, ilk öyküsü Yeditepe dergisinde yayımlanır: “Balık Karaya Vurdu”
1954-1959, eşiyle birlikte Amerika’da psikiyatri ihtisası yaparlar: “Amerika’da bizim bildiğimiz uzun yumuşak, çekirdeksiz mor patlıcan yetişmiyor. Onun için imambayıldı, patlıcan dolması yapılmıyor. Belki de böylesi daha hayırlı. İnsan karışık hazırlaması güç yemeklerden kurtulmuş oluyor.” (2)
1954, 11 Mayıs yaşamında bir dönemin kapanışıdır: Sait Faik’in ölümü. Hem yakın arkadaşıdır hem de doktoru: “…Şimdi o gitti, ben kaldım. Doğru dürüst konuşabildiğim, anlaşabildiğim beş altı insandan biri eksildi. Bana, onun yerine duvarlarla konuşmak kaldı. Kendi ölümümü düşünmek kaldı… Sait hepimiz için vardı. Yaşamanın büyüsünü yakalamıştı ve bizi sürüklerdi o büyünün içine. Yaşamak onun için seviyle başlar sevgiyle biterdi… Ne olacak şimdi? Kim anlatacak size, kim ispat edecek yaşamanın fiziksel lezzetini? O gittikten sonra?”

1959, İngiltere Mabledan Hospital Dortfora Kent Akıl Hastanesi’nde başhekim yardımcısı.
1962, Türkiye’ye dönüş. Beyoğlu’nda muayenehane açar, bir ilaç firmasında danışmanlık yapar.
1964, konusunda Türkiye’deki ilk özgün örnek olan “Şizofreni” bilimsel monografisi yayımlanır.
1966, ilk öykü kitabı: “Van”.
1968, ikinci öykü kitabı: “Kısa Lodos Hikâyeleri” İki öykü kitabını da kendi imkânlarıyla (İstanbul Matbaası) bastırır. Ve “saray hayatı”nı taşıyamaz eşiyle boşanırlar.
Resim sergileri açar… Orhan Veli (ö.1950), Cahit Sıtkı (ö.1956), Asaf Halet Çelebi (ö.1958), Ahmet Hamdi Tanpınar (ö.1962), Fikret Muallâ (ö.1967), Cihat Irgat (ö.1971), Mina Urgan, Nejat Sander, Özdemir Asaf, Cihat Burak ve Leyla Erbil; Sait Faik’in ölümüyle başlayan süreçte yakın arkadaşlarını peşi sıra kaybetmek onu çok yorar. Tanpınar’ın ölümü gibi: “Son üç yıldır yaz aylarında İstanbul’a geldikçe, Hamdi’nin evine götüren merdivenli yokuşları inip çıkmıştım. Onun odasını en sevdiğim insanların kokularıyla hatırlıyorum. Oraya her gidişimde, rahatlamış olarak dönerdim. Rahatlamış ve gözlerimi açmış. Hamdi’yi, onun ve Edgar Poe’nun tanıdıklarını Azrail alıp götürdü aramızdan. Bizler, geride kalanlar kaybettik… Ben Hamdi’nin gerçekten öldüğünü Süleymaniye’nin avlusunda cenaze namazını beklerken hissettim.”
Boşanma sonrası bohem yaşamının özeti; “İçki, dans, resim”dir. Kadınlar, depresyonlar, yalnızlıklar ve alkol… Bu süreçte, oğlunun sorunlu hayatı ve ondan uzak durmasıyla artan düzensiz ve dengesiz yaşamı yıkımını hızlandırır. Ece Ayhan’ın atfettiği “marjinallik” tanımının tam ortasındadır artık.(3) Ahmet Oktay’ın ifadesiyle de kendi rutinliğinin, ortalamalığının anti-tezini yazan bir adam…(4) Sevdiklerinin çabalarıyla götürüldüğü Çapa, Guraba ve Bakırköy’de sonuçsuz alkol tedavileri…
1976, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne yatış.
1977, 6 Mart günü ürperti dağıtıcısı bir hastane odasında yalnızlıklar içinde tükettiği günlerin birinde vefat eder. Levent Yılmaz’ın tespitiyle kendi hayatını kurtaramaz.(5) Yüksek miktarda tutku ve istek, yüksek miktarda alkol, yüksek rakımlı gece yaşamı, peşinden sürüklendiği kadınlar, oğluyla sancılı ilişkisi, eksilen dostlar; derin bir melankoli, sıkışmış bir ruh, ayrıksı bir kişilik!
Fikret Ürgüp, yazdığı dönemden bugüne göz ardı edilmiş, öyküleri üzerine pek söz söylenmemiş edebî bir kayıptır. 1950’li yıllar, Türkiye’nin siyasal, sosyal ve toplumsal değişiminin yoğun ve en sancılı yılları... 1950 kuşağı bağlamında geleneksel edebiyattan kopuş, dilde ve anlatımda yeni anlatım tekniklerine yönelme söz konusudur.
Elli beş öykülük bir külliyatın sahibi olarak Fikret Ürgüp, küçük arkadaş çevresi dışına taşamaz; bu konuda Behçet Necatigil’den tavsiye ister. 1990’ların başında Levent Yılmaz’ın yoğun çabası olmasaydı belki de hepten unutulup gidecektir. Oysa ki Fikret Ürgüp, edebiyatımızın en sıradışı figürlerinden biri; öykücü, şair, denemeci, ressam, psikiyatr. Sait Faik’in dostu ve doktoru, Tanpınar’ın “Doktor Fikret”i. “Ekşi sözlük”te biri hakkında şöyle yazmış; “Öykü okumaya başladıysanız yolunuz bir noktada kendisiyle kesişecektir. O zaman hazinenin aslında edebiyatın derinliklerinde olduğunu anlayacaksınız.”(6)

Öykülerinde sıklıkla işlediği temalar; kadın, cinsellik, rüyâlar/hayâller ve korku duygusu. Gerçek hayatta başına gelmesinden ya da yaşamaktan korktuğu şeyler rüyâlarının demirbaşıdır. Burada mesleğinin getirisini göz ardı etmemek gerekir.
Bir tadımlık (7): “Bez Getirin Cafer’e”
“Güzel kız adama göz koymuş. Ne olursa olsun ondan bir çocuk doğuracak. İkisi de çaresiz yatağa düşüyorlar. Bir oğlan doğuyor. Ot yok, ocak yok. Annesi adını Ahmet koymak istiyor. Babası, bu çıkmaz oyuna bir son vermek için, çocuklarının adına “A”dan başlamak istemiyor; alfabenin sonuncu harfiyle “Z”li bir isim buluyor, “Zeynel” diyor. Üstelik Zeynel çalışkan, gayretli bir çocuk olabilir. Oda soğuk, soba yok… Yatakta ısınıyorlar. Karı koca kendilerini tutamıyor, sevişiyorlar. Bir dokuz ay sonra ikinci çocuk. Baba adını “Ziver” koyuyor. Ziver ona çocukluğundaki bayram yerlerinde kaydığı tel kazıkları hatırlatıyor, nedense. Üçüncü gebelikte kadının karnı yatık. Kız doğacak diyorlar, oğlan çıkıyor. İnce yapılı, pespembe, gül gibi oğlan. Baba, adını “Zülfikar” koyuyor. Zülfikar adı yeni doğana yakışıyor, çünkü ne kız ne de oğlan gibi. Üç oğlanı karyolaya yatırıyorlar, koyun koyuna. İkisi döşeme üzerine serili tek yatakta birbirine sarıldıkça sanki ilk defa gibi sevişmeye başlıyorlar.
Dördüncü oğlana isim bulmak kolay olmuyor. “Ziya” olsa ilerisi için kötü; sevinç gibi bir şey, hani sonu gelmesin, diye, “Zeki”, “Ziyat”, “Zinnur” filan da kendine güvenircesine, parlak isimler. Çocukların babası, baştan beri bu kötü oyuna düşman. Ve sonuncu oğlana “Zıttı Kadim” diyor ki onca manası ayağa çelme atmak, erkekliği kurutmak, tabiata karşı koymak, kendine küfür etmek gibi bir şey.
Ve iş işten geçiyor. Karı koca bir daha sevişemiyorlar. Aynı yer yatağında, biri bir uçta, biri öteki uçta buz kesiyor, uyuyamıyorlar.”
Zekeriya Şimşek
1. Ürgüp, Fikret (2018), Çivili Sandıklar (Haz. S.Sönmez-H.Soygör), İstanbul: Everest Yayını, s.9.
2. Anı alıntıları için: Ürgüp, Fikret (2000), Dosdoğru Günlük (Haz. M.Vardar-L.Yılmaz) İstanbul: YKY Yayını.
3. Ayhan, Ece (2016), Şiirin Bir Bakır Çağı, İstanbul: YKY Yayını, s.66-68.
4. Oktay, Ahmet (1991), Gizli Çekmece, İstanbul: Doğan Kitap, s.120 ve 145.
5. Ürgüp, Fikret (2000), a.g.e. s.11.
6. Fikret Ürgüp maddesi, eksisözlük.com, s.3, erişim tarihi: 24 Ağustos 2025.
7. Ürgüp, Fikret (2018), a.g.e., s.93-94.




Yorumlar