Ferhat büyük bir merakla karıncaları takip ediyordu sürünerek. Yuvaya girip çıkanları saymaya çalışıyor, yoruluncaya kadar saydıktan sonra da üstündeki tozlarla kalkıp gidiyordu. Ekmek kırıntılarını yuvalarının önünde bırakıp seyre dalıyordu onları. Çok merak ediyordu yuvalarını. Tünel gibi olan bu yuvayı nasıl yaptıklarını, ne kadar yerin altında olduklarını, taşıdıkları yiyeceklerini nasıl depoladıklarını düşünüp duruyordu. Bir gün bu merakını yenemeyip evden getirdiği çakıyla yuvalarını büyük bir sabırla saatlerce özene bezene bir arkeolog gibi kazıdı. Nihayet sonunu getirmişti. Dayısının Almanya’dan getirdiği mercekle görmeye çalışıyordu yuvalarını.
Bir karınca kolonisini dağıtmıştı ama kısmen de olsa merakını gidermişti. Fakat asıl merakı karıncaları inceledikten sonra başladı. Karıncalar birbirlerini ezmeden bütün yaz yiyecek toplayıp kavgasız gürültüsüz koca bir kışı geçiriyor da insanlar bunu neden yapamıyordu? Sürekli bunu düşünüyor, imreniyor ama cevabını bulamıyordu. Zaman zaman da karınca olmak istiyordu.
…
Ferhat yukarı çıktığında üstüne toprak yapışmıştı.Tıpkı karıncaları takip ederken üstünü kirlettiği gibi. Azar işitirdi annesinden her seferinde. Şimdi görse kızar mıydı ona acaba üstünü kirletti diye...
Başını yukarı kaldırdığında Dolunay, Büyükayı, Küçükayı ve irili ufaklı yıldızlar ona göz kırpıyorlardı. Bitap düşmüştü. Derin bir nefes aldı. Geride onu bekleyen kalmamıştı. Ondan önce çıkanlar alınan karar üzerine ayrı ayrı yönlere geriye bakmadan gitmişlerdi. Çok çabuk olması gerektiğini düşündü sonra. Hızla ama sessiz, tazı gibi koşmaya başladı. Tam hızını almışken etrafta dolanan ışık bir anda üstüne düştü. Kendini yere atıp sürünmeye başladı. Dur sesi ile birlikte mermiler sağına soluna düşüyordu.
“Dur, kaçma. Dur…”
…
Zemheri ayazı. Gecenin aydınlığa dönmeden önceki son karanlık. Şehir en derin uykusunda. Varoş bir sokakta incin top oynarken bir elinde kova diğer elinde fırça sessiz ve ürkek adımlarla gündüz belirlenen evin yanında durdu Ferhat ve arkadaşları. Köşe taşlarıyla bütünleşmiş yoldaşları onları beklerken birkaç hamlede yazılar duvara ilişiverdi. Kimseler görmeden iş bu kez kolay bitmişti. Uzaktan yazılanlara bakıldı. Çok güzel olmuş diyerek arkadaşlarıyla deli fişek gibi oradan uzaklaştılar.
Bazı aksaklıklar ve aksiliklere rağmen uğruna vuruştukları, inandıkları yaşam yakındaydı. Kolay bir yol değildi tabii ama olmalıydı, olacaktı. Bu uğurda her şeyi kendisi ve arkadaşları göze almışlardı. Ölümü bile.
Dur sesleri, silah sesleri ardı ardına yankılanıyordu gecenin, ıssızlığın, yaşamın karanlığında. Zaten durdurulmuş bir hayatın içindeyken dur diye bağırmaları geri götürür müydü? Bu kadar kolay mıydı başkalarının hayatını durdurmak?
…
Sonbahar; yalnızların hüznü, ağaçların yaprak dökümü, kışın ayak sesleri, birçok canlının yeni hayatı, başka canlıların ölümü, aşka çağrıydı belki ama bu kez postal sesleri ve yasaklara çağrıyı da beraberinde getirmişti. El birliğiyle evde toplanan kitaplar banyo sobalarını çatırdatıyordu. Gözler pencerede, kulaklar kapıda asılı kalmıştı. Bir gün, iki gün, üç gün ve beklenen ayak sesleri kapıdaydı. O; biricik oğul, ağabey, kardeş ve sevgiliydi. Sonra da yüzlerce hükümlüden biri.
Hazan mevsimi son yapraklarını yerde bırakırken, ilkbaharlarını yaşayan gençler sararıp soluyorlardı içerde. Yaprak dökümü sonbaharda başlamış, ilk gençliğini yaşayanları da alıp götürmüştü kış mevsimine.
Karıncalar yuvadaydılar artık.
Gökyüzü küçülmüş volta atılan avlu kadardı artık. Aradaki maviliği bozan bembeyaz bulutlarla kurulan hayaller, kâh özgürlük, kâh çocukluk, yitirilen gençlik, özlenen çocuklar oluyordu gökyüzünde. Her adımda bunlara ulaşmanın daha yakınlaştığı düşünülür, adımlar koşarcasına atılırdı. Ama burada saniyeler, dakikalar saat akrebi gibi ağır işliyordu. Zaman hep akrepti aslında. Burada vakit ne voltalarla, ne kitap okumayla, ne de yıldızları saymakla geçmiyordu belki de geçmeyecekti. Aynı koğuştan, aynı davadan arkadaşlar çareler arıyorlardı, gizlice, sessizce. İki volta arasında özgürlük, dört duvar arasında kaçış planları yapılıyordu. Gidecek olanlar, içeride kalacaklar, sevdaları özgürlük olanlar…
Mapushane uykudaydı. Asker, gözetleme kulesinde ıssız gecelerin sessiz saatlerinde, karanlığın ay ve yıldızlarla söyleştiği zamanlarda tezkere hayalleri kurarken, mahkumlar dört duvar arasında, karınca kararınca özgürlük yolu açıyorlardı kendilerine. Özgürlüğe kaşık sallıyorlardı neredeyse her akşam. Kim bilir, kaşığın dili olsa ona verilen bu görevden gurur duyardı belki de.
“Herkes sayıma. Çabuk olun. Saat kaç oldu hala uykuda mısınız? Hemen dışarı.”
…
Üstünü silkeledi. Tuvalette hızla kıyafetini değiştirip kendini dışarı attı. Bu sırada ayağı tökezleyip yere düştü. Koğuştan çıkarken sonuncu kişi olarak sırasına girdi. Sayı tamamdı, yirmi. Şimdilik belayı atlatmışlardı.
Güneş bütün sarılığını avuç ayası büyüklüğündeki avluya bırakmıştı. Üç beş kişi volta atıyor, kimi duvara dayanmış tütün çekiyor, kimileri çömelmiş sohbet ediyorlardı. Martıların çığlıkları mapushane avlusunu doldururken tutsaklığın çığlıkları yürekleri yakıyordu.
Sohbetler kâh dışarıdaki hayattan, kâh içerideki yaşamdan uzayıp gidiyordu.
“Dışarı çıkınca ilk işim annemi görmek,” diyordu Ferhat.
“Ben de ilk olarak İstanbul’a gideceğim. Denize koşup onu kollarım yoruluncaya kucaklayacağım. Güneşi doğuşundan batışına dek izleyip son kızıllığını avucumda tutacağım ve yedi tepeye sırtımı vereceğim.”
“Ne oluyorsunuz arkadaşlar? Bakalım buradan kurtulabilecek miyiz? Nedir bu kızıllıklar, mavilikler, dağlar tepeler, dereyi görmeden paçaları sıvamalar. Bu kadar kolay mı ulan bunları yakalamak? Siz önce askere yakalanmamaya çalışın.”
“Havalandırma bitti, herkes koğuşlara.”
Zalimdi kör duvarlar, durduğu yerde insanın ömrünü bitirirdi. İki koşu, birkaç çınar, ufuk çizgisinin bittiği yeri görebilmek için bir günlük özgürlük bile yetebilirdi belki. Salt bunun için değil miydi ölümü göze alarak yaşamak.
Aksilik çıkmazsa günler sayılıydı artık. Rüzgârı, denizi, hayatı yakalamaya az kalmıştı. Karıncalarla birlikte toprak yüzeyine çıkacaklardı. Tüm hesaplar yapılmış, ilk ve son çıkacak kişiler belirlenmişti. Tünelden dışarı çıkan ardına bakmadan uzaklaşacaktı. Kaçış tüneli tamamlanmış, mahpusluğun son gecesi de gelip çatmıştı. Bütün koğuş toplanmış, yüzler, yürekler kederlenmişti. Hüzün ve sevinç bir arada yaşanıyordu.
“Ferhat, şu sazına bir düzen ver de bu akşam herkes kendi türküsünü okusun.”
Bir çocuk gibi korunan, rengi sararmış, çok çalmaktan gövdesi ve perdeleri kirlenmiş bağlama, duvardan indirilirken önce öpüldü, akort edildi ve ilk türkü hep birlikte söylendi. “Geçti dost kervanım eyleme beni.” Bakıştılar, söyleştiler, şiirler okudular. Önlerinde bilinmez bir gelecek, sonsuz bir heyecan vardı.
…
“Dur kaçma. Dur…”
Şükran Alp
Kaleminize sağlık,çok güzel anlatmışsınız,👏👏