top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Şenay Şentürk- Kızıl Şaryo

Bütün gece boş beyaz kâğıtlara bakarak oturdum. İçimdekilerden birinin boş beyaz sayfalardan, boş beyaz duvarlardan bir anda fırlayıp bir adım öne çıkmasını boşuna bekledim. Bu gece o gecelerden biri değildi. Çekincesiz, bodoslama içine daldığım insan yaşamları da yüz vermeyeceklerdi bana. Kelimeler ancak onları çağırmaktan vazgeçtiğim zaman gelirlerdi.

Ne içerden, ne dışardan umut kalmadığını anladığımda, günün ilk ışıkları perdelerin arasındaki ince boşluktan yüz bulup, odama sızmaya çalışıyordu. Artık taşıyamadığım uykusuz bedenimin ağırlığını sırtlanıp, izmarit dolu küllükleri yükünden kurtardım. Sade kahvemle azaltmam gerektiğini bilerek günün ilk cılız aydınlığında balkonda bir sigara daha yaktım.

Bütün gecenin yükünü gözaltlarımda taşıyordum sanki. Kirpiklerimin her dokunuşunda iki küçük balon aşağı yukarı oynayıp duruyordu. Kahveyi falan bırakıp, yalnızlıktan içi geçmiş, yıllara meydan okuyamamış bir hiçlikle dolu buzdolabımı açtım, son kalan iki buz parçasını buz kabından çıkarmak için tezgaha vurmaya başladım. Gün ışığı daha pervasız yansıyordu tezgaha, oradan yansıyan ışınlar gözlerimi kamaştırmaya başlamıştı. Buzlar paramparça tezgaha saçılırken, sulanan gözlerim ahşap mutfak masasının üstüne yapışıp kalmış, dikkatli bakınca dikdörtgen olduğunu farkettiğim ize takıldı. .

Önce emin olamadım. Gün ışığı, sarkmış göz torbalarım, tezgaha saçılmış onlarca buz parçasının birleşip mutfağımda, bu taşlaşmış sessizliğin içinde -ki bu sessizliği buz parçaları bozmuştu- kendilerini eğlemek için kurdukları bir oyun sandım. Pencereye yaklaşıp ışığını kesince iz koyulaştı, parmaklarımı üstünde gezdirdikçe netleşti. Ancak o zaman kafamın içinde önceden çekilmiş bir filmin perdeye yansıması gibi hatırladım rüyamı.

Burada, bu masada bir kadın dirseklerini masaya dayamış, yazıyor yazıyordu. Çıkan sesler kulağımda çan gibi titreşirken, parmakları tuşların üzerinde on parmak bir yarışa tutuşmuştu sanki. Çelik mavi gözleri yazdıkça şaryoyla birlikte sağa kayıyor, sağ eliyle vurunca yeniden başa saran şaryonun izini takibe devam ediyordu. Bu pek tanıdık gelmeyen parçalı devinimlere ince bir sızı gibi titreşen vuruş namelerini de katan zihnim, düşünü bütünlediğinde, ince uzun parmaklar altında, yazana değil yazdırana bakın der gibi kırıtan kırmızı daktiloyu görmüştü.

Bütün gece önümde şeffaf bir perdenin ardında dalgalanarak dans eden seçemediğim kelimeler, ard arda şimşek gibi iniyordu sarı saman kâğıtlara. Beyaz A4’leri düşününce, bu sarı sıcak, içinde varoluşunun sebebini taşıyan, unutmayan vefalı kâğıtların cezbine kaptırmıştım kendimi. Gözlerim yeniden kamaşmaya başladı. Satırlar birbiri içine akıyor, şaryo durmadan başa sarıyor, derken artık yazarın da yerinde olmadığını görüyordum.

Aniden sert bir darbeyle havalandım. Düşümün içinden fırlatılıp yere serildim. Tezgahtan yere dökülen buz parçalarının üstünde düşmemek için dolap kapaklarına tutunarak zar zor kalktım. Yatak odasına koştum. Darmadağınık saçlarımın üstüne ilk bulduğum şeyleri giyip dışarı fırladım. İlk gördüğüm kırtasiyeye girdiğimde, tezgahın arkasında duran adamın endişeli bakışlarının gözetiminde, saçlarımı ellerimle düzeltmeye çalıştım. Üstüne bir top sarı saman kâğıt isteyince delirdiğimi düşündüğüne eminim. İstediğimi alamadığım, hayatımın izahı sıradan bir hayal kırıklığı adamın kara gözlerinde kıpırdandı. Bu tekinsiz kadına daha fazla maruz kalmak istemediği için sıradaki müşteriye ne istediğini sorunca dizginlemeye çalıştığım kalp ritmim ve müstesna hayal kırıklığımla çıkıp uzaklaştım dükkandan. Hızlı başlayan adımlarımı çabucak yavaşlattım, beynimi iki yandan sıkıştıran tokamı çıkarıp cebime attım. Bir an aklıma Cağaloğlu’na inmek düşünce -ancak orada bulurdum bu kâğıtlardan- eprişim heyecanım yeniden bedenimi ele geçirir gibi bir ürpertiyle büzüşürken altımda dizleri çıkmış gri eşofmanımla göz göze gelince yeniden bu sefer daha hızlı adımlarla eve doğru yürümeye başladım.

Zamanın dişlileri ileri sarmaya başladıkça -kafein etkisi- uyku fakiri zihnim yeniden berraklaştı. Hemen cep telefonumu elime aldım. İnternetin bizi bilgiden çok nesnelere bağlı kılmasına ilk kez keyiflendim. Sarı kâğıtlardan üç top sipariş ettim. Onları buruşturup atma ihtimalini aklıma getirmiyordum. Kelimeler çöldeki kum taneleri gibi avucumdan akabilirdi, sözcükler akışkandı ne de olsa, aramız da iyi değildi bu sıralar ama sıkıca yumruğumu sıktığımda elimde kalanların çıtırtılı gürültüsü şimdiden parmaklarımı kamaştırıyordu.

Aşırı kafein yüklemesiyle bütünlediğim bedenime birkaç saat rutin işlerini sıralattım. En son iki ay önce yazmaya başladığım, benden saklanan sözcüklerin inine ulaşamadığım için bir türlü bitiremediğim öykümü yeniden okudum. Bilgisayar ekranına yansıyan gri görüntümle masaya dirseklerimi koyup tuşlara birkaç vuruş yaptım. Düşümün mahçup izleyicisi olmaktan öteye geçemeyince yazdıklarımı sildim. Sızı karnımda genişledikçe, mutsuzluğumun yegane kaynağı olan daha önce de yüzlerce bela okuduğum kelimelere ağır küfürlü cümleler kurdum. Birkaç telefon görüşmesi yaptım. Lüzumsuz gördüğüm bir arkadaş toplantısını erteledim.

Artık göz kapaklarım hiçbir mazereti kabul edecek durumda değildi. Koltuğa uzandım. Düşümü yeniden misafir koltuğunda izlemeye başladım. Vuruşlar aynı ahenkle kulağımda yankılanırken, dalgalı şeffaf perde aralanmıştı. Kadının kırmızı ojeli parmakları tuşların üzerinde dalgalanıyordu. Birbiri içine geçmiş harfler dans ederek birbirinden ayrılırken ilk kelime kendini toparladı. Okuyabiliyordum işte. Gevşek bir huzur şakaklarımı ovmaya başladı. Daireler çizerek sanki uzun zamandır beynime saplanmış paslı bir ağrıyı söküp alıyordu içeriden. Yazanın, yazamama enfeksiyonu diyordum ona. Her öyküden sonra, yeniden nükseden kronik bir mikrop, beyin hücrelerimde hızla yayılarak ele geçiriyordu sözcükler evimi ve saplandığı yerden bu sefer etimi kanırtmadan çıkıyordu.

“Kızıl” ilk kelime zihnime kazındı. İkincisi bekletmedi. “Kızıl Şaryo” yazıyordu. Kadın ne olduysa yeniden aceleci bir hırsa kapıldı. Yazdıklarını takip etme telaşıyla ayağa kalktım, arkasına konuşlandım. Birbirini tekrar eden kızıl şaryoları gördüm. Satırlarca yazıyor, yazdıkça başa sarıyordu.

Gözlerim yorgunlukla aralandığında ağzımda tuz tadı vardı. Sanki koca bir denizi içip bitirmiştim, öyle bir susuzluk. Zaman kendini nereye eğip büktü bilmiyordum. O kadar uzun bir uykudan uyanmış uzuvlarım, millerce düş gezmiş, metrelerce yokuş çıkmış, öyle yorgundu. Zil çalmıyor olsa, kim bilir daha kaç satır, kaç deniz içecektim de zilime dalmış kuş öttükçe ben bir eşikten öbürüne atlıyordum. Uyanmalıyım, kapı çalıyor diye diye kavradım yorgun, çizgileri belirsiz beşeri bir haritanın ölçeği gibi küçüldükçe büzülmüş bedenimi.

Kargocu usanmış, oflayıp puflayarak elime tutuşturdu, koca bir ağaç kütüğünü alır gibi dirseklerimi altına geçirdim paketlerin. Değerli bir hazineyi taşıdığımdan emin, yanlış bir hareket yaparsam kırılıvereceklermiş gibi dikkatlice yazı masamın üstüne taşıdım. Taşıdığım kâğıttan çok sözcüklerdi, birleşip kavuşacak cümlelerin etekleri zil çalıyordu koynumda. Ya da ben öyle olmasını umuyordum. Kendi katılığımın hala canlı gibi duran saman kâğıtlarda tel tel çözüldüğünü, kendine akacak yeni nehirler bulduğunu, göremesem de ne olursa olsun bir denizin ufukta her zaman varolduğunu bildiğim İstanbul gibi, bu ifade biçimini alarak, içimde biriken ağıtların ellerimden, parmak uçlarımdan akacağını hatmediyordum.

Bir kadın çizdim ilk sayfaya. Elmacık kemikleri inadına çıkıktı. Dudaklarını maviye boyadım, sımsıkı kilitliydi, konuşmamaya yeminler etmiş gibi. Birkaç kelime yazdım, küsmüşler gibi sırtları birbirine dönüktü. Kızıl Şaryo yazmaya başladığımın farkına vardığımda yapraklar birbiri üstüne yığınlar oluşturmaya başlamıştı. Olmayacağını anladığımda merdivenleri iniyordum, elimde koca bir su şişesiyle. İçerek birkaç cadde aştım. Balık kokularıyla Sirkeci’ye ulaştım.

Sirkeci, antik Strategion. Roma’dan öncesi, Bizans’ta İstanbul’un çekirdeği, Konstantinopolis’in başlangıcı. Koca meydan o zaman. Ben de yine kendimin yeni bir başlangıcında, kendi öykümün meydanından geçiyordum. Kurumuş çekirdeğimin kabukları dökülüyordu kat kat, özüme doğru garip bir yolculuk yapıyordum. Cağaloğlu yokuşunu tırmanırken gördüm, artık antika sayılan, bence hepsinin öyküleri kalbinde duran daktiloları, hala çektikleri varoluş sancılarını. Her vuruşun metal bir gergefi havalandırırken havaya karışan, bir Temmuz günü buharını silmişmidir Sabahattin Ali gözlüklerinin camından beyaz gömleğinin eteklerine diye düşünmüştüm, “Varlık” için bir öykü daha yazarken.

Kirli bir camın ardında gördüğümde hemen tanıdım onu. Kırmızı, mağrur ve üstünde taşımaya alışkın olduğu, artık kuruduğu için eski şaşası da kalmamış kavruk bir keder vardı. Özgürlüğünün hangi yeni bir elde yitirileceğinin telaşı mıydı bilmiyordum. Çıngırak sesiyle cilasız parkelerine adım attım dükkanın. Uzun, tozlu bir kazının son vuruşunu yaparak, nicedir bildiğim, avucuma almak için günlerimi harcadığım değerli geçmişimin ganimetiyle göz göze gelmiştim. Pazarlık çetindi. Parmak uçlarımı harflerin üstünde sıradan gezdirirken, ele vermiştim, hapsedemediğim, diğer insanlara göre verdiğim değerin fazlacasını. Hiç üstünde durmadım. Adam, iştahla daha önce kimlerin ona sahip olduğunu anlatıyordu -sanki bir daktiloya sahip olunabilirmiş gibi- ne kadar şanslı olduğumu, kırmızı bir daktilo bulduğum için, kızıl diye düzeltiyordum her seferinde. Kağıdı nasıl takacağımı anlatmaya başladığında, gittikçe uzayan bu seremoni canımı sıkmaya başlamıştı. Onu bir an önce ait olduğu yere koymazsam bir daha hiç yazamayacakmışım gibi geliyordu.

Daktiloyu kucakladığım gibi hayata çıkan kestirmeyi nasıl kolayca bulmuştum, el alışkanlığı ile kapıları açar gibi. Bakmadan, dokunmadan, sanki ayak sürmeden geçiyordum tozlu yolları. Eve vardığımda kapıyı açar açmaz, hayat dediğimiz şey peşim sıra arkamdan geliyordu. Kemiğimden, iliğimden paslı bir bıçakla sıyrılmış etim, her bir hücresiyle yeniden sarılıyordu öyküme. Masaya yerleştirince tek bir hareketiyle dünyayı geri çağırmıştı işte “Kızıl Şaryo” sadece bir öyküye alet olmadığını tüm aksamlarıyla haykırarak.


Şenay Şentürk

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page