top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Şeref Efe- Zaman Bekçisinin Son Günü

30 Kasım 2020 Pazartesi

Saat tam 15.30’daydı. Bu saatlerde Selma’yla büyük fincanlarda kahve içeriz. Sade Türk kahvesi ve yanında kuru incir, çikolata, hurma, badem gibi tatlı bir atıştırmalık. On beş dakika kadar süren bu kutsal seremoni sırasında telefona bakmak, kitap okumak, başka bir şeyle meşgul olmak zinhar yasaktır. Bu tür özel zamanlar icat edilmezse ilişkiler bir anlam kazanmaz.

Fakat Selma bugün saat tam 15.30’da aniden o kutsal ânın mehabetini bozuverdi. İlk yudumunu almak üzere gülümseyerek kahve fincanını ağzına götürmekteyken birden yüzüne acayip bir gerginlik oturdu, gözleri döndü, sağa sola delice bakışlar attı ve kahveyi hızla sehpaya bırakıp fırladı. Kahvenin dökülmesine bile aldırış etmiyordu ki bu bizim kutsal seremonimizi bozan üç büyük günahtan biriydi.

“N’oldu Selma?” dedim endişeyle. Bana cevap bile vermeden koltuğun üzerinden telefonunu aldı, hızlı hızlı karıştırmaya başladı. Aradığını bulamamıştı herhalde. O ürkütücü bakışıyla bana döndü.

“Dedenin bakıcısının telefonunu ver bana!” diye haykırdı. Hayret içinde ona bakıyordum. Benim kendime gelmemi beklemeden atıldı, masanın üzerindeki telefonumu aldı, desen şifremi bilmiyordu, fakat nasılsa tek denemede açtı, şaşkınlıktan ağzım açık kalmıştı, “N’apıyorsun?” diyebildim kısık bir sesle, bana hiç aldırış etmeden telefonu karıştırıp arama tuşuna bastı, gözlerini hâlâ delice etrafta gezdiriyordu ama hiçbir şey görmediğine yemin edebilirdim.

“Melike abla, Mecit dede yaşıyor mu?” diye sordu. Karşı taraftan bir cevap geldi ama ne söylediğini ayırt edemedim. Cevabı yarıda kesip aceleyle, “Konuşuyor mu?” diye sordu bu defa. Allahım, ne kadar kaba bir davranış!

Ben elimde kahve fincanı ile donup kalmış, hayatımın en büyük şoklarından birini yaşarken Selma telefonu koltuğun üzerine fırlattı, sonra koşarak odaya gitti, normalde en kısa seyahate bir saatten önce hazırlanamazken iki dakika sonra üzerine bir kaban geçirmiş, başına eğreti bir eşarp takmış olarak koridordan geçiyordu. Ardından sert bir kapı sesi geldi. Çıkıp gitmişti. Öyle kalakalmıştım. Neler oluyor? Acaba hafıza kaybına mı uğradı?

Telefonun sesi ile kendime geldim. Dedem arıyordu. Hâlâ elimde tutmakta olduğum fincanı bırakıp açtım hemen.

“Mecit baba? İyi misin?”

“İyiyim Şeref, merak etme,” dedi. Son zamanlarda hastaydı ama sesi iyi geliyordu şimdi. “Dinle!” diye ekledi sonra.

“Dinliyorum dede.”

“Oğlum, gelin evden çıktı mı biraz önce?”

Mahcup olmuştum. Selma’nın saygısızlığını nasıl kamufle edecektim? “Çıktı, herhalde acil bir işi vardı, o yüzden…”

Dedem sözümü kesti.

“Bi baksana silahı almış mı yanına?”

“Ne?”

“Senin tabancanı da almış mı yanına, bir bak!”

Selma ve benim tabanca. Bu o kadar absürt bir düşünceydi ki! Bir yandan pek anlamlı olmayan itiraz kelimeleri yuvarlarken bir taraftan da yürüyordum. Vestiyerin kapağını açtım ki ne göreyim? Küçük tabancamı koyduğum gizli çekmece açıktı ve bomboştu.

“Almış galiba,” diyebildim fısıltıyla.

“Hemen buraya gel oğlum, gelinden önce yetiş, yoksa beni vuracak,” dedi dedem ve kapattı telefonu.

Çok tuhaf bir yıl geçiriyorduk. 2020 yılı her türlü saçmalığın hayatımızı alt üst ettiği, keşke hiç yaşamasaydık, mümkünse doğrudan 2021’e atlasaydık dediğimiz bir yıl olmuştu. Fakat eşimin durduk yere, gülümseyerek kahvesini ağzına götürürken bir anda dedemi silahla vurmaya karar vermesi bu felaket yılına bile yakışmıyordu.

Ortadaki durumun mantıklı yahut mantıksız bir izahını yapamıyordum. Selma’yı telefonla aradıysam da ulaşamadım, telefonuna erişilemiyordu. Düşünmekle vakit kaybedemezdim. Hemen üzerime en kolaydaki pantolonu ve ceketi geçirdim, çekmecedeki yerinde cüzdanım yoktu, belli ki Selma almış, Maşukiye’ye gidebilmek için paraya ihtiyacı var, arabayı kullanamaz çünkü, fakat benim için para şart değil, arabanın anahtarını aldım ve koşarak çıktım.

Küçük arabamın deposunda yeteri kadar benzin vardı. Hız sınırlarının limitlerinde giderek, radar olmayan yerlerde daha da hızlanarak hiç durmadan yol aldım. Sapanca’da otoyol gişelerinden çıktığımda dedemi aradım. Selma henüz varmamıştı. Muhtemelen bir ATM’den para çekecekti, sonra taksi tutacaktı, fakat taksiyle çok hızlı gidemezdi, taksici yüz yirmiyi geçmezdi, yoksa hem ceza yerdi hem de çok yakardı, muhtemelen Selma’nın bulduğu taksi lpg’li bir araç olurdu, yolda durup gaz alması gerekirdi, tek başına bir kadının tanımadığı bir taksici ile yolculuk yapması da pek güvenli olmazdı, ya başına bir şey gelirse? Gerçi yanında tabanca vardı ama o tabanca ile kendini koruyabilir miydi? Küçük olmasına rağmen benim Beretta epey sert bir makinaydı, namluya kurşun vermek için sürgüsünü çekmek hatırı sayılır bir güç gerektirirdi. Silahı kuramazsa dedeme de bir zarar veremezdi. Hem niçin böyle bir şey yapsın? Bu işte kesin bir yanlışlık var, ama ne?

Telaşla dedemin evine girdiğimde ortamın gayet sakin olduğunu gördüm, rahat bir nefes aldım. Selma yoktu, bu alabildiğine sakin, yaşlı evde en küçük bir olağan dışılık hissedilmiyordu, hatta ortamın sıcaklığını saymazsak bir hayat belirtisi bile yoktu. Bakıcı gitmiş olmalıydı. Dedemin odasına girdim, ışığı açtım. Yatağında yatıyordu. Rahatsızlığından dolayı son bir haftadır yatağından pek kalkmadığını söylemişlerdi. Beni görünce eliyle işaret etti. Yanına vardım. Elini öptüm.

“Mecit baba, beni çok korkuttun, neler oluyor?” diye sordum nefes nefese.

“Şükür yetiştin, elhamdülillah!” dedi dedem. Sonra koridor tarafını işaret etti. “Oğlum, küçük odada dipte bir sandık var. Git o sandıktaki bohçayı getir, hadi!” Ben ayağa kalkınca, “Sakın açma, açmadan getir,” diye ikaz etti. İlahi dede, sandıktaki eskilere bunca titizlenmek niye?

Gittim sandıktaki peştamal bohçayı aldım getirdim. Dedem yatakta doğrulmuş, oturmuştu. Elini uzattı, pek ağır olmayan bohçayı kucağına koydum. Yatağın kenarına oturdum. Dedem, doksan üç yılın kurutup deriyle kaplı iskelete dönüştürdüğü parmaklarıyla açtı bohçayı. İçinde katlanmış kaban gibi bir giysi vardı. Onun katını açtığı zaman eski, siyahımsı küçük bir defter yahut kitap çıktı ortaya. Dört bir yanından bir kendir ipiyle sıkıca sarılmıştı. Defteri özenle eline aldı. Havada dedemin karakedi esansının mistik kokusunun yayıldığını hissettim. Bu koku benim dimağımda dedemle bütünleşmişti, ne zaman bu kokuyu duysam eski zamanlara, büyülü bir geçmişe götürürdü beni.

Dedem çok önemli bir şey anlatacakmış edasıyla, “İyi dinle oğlum,” dedi. Torunları içinde birazcık yakınlık duyduğu, sevgi gösterdiği söylenebilecek tek kişi olduğum halde benimle bile iki kuru kelimeden başka laflamayan bu ketum ihtiyardan o sözleri duymak beni şaşırtmaktan çok heyecanlandırmıştı. Fakat bir yandan da Selma’yı düşünüyordum.

“Selma’yla aranda ne oldu Mecit baba?” diye sordum. “Niçin böyle öldürecek filan dedin, hem silahı aldığını da nerden bildin?”

Puslu yeşil gözlerini yumdu hafifçe. Esmer, sivri yüzü, çenesinde bir tutam beyaz sakalı ile kadim zamanlardan fırlamış gelmiş gibiydi. Dedemi her nedense İbn Rüşd’e benzetirdim, fakat o aslında ne Raphael’in resmettiği yeniçeri bıyıklı Mağripli’ye ne de Bonaiuto’nun çekingen ihtiyarına benziyordu. Gözlerini açıp kitabı yüzüme doğru kaldırdı.

“Oğlum, bu ney biliyor musun?”

Kafamı iki yana salladım.

“Bilmiyorum.”

“Kitab-ı Zaman diyoruz biz buna.”

“Eee?” dedim garipseyerek.

İyice çökmüş gözlerini açtı dedem.

“Bu kitabın kapağını açınca düne gidersin,” dedi çok ciddi bir ifadeyle. Gayriihtiyari güldüm. “Yaa! Bu muydu mesele?” dedim.

Dedem benden beklemediği bu cevap üzerine telaşlandı. Konuşurken nefesi biraz zorlanıyordu. “Oğlum, ben bir iki gün içinde öleceğim, çok zamanım yok. Senin şimdi bunu anlaman çok mühim. Tahmin edemeyeceğin kadar mühim bir iş. Bak sana rica ediyorum, Allah’ını, peygamberini seviyorsan bana inanmanı istiyorum…”

Yeryüzünde tanıdığım en minnetsiz insan olan Hacı Mecit dedemin böyle yalvarıyor olması üzücüydü. Ciddileştim.

“Tamam dede,” dedim, “anlat, dinliyorum.”

“Sen bu kitabı kullandın aslında evladım. Kullanmış olmalısın. Çünkü ben bu kitabı sana bırakmayı düşünmüştüm.” Paltonun ceplerini karıştırdı, oradan bir kâğıt parçası çıkardı. Bana uzattı.

Eski harflerle yazılı metni sesli okudum.

“Şeref, evladım, Kitab-ı Zamanı sana emanet ediyorum. Görüşmek üzere!” Sonra dedeme baktım, “Yani?”

“Yanisi şu evladım, bu kitap ben öldükten sonra senin eline geçecekti. Sen de onu kullanıp kim bilir neler yaptın? Sonra bunu Selma eline geçirmiş olmalı, artık nasıl yaptıysa? Bir yerde başı derde girmiş herhalde ki geri döndü. Şimdi de senden önce bu kitabı ele geçirmeye çalışıyor.”

Dedem kafayı yemişti kesin. Bunca yıl dirayetiyle bizi etkilemiş olan, bir Roma sütunu kadar sağlam gördüğüm dedemin şimdi bana bu saçmalıkları anlatması içimi eziyordu. Onu incitmeyecek bir cevap arıyordum ama bir yandan da sebebi ne olursa olsun tehlike altında olduğumuzu hissediyordum. Fakat elimizde böyle mucizevi bir kitap varsa niçin endişe edelim ki?

“O zaman kitabı kullan da düne gidelim, dede. Selma’dan da kurtuluruz varsa başkalarından da,” dedim. İnanmadığımı pek belli etmek istemiyordum.

Kafasını salladı dedem. “Ben paltoyu giydim çok uzun zaman önce. Kitabı kullanamıyorum artık,” dedi. Anlamadığımı görünce bohçadan çıkardığı paltoyu eline aldı.

“Oğlum, bu paltoyu giyince artık kitabı kullanamıyorsun. Açıp okursun kitabı ama işine yaramaz.”

“Ben kullanayım o zaman,” dedim.

“Olmaz,” dedi. “Kitabın sahibi hayatta iken başka kimse kullanamaz kitabı.”

Çıkışı olmayan bir labirent gibiydi söyledikleri. Bu eski zihniyet hep böyle lüzumsuz ve çözümsüz problemler yaratır. Gerçeklerden kopuk bir illüzyon aleminde yaşıyorlar. “Her şey bir illüzyon,” diye fısıldadım yakın geçmişteki bir olayı anımsayarak.

“Hıı?” dedi dedem. Düşüncelerimden sıyrılıp, “Ee kim bu kitabın sahibi?” diye sordum.

“Kitabın sahibi benim. Selma kendisi bu kitaba sahip olabilmek için beni öldürmek istiyor, anladın mı?”

“Tamam, şimdi anladım dede,” dedim. İşin mantığını kavramıştım ama yine de bu garip hikâyeye inanasım gelmiyordu doğrusu. Asla kanıtlanamayacak bir iddiaydı dedemin dile getirdiği. O kara kitap gerçekten çalışıyorsa, şu anda gelecekten bir gün silinmiş de bu ana gelmişsek bunu nasıl bilebilirdik ki?

Dedem kitabı bir kenara bırakıp elime sarıldı. “Peki, ne yapman gerektiğini anladın mı?” diye sordu dik dik gözüme bakarak. Bu ani soru üzerine şaşırdım. Sanki ortadaki bilmeceyi doğal olarak çözmüş olmam gerekiyordu da çözememiştim!

“Yoo! Bir şey mi yapmam gerekiyor?”

Dedem anlatıp anlatmamak arasında tereddüt ediyordu. İki elimle dedemin ellerini kavradım. “Korkma dedeciğim, sana bir zarar gelmesine müsaade etmem. Yanındayım, bak buradayım işte. Selma da hepten delirmedi ya!”

Dedem bir şey söyleyecek gibi oldu ama tam o anda dışarıda bir gürültü duyuldu. Biz öyle el ele tutuşmuş halde iken kapıya döndük. Hızla ve sert bir şekilde açılan kapıda Selma göründü. Ürkütücü bir görüntüsü vardı Selma’nın. Başında başörtüsü yoktu, kısa saçları dağılmıştı. Elinde benim küçük Beretta tabancamı tutuyordu. Hem tabancayı tuttuğu elinde hem de yüzünde kan lekeleri göze çarpıyordu. Sadece kan lekesi değil, alnının sol tarafında belirgin bir yara izi de vardı.

“Selma n’oluyor, ne bu hal?” diye sordum ayağa kalkarken.

“Otur, yoksa vururum seni!” dedi hiç ona yakıştıramadığım bir sesle. Kesin çıldırmıştı bu. Hiç şakası yoktu. Bu kadar ciddi görmemiştim onu, bu kadar korkunç da görmemiştim. Dediğini yapacak gibi görünüyordu. “Tamam, sakin ol!” diyerek yavaşça yatağa çömeldim.

“Sen niye geldin buraya Şeref?” diye sordu bariz bir hoşnutsuzlukla. Sonra cevabımı beklemeden, “Hadi,” dedi, “kitabı ver, çabuk!”

“Ne kitabı, ne diyorsun?”

“Kitab-ı Zaman!” diye sesini yükseltti. Silahla dedemin elini işaret ediyordu. Dedeme baktım.

Dedem bu korkunç manzarayı sanki her gün olup biten alışıldık bir durum gibi izliyordu. Sakinliğini bozmadan “Gelin, az bi dur!” dedi. “Bak, kitap burda. Acele etmene gerek yok, o kitap senin. Az bi konuşalım he kızım!”

“Kitabı ver!” dedi Selma daha sert bir tonda.

O anda ikisinin de delirdiğini düşündüm ve hemen ardından bu ikisinin birden aynı deliliğe kapılamayacağı kafama dank etti. Dedemle Selma eğer bir tuhaflığa birlikte inanıyorsa bu kimsenin reddedemeyeceği bir gerçek olmalıydı. Kitabı dedemin elinden aldım. Yeşil gözlerini derin bir endişenin bürüdüğünü görüyordum. Davranışlarını kontrol edebilmişse de gözlerindeki endişeyi gizleyememişti.

Kendir ipiyle dört bir yanından sarılı küçük paketi elime aldığımda bu eski kitaba karşı içimde bir meyil doğuverdi. Bizim dünyamıza ait değilmiş gibi görünüyordu. Kitaptan kalbime doğru bir sıcaklık akıyordu sanki. Dedem bunu bana emanet ettiğine göre bu kitabın gerçek sahibi bendim, hiç kuşku yoktu bunda. Zaten burada onu en doğru şekilde kullanacak kişi başka kim olabilirdi ki? Tam kitabı Selma’ya uzatacakken durdum. Kitabımı vermek istemiyordum ama bu hissiyatımı göstermenin tehlikeli olacağının da farkındaydım. Bu yüzden bilmiyormuş gibi davrandım.

“Selma, tamam, kitabı sana vereceğim ama nedir bütün bunlar Allah aşkına? Şu silahı bıraksana bir kenara. Ne yani, şu kıytırık (bir kutsala hakaret etmiş gibi vicdanım sızladı) defter yüzünden beni mi vuracaksın?”

Biraz gevşedi Selma. Elini biraz aşağı indirdi. Benim hiçbir şey bilmediğimi anlamıştı.

“Bak, dedem sana bir şey anlatmak istiyor, onu dinle,” dedim, “sonra kitap zaten senin, senin olsun, ne istersen yap.”

“Sen anlamıyorsun Şeref. Dedene güvenmiyorum, her an bir kurnazlık yapabilir, bizi yok edebilir.”

Elimdeki kitabı dedemin tarafından uzaklaştırdım.

“Bu ihtiyar ne yapabilir Selma, Allah aşkına, bir dinleyelim bakalım, kitabı da ondan uzak tutuyorum, tamam mı?” O daha bir şey söylemeden, “Hem senin şu yüzüne ne oldu? Yaralanmışsın, bakalım bir,” dedim ama kafasını salladı, “Hayır, gerek yok, bunların hepsi geçecek,” dedi gayet ciddi.

Dedem bilmiş bilmiş kafasını salladı. “Haklısın gelinim,” dedi, “Beni öldüreceksin, sonra düne gideceksin ve bugün yaşadığın her şey silinip gidecek, değil mi?” Acı bir tebessüm vardı yüzünde.

Selma onu gönülsüzce tasdik etti. “Evet. Bugünü hiç kimse hatırlamayacağı için de tüm sorunlar silinmiş olacak. Bu herkes için daha iyi. Bir an önce bu kötü hatırayı sona erdirelim.”

Elindeki silahı yeniden dedeme doğrultmuştu. Dedem hızlı bir şekilde bana, “Ben ölürsem hemen kitabı aç,” dedi. Ani bir refleksle kitabın kurdele gibi bağlanmış ipini bir hamlede çözüp iki kapağını ellerimle kavradım.

“Sakın açma!” diye ikisi birden bağırdı o anda. Bu küçük nesne benim silahımdı, bunu kavramıştım, bir bomba fitili gibi tutuyordum elimde. Selma’yı duraklattı bu durum. Silahı yeniden bana doğrulttu.

Kendi tabancamın namlusunun bana dönmesine dayanamadım.

“Yahu, bu saçmalık yüzünden beni vuracak mısın, nedir bu silah?” diye haykırdım Selma’ya. “Otur, bi dinle, sonra vuruyor musun, öldürüyor musun, ne istiyorsan yap Allah aşkına! Kitabın burada işte.” Kitap tutan iki elimle oturması için karşıdaki koltuğu işaret ediyordum.

“Hiç kıpırdama sen,” dedi Selma koltuğa yavaşça yerleşirken. “En ufak bir hareketinde acımam vururum. O kitap seni korumaz. İşine de yaramaz zaten. Çok yorulduğum için azıcık dinleneceğim. Dedene de güvenmiyorum ama sormam gereken bir iki şey var, şimdi sorayım.”

“Sor!” dedi dedem.

“Paltoyu giydin mi?”

“Kırk dokuz yıl önce giydim kızım,” dedi dedem.

“İnanmıyorum sana,” dedi Selma. “Bir insan kırk yıl bu kitabı kullanmadan saklayamaz. Böyle bir hazine elinin altında olacak ve kullanmayacaksın, öyle mi?”

“N’apayım seni inandırmak için, yemin mi edeyim?” dedi dedem. Selma gerçekten de yorgun görünüyordu. Kafasını arkaya yasladı, bir kanıtlama yöntemi düşünüyor olmalıydı. O anda dedem kendinden hiç beklenmeyecek bir çeviklikle kitabı elimden kaptı, açtı ve anında tekrar kapattı. “Yapma!” diye haykırdı o sırada Selma ama geç kalmıştı.

“Gördün mü?” dedi dedem Selma’ya. “Kitabı açtım işte.”

“Bir daha yapma!” dedi Selma. “Yüreğimi ağzıma getirdin. Ya çalışsaydı?”

“Fesuphanallah, çalışmıyor işte. Ben paltoyu giydim dedim ya sana. Hadi git, yüzüne bir su vur, kimse kitabı kullanamaz, merak etme.”

Ben şaşkın şaşkın dedeme bakıyordum. Şimdi sakinleşmişti yeniden. Kitabı bana geri verirken,

“Sakın sen açma oğlum” dedi. “Sahibinden başkası açarsa kör olur.”

Selma güldü bu söze.

“Bu şapşal dün kör olmuştu zaten, bırak bugün de olsun,” dedi.

“Hangi dün?” diye sordum. Elinin tersiyle bir işaret yapıp, “Yarınki dün işte, anlasana,” dedi. Sonra ayağa kalktı, “Anlaşıldı, sizde bir sıkıntı yok, önceki gibi zorluk çıkarmayacaksınız,” dedi, tabancayı bana yöneltip ufak bir tehdit salladı ve mutfağa gitti.

Tabancanın ateş etmeye hazır olduğunu fark etmiştim. Horozu gerideydi. Ben o tabancayla hiç ateş etmemiştim. Denemek için bile kullanmamıştım. Silah kullanan biri değildim. Şiddet yanlısı hiç değildim. Selma’nın benden endişe etmesini gerektirecek bir durum yoktu. Hele açıldığı halde hiçbir işe yaramadığını gördüğüm bir eski kitap için ona sıkıntı çıkarmam söz konusu bile değildi.

Selma çıkar çıkmaz dedem kısık bir sesle bana, “Beni öldür şimdi,” dedi, “hadi, sonra da hemen kitabı aç!”

“Ne?” dedim şaşkınlık içinde. Neden bahsediyordu bu kaçık ihtiyar? Dedem aceleyle, “Hadi yap, düşünme,” dedi ama bu aklımdan bile geçiremeyeceğim kadar korkunç bir şeydi. “Dede, saçmalama, olmaz öyle şey,” dedim dişlerimin arasından, “bak Selma sakinleşti, tamam, sorun yok.” O zaman dedemin yüzünde bir ümitsizlik gördüm. “Anlamıyorsun,” diye inledi adeta. Elleri yana düştü.

Kısa bir süre sonra Selma bir elinde tabanca, bir elinde yarısı dolu bir su bardağı ile girdi içeri.

“Aferin, böyle uslu uslu oturun dede torun,” dedi. “Evet, acele etmeye gerek yok. Anlat bakalım Mecit baba, nedir bana anlatmak istediğin?”

Dedem azıcık durdu, nefesini topladı. Selma’yı ikna etmek için ne söyleyeceğini merak ediyordum.

“Bu kitap bizi öldürüyor kızım,” dedi. Böyle söylemesi bana çok tuhaf gelmişti. Fakat Selma hiç de etkilenmemişti. Kitap sözcüğünü duyunca tabanca tuttuğu eliyle bana işaret etti. “Kitabı şu sehpaya koy. Ne olur ne olmaz.”

“Bakarsın şeytan açar,” diye onun sözünü tamamlarken kalktım, Selma’nın elindeki tabancanın işareti altında bir dini ritüel gerçekleştiriyormuş gibi yavaş adımlarla yürüyüp kitabı koltuğun yanındaki sehpaya bıraktım ve aynı şekilde dedemin yatağına geri döndüm.

Selma koltuğa oturdu, elini kitabın üzerine koydu, dedeme döndü.

“Evet, Mecit baba, ne diyordun?”

“Kızım bu kitap bizi öldüre öldüre geçmişe gidiyor, sen buna alet olma.”

Selma tepkisiz dinliyordu.

“Selma, kızım, bu kitap hiç tekin değil. Sen bunu kullanmışsın. Öyle anlaşılıyor.” Sesi çatallanmıştı.

Selma biraz daha sakin, işaret etti bana, “Dedene bir bardak su versene,” dedi.

Ben su almak için mutfağa giderken dedem, “Ne kadar ileri gittin kitapla?” diye sordu. “İki hafta. İki hafta sonrasından geliyorum,” diye cevap verdi Selma. Dolaptan su alıp bardağa koyarken sessizce dinliyordum. Aklımdan dedemin biraz önceki teklifi geçiyordu. Acaba onu öldürsem sonra kitabı kullanıp her şeyi düzeltebilir miydim? Yahut Selma’yı mı öldürmeliydim? Hayır, elinden tabancayı alsam yeterli olurdu. Başına kim bilir neler gelmişti, ama hiç umursamıyordu. Kitabı kullanıp güya her şeyi çözecekti ama işte demincek kitabın hiçbir işe yaramadığını görmüştük. Nasıl da tereddütsüz inanıyorlar bu kitabın bir anda bizi düne götüreceğine?

Salona girerken dedemin, “Kimseyi öldürdün mü?” diye sorduğunu duydum.

“Biraz,” dedi Selma. Bir tuhaf oldum. “Nasıl biraz Selma? Sen ne diyorsun?” diye çıkıştım hayretle.

Hayretime pek aldırış etmedi. Sanki alışmış olduğu, olağan bir durumdan bahsetmişti. Bardağı dedeme verirken cevap verdi bana.

“Şeref, bu işe beni sen soktun başta. Tabii şimdi hatırlamıyorsun.”

“Nasıl oldu bu?” diye sordum.

“Sen bu kitabı okuyup da kullanamaz hale gelince benim kullanmamı istedin.”

Dedem lafa girdi.

“Sen de bir iki denemeden sonra kendin için kullanmaya başladın, değil mi?”

“Evet, birincisinde epey uğraşarak oğlunu ikna ettiysem de ikinci geri dönüşte kitabı anlatamadım bu inatçıya. Sonra düşündüm, dedim ki ne uğraşıyorum bununla, bir kitabın kapağını açıyorsun, yapılacak iş bundan ibaret. Kimsenin yardımına ihtiyacım yoktu bunun için. Hem o, bu konuda hiçbir şey bilmiyordu. Ona kitabın nasıl kullanılacağını ben öğretiyordum ama buna rağmen beni yönetmeye kalkıyordu. Erkek ya, bilmese de beni yönetecek illa. Kalkıştığı işin saçmalığına bak; ben sonraki bir gün içinde yaşadığım her şeyi ona aktaracağım, o da önce ikna olacak, sonra da bana şöyle yap, böyle yap diye talimat verecek. Bunun çok saçma bir fikir olduğunu anladım. Belki gizli bir niyeti de vardı…”

“Seni öldürüp kitabı ele geçirmek istemiştir,” dedi dedem sanki olağan bir şey söylüyormuş gibi.

“Tabii,” diye onu tasdik etti Selma. “Ama bu fikri geçmişteki kendisine aktarmayı beceremedi işte.” Haince, aşağılayıcı bir gülümseme vardı dağınık suratında.

“Böyle gıyabımda itham etmeyin beni ama!” diye bağırdım. En yakınlarımdan ikisinin aynı anda çıldırmış olmasına dayanamıyordum. İhanete uğramıştım. Sesim titriyordu. “İkiniz de kafayı öldürmeye takmışsınız. Hiç olmamış ve de asla olamayacak kötülükler düşünüp bunları bana yıkmayın.”

Selma dedeme döndü. “Dedesi, bu oğlun kendini öldürdü kitabı yeniden kullanabilmek için. İnanabiliyor musun? Aklımı kaybediyordum neredeyse. Her şey öyle başladı zaten. Yoksa ben nasıl kullanacaktım kitabı?”

“Bunu asla yapmazdım,” dedim ama dedem söylediğime itibar etmedi.

“Herkes yapar bunu oğlum. O kitap eline geçtiğinde insan neler yapıyor neler?” diye kafasını salladı.

Selma’nın suratına tuhaf bir gülme yayıldı. Bana döndü. “Deden doğru söylüyor. Sen de kusura bakma, şu kör olma meselesinden emin olmak için seni kullandım.”

“Nasıl yani?” diye sordum.

“Evet, Şerefim, sahibi olmadığın kitabı açarsan kör olursun diyordun bana. Emin olmak için senin üzerinde denedim. Sana kitabı açtırdım ve gerçekten de kör oldun.”

“Tabii kör olur,” dedi dedem. “Şüphen mi var?”

“Evet, öğrendim ki… Zaten biliyordum ama tam emin değildim, gerçekten kitabı sahibinden başkası açınca kör oluyormuş. Pek acıklıydı durumun. Gerçi hemen önceki güne gidip seni o durumdan kurtardım.”

İçimde bir kızgınlık doğdu bu defa. Anlattıkları gerçekse beni bir deney hayvanı gibi kullanmıştı demek. Selma’nın ne kadar tehlikeli bir hale geldiğini kavrıyordum. Dikkatli olmalıydım.

“Şimdi kim kitabın sahibi, dedem mi?” diye sordum kızgınlığım belli olmasın diye.

“Evet,” dedi Selma, “o ölünceye kadar kimse kullanamaz. Gerçi o da kullanamaz, çünkü paltoyu giymiş.”

Bu kitabın nasıl kullanıldığını tam olarak öğrenirsem belki bu saçma durumdan bir kurtuluş imkânı bulabilirdim. “Ne var kitapta? Ne yazıyor?” diye sordum.

“Bu söylediklerimiz yazıyor işte,” dedi dedem kısaca. Benimle boşa vakit kaybetmek istemiyor gibiydi. Sehpadaki kitabı eliyle okşamakta olan Selma’ya döndü.

“Kızım, kitabı kullanırken insan fark etmiyor. Sen de anlamamışsındır. Zaten çok az kullandın. O kadar zamanda anlaşılmaz bu. Bak, sen kitabı kendi amacın için kullanırken o kitap aslında seni kullanarak başka bir şey yapmaya çalışıyor. Ben bunu çok uzun zaman sonunda anladım evladım.”

“Neymiş kitabın amacı?” diye sordu Selma. Dedeme hâlâ güvenmediği belliydi, ama biraz mütereddit olduğu, ikna olabileceği izlenimi veriyordu.

Dedem suyu içince iyice canlanmıştı.

“Kızım bu kitap bana ne zaman geldi, biliyor musun?”

Cevap gelmedi. Gerçekten ne zaman gelmişti ona?

“Tam kırk dokuz yıl önce. Ben yarım asırdır bu kitapla boğuşuyorum evladım. Ne kadar ileri geri gittiğimi tahmin edemezsiniz!”

O anda aklıma geldi. Dedemin bir gecede nasıl olduysa İspanyolca öğrendiğini söylerlerdi. Bu onun tuhaf bir kerameti olarak anlatılırdı. Başka da bir kerameti yoktu. “Yoksa sen İspanyolcayı başka bir gelecekte mi öğrendin?” diye sordum.

Kafasını salladı dedem, “Evet,” dedi, “Madeira’da beş altı yıl yaşadım ben. Kanarya adaları deniyor, orada bir yer. Pek çok yerde yaşadım. Aslında pek açık vermezdim öbür hayatlarımla ilgili ama kitabı kullanmaktan vaz geçtiğim zamanlarda yani bu son hayatımda bir gün bir turist gelmişti Maşukiye’ye. Boşluğuma geldi, Portekizce konuştum onunla hiç farkına varmadan. Tabii dayın acayip şaşırmıştı bu olaya. O İspanyolca zannetti ama Portekizceydi.”

Dedem daldı biraz, yorulduğunu düşündüm. Birden anlamadığım bir dilde konuşmaya başladı. Sonradan öğrendiğime göre Portekizce şunları söylüyormuş.

Os pássaros cantando em meu coração descansando em seu jardim.

As dúvidas que fluem para o meu coração estão derretendo pacificamente em seu colo.

Fique perto de mim Fique perto da minha vida Caso contrário, Qual é o significado da minha existência e da minha vida?

Yüreğimde şarkı söyleyen kuşlar Senin bahçende dinleniyor Yüreğime akan kuşkular Senin kucağında huzura eriyor Bana yakın ol Hayatıma yakın kal Yoksa ne anlamı var, var olmamın, yaşamamın?

“Isabel’e söylerdim bunu,” diye tamamlamıştı sözlerini. Duygulanmış, gözleri dolmuştu.

Biz bu kerametin dayımın uydurması olduğunu düşünüyorduk. Meğer dedemin ilginç sırlarından biriymiş. Peki ya Isabel kimdi? Ne tür bir aşk hikayesiydi bu? Niçin bu zamana kadar gizlemiş, inkâr etmişti de şimdi birdenbire açığa vurmak istemişti?

Dedemin suskunluğundan anladım ki o hikâyeyi daha fazla anlatmak istemiyor. Sordum.

“Dede bu kitabın amacı ne?”

“Kitab-ı Zaman bizi geri götürmeye çalışıyor Şeref. Sen hatırlamıyorsun tabii. Selma sen hiç fark etmedin mi bunu?”

Selma düşünüyordu, cevap vermedi.

“Kitabın sana ilk ulaştığı tarihi hatırlıyorsun, değil mi?”

“Evet, 5 Aralık. Cumartesi günü öğleden sonra.”

“Peki kızım sen şimdi 30 Kasım’da ne yapıyorsun? Niye bu kadar geri geldin? Geri geldiğinde kitabı kaybedeceğini bildiğin halde, ölüm pahasına döndün bugüne kadar geldin değil mi?”

“Doğru söylüyorsun,” dedi Selma. “Aslında 4 Aralık’tan önceye gitmemeye karar vermiştim.”

Dedem gülümsedi. “Her gün için bir adam öldürmek pahasına!”

Selma sessizce onu tasdik ediyordu.

“Niçin ama? Niçin birini öldürmek gerekiyor ki?” diye atıldım.

Dedemin dik bakışları bana çevrilmişti. “Beni öldürmeden düne nasıl gidecek?”

“Mecburen,” dedi Selma. “Başka çaresi yok. İsteyerek öldürmüyoruz yani. Peki, Mecit baba, bu bir tuzak mı sence? Bu kadar geri gelmekle tuzağa mı düştüm ben?”

Dedem, hiçbir şey bilmiyorsunuz anlamında kafasını salladı.

“Kızım, bunları bize yaptıran o kitap. İnsanoğlunun yapıp ettiği her şeyi siliyor. Sadece kitabı kullananın hafızasında ne varsa o kalıyor, gerisi sil baştan. Allah ileri gidelim diye zamanı yaratmış ama bu kitap zamanı hep geri geri götürüyor. Yaptığı iş bu zaten evladım anlasana. ‘Bir gün geri gitmek’. Ama böyle bir gün, bir gün daha geri giderek bizi nereye kadar götürecek dersin?”

Dedemin söyledikleri mantıklı gelmişti bana. Selma cevap vermeden dinliyordu. Ben sordum.

“Nereye götürüyor bizi? Zamanın başlangıcına mı? Hayır, oraya gidemez. Ah, galiba yazının başlangıcına, ilk kitaba kadar götürür bizi. Yoksa?” Aklıma bir şey gelmişti. “Yoksa bu, insanoğlunun yazdığı ilk kitap mı?”

“Belki de öyle,” dedi dedem. “Sen kaç hayat yaşadın, Selma ne kadar yaşadı bilmiyorum ama oğlum, benimkiler beş yüzü, bini aştı. Sonra ilk güne kadar silip hiç o kitabı almamışım gibi son hayatımı yaşadım. O gidiş gelişlerde pek çok kişiye danıştım. Sırrımı söylemekte bir mahzur yoktu, çünkü mesela Dan Brown’la ya da Hawking’le konuşuyordum, ardından o günü siliyordum, sadece benim öğrendiğim şeyler kalıyordu. Kimse benimle konuştuğunu hatırlamıyordu, bilmiyordu.”

“Nasıl konuşuyordun onlarla?” diye sordum. Bu bana çok ilginç gelmişti.

“Paran olduğu zaman herkes seninle konuşur evladım. Amerikan başkanlarıyla bile konuştum bir zamanlar.”

“Vay be? Hangisiydi?” diye sordum heyecanla.

“Bir kadındı ama bu hayatta başkan olmadı o.”

Selma söze karıştı.

“Yani sen o zamanı silerek bir kadının başkan olmasını engelledin, öyle mi?”

Dedem gülümsedi, bu nadiren yaptığı bir şeydi. “Galiba öyle. Fakat ben oralarda olup bitenle ilgilenmiyordum. Yani şu başkan olmuş, bu başka bir şey olmuş, bundan bana ne diyordum. Ben kitabın sırrını çözmeye çalışıyordum o sıra. Bu kitabın hikmeti nedir, onun peşindeydim.”

“Ne öğrendin kitapla ilgili?” diye sordum.

“Pek çok tahminler söylediler. Aklıma en çok yatan bunun şeytan işi olduğu. En doğru açıklaması bu bence. Meşhur bir yazar bana, Böyle bir kitap varsa bu herhalde Sisifos’un laneti olmalı, demişti. Sisifos her gün sırtında bir kayayı tepeye çıkarıyormuş, sonra o kaya tepeden aşağı yuvarlanıyormuş ve aşağı inip yeniden kayayı sırtlanıyormuş. İşte o efsanedeki lanetin bu kitap olduğunu söylemişti. Bana inanmış gibiydi ki bu beni çok tedirgin etti. Hemen onunla görüşmemi sildim. Fakat anlattıkları bana çok mantıklı geldi. Evet, kitabın yaptığı bu. İnsanlar uğraşıp didiniyor, bir şeyler yapıyor, ilerliyor ama kitap bir anda her şeyi geri alıyor. Sisifos’un taşı gibi değil mi?”

“Çok doğru,” dedim. Cahil sandığım dedem neler anlatıyordu böyle. “Dede, sen bunca bilgiyle niçin insanlardan uzak durdun? Bize hiç belli etmedin kendini. Ben bile seni… Kusura bakma Mecit baba ama doğruyu söyleyeceğim, ben seni fazla yaşamış basit bir köylü gibi gördüm hep. Kasten mi sert ve huysuz davrandın bize? Bizi hep kendinden uzak tuttun sanki. Kapattın kendini.”

Dedem biraz düşündü.

“Oğlum, bu kitap benim ruhumu mahvetti. Bunu nasıl anlatayım bilmiyorum. Kitabı kullandıkça daha iyisi olmadı hiç. Bir noktada geri geri gidip yaşananları silmek gerekiyordu. Ondan sonra da silinecek hayata ilişkin içimde bir istek kalmadı. Bir hayatı silince oradaki bütün sevgin, güzel yaşantın kaybolup gidiyordu. Madeira’da âşık olmuştum. Öyle güzel zamanlar geçirmiştik ki!”

İçini çekti. Yarım asır öncesinde kalmış bir aşkın hasretini çekiyordu.

“Fakat başka bir sebeple fazla geri gitmem gerekti ve o beni tanımadı bile. Elli defa geri gittim, geldim. Bir işe yaramadı. Silinmiş bir aşk ne kadar kötüymüş meğer. Sonrasında kimseye karışmak, bulaşmak istemedim. Çünkü birine fazla bağlanırsam kitabı kullanmak zorunda kalıyordum. Kayıplara katlanamıyor insan. Anlıyor musun?”

“Evet, anlıyorum. Hiç böyle düşünmemiştim. Kitap bizim zaaflarımızı kullanıyor demek ki,” dedim.

Selma birden ayağa kalktı. Bize susmamız için işaret etti. Dedeme baktım. Ne olmuştu şimdi böyle aniden?

“Şimdi yarından geldi,” dedi dedem. “Kitabı kullandı.”

“Kitabı ele mi geçirmiş yani?” dedim.

“Beni öldürmüş olmalı,” dedi dedem. Tabii, dedem yarına kadar kendi eceliyle ölmediyse, onu Selma öldürmüş olmalıydı.

Selma etrafı bir kolaçan etti, kapıyı açtı, koridora filan baktı, pencereden dışarı bir göz attı, sonra endişeli bir ses tonuyla hiçbirimize bakmadan ortaya sordu.

“Mecit diye birini tanıyor musunuz?”

“Dedem olur,” derken birden kafamda bir ışık yandı, “Rüyacı Mecit!” diye ekledim adeta bağırarak. Dört beş ay önce karşılaştığım bir adamdı bu.

“Dede,” dedim heyecanla, “ben geçen aylarda Mecit diye bir adamla karşılaşmıştım, senin adaşın, nasıl unutmuşum, çok tuhaf bir hikaye anlattı bana.”

Dedem, “Bizim rüyacı Mecit öyle mi?” dedi hayretle gülümseyerek.

“Evet,” dedim. “Adam rüyalarında yaşıyormuş. Bu dünyayı da rüyalarından bir rüya zannediyordu. Demek sen de tanıyorsun onu?”

“Tanıştık onunla. O çok değişik bir kişi. Bu kitap çok ender bazı kişilere tam tesir etmiyor, biliyor musun? Zamanı silerken bazı insanların hafızasında kalıyor. Milyonda bir çıkıyor böyleleri. O Mecit de böyle biri. Onun rüya zannettiği şey bu kitabın sildiği zamanların hatırası aslında. Kayıp zamanlar. Fakat başka kimse hatırlamadığı için adam o kayıp zamanları rüya sanıyormuş.”

“Gerçekten mi?” diye sordum. “Nasıl tanıştın onunla?”

“Hiç sorma,” dedi dedem, “beni öldürmeye gelmişti bu. Kendimi zor kurtardım. Yani nasıl hissetmişse bu işin benimle bir bağlantısı olduğunu anlamış. Geldi bana dedi ki; zamanın kutbu senmişsin filan, bana yardımcı ol diye yanaştı, anladım onun niyetini, kitabı ele geçirip kontrolsüz rüyalardan kurtulacaktı güya, ben de bilmezden geldim, onu ğavs diye bilinen bir şeyhe gönderdim de kendimi kurtardım. Fakat adam bu civarda geziyordu yine. Kitap elinde olmadığı için, hatta kitabı hiç bilmediği için ne olup bittiğini anlamıyor tabii. O adam iyice kafayı yer bu gidişle.”

Güldüm, “Ben de adamı gerçek dünyada yaşadığına ikna etmeye çalışmıştım, ama başarılı olamadım,” dedim. “Hatta inandırmak için elini yaktıydım, çay döküp.”

Selma elindeki kitabı kapının yakınındaki dolabın çekmecesine koyarken “Mecit’iniz birazdan buraya gelecek. Kitabı almak için,” dedi. Ardından “Şşşt! Susun!” diye bir tehdit işaretiyle bizi uyarıp yarım açık olan kapının arka tarafına düşen kalın perdenin ardına gizlendi. “Normal davranın,” dedi sonra, “ben burda yokum, tamam mı?”

Sessiz kaldık. “Biraz konuşun, sessiz de durmayın öyle,” dedi. Ne konuşacaktık?

“Dede, bu kitabı bulduğuna pişman mısın?” diye sordum.

“O iş karışık evladım. Bu kitap yüzünden ben normal bir hayat yaşayamadım. Yani aslında ilk yarısını normal yaşadım da ikinci yarısında işler karıştı. Gerçi ikinci yarısı dediğim kısım…” Kırk dokuz yıl diye hatırlattım.

“Yok öyle kırk dokuz değil, ileri geri giderken belki yüz seksen yıl olmuştur o.”

O anda salonun kapısında elinde bir tabancayla Mecit göründü, “Töbe bismillah!” dedim kısık bir haykırışla, hayalet görmüş gibi ürperdim.

Bize doğru ağır adımlarla yürürken, “Haklıymışsın, Şeref Bey,” dedi korkutucu bir sesle. “Bu rüyalar gerçekmiş, öğrendim sonunda. Hem bu işin kaynağını da buldum.”

“Dur Mecit Bey kardeşim,” dedim. “Bu silah ne böyle? Ne istiyorsun?”

“Kitap!” dedi dedeme. “Şu saçma sapan dünyalar yaratan kitabı verin ve bu iş bitsin.”

Dedem kitaplığı işaret etti.

“Şurada,” dedi. “Orada orta raftaki kitapların üzerinde.”

Dedemin niçin böyle bir yalan söylediğine anlam veremedim. Selma öbür tarafta perdenin arkasında görünmüyordu.

Mecit bana işaret etti. “Kitabı al Şeref Bey, fakat hiçbir şey yapma, yoksa ateş ederim, başka bir hayata geçsek bile çabucak bulurum sizi. Benden kaçamazsınız. Kökünü kazıyacağım bu lanetin.”

Dedemin tarif ettiği yerde eski bir ajanda vardı. Ajandayı aldım. Geri döndüm. Dedemin yanına kadar gelince, “Dur!” dedi Mecit bana. Ajandayı gösterdim ona. “Dededen uzak tut,” dedi. İki adım uzaklaştım. Mecit düşünüyordu. Elindeki silahı dedeme doğrultmaya devam ediyordu. “Ne yapmamı istiyorsun?” diye sordum. Tereddütlüydü. Anlaşılan, adam kitabı tam olarak bilmiyordu, bazı şeyler duymuş yahut sezmiş olmalıydı ama bunlara güvenemiyordu.

“Aç, oku kitabı, hadi!” dedi bana.

Ajandayı açtım. İlk sayfasında dedemin el yazısı ile yazılmış bir mektup vardı. Okumaya başladım.

“Kıymetli torunum Şeref,

Sana emanet Kitab-ı Zaman dünyayı geriye doğru sarıyor. Eğer onun istediği olursa insanlık yok olacak, sanki biz bu dünyada hiç var olmamışız gibi. Onun çalışma şeklini düşünürsen bunu anlarsın. Benim bunu anlamam çok zaman aldı, fakat sonunda kavradım. O zaman bu kitabı yok etmeyi düşündüm. Sen de bunu düşüneceksin. Eğer o seni daha önce yok etmezse tabii!

Şeref, evladım, emanetindeki bu kitabı yok edemezsin. Galiba yok etmeye kalkıştığında dünyayı bir gün öncesine döndürüyor ve o gün bütünüyle siliniyor. Yani kimsenin hatırında kalmıyor. Kitabın arzusu da budur yani, zaman külliyen silinsin de kayıp zamanın bir bekçisi kalmasın. O ister ki bir cahilin eline geçsin ve onun hırslarını istismar ederek dünyayı hızla geri geri götürsün. Benim bu kitabı yok etmeyi fazlasıyla tecrübe etmiş olmalıyım, lakin hiçbir şey hatırlamıyorum. Kitabı okuduğumda orada kayıp zamanlardan bazı izler gördüm. Yüzlerce yıl sonrasına ait tarihler seçiliyordu bazı sayfalarda. Demek ki bu kitap zamanı epey geri çevirmiş. Ne kadar zaman bekçisi öldürdü artık Allah bilir!

Velhasıl, yakarak, yok ederek bu kitaptan kurtulmak mümkün değil evladım. Bunu unutacağız. Zamanın bekçisi olarak yapacağın tek şey var. Bu kitabın zamanı geri sarmasını engellemek, yani kitabı durdurmak. Kitabı durdurmak için de paltoyu giyeceksin. Kitabı okuyup yakınında bir yerde saklayacaksın. Kitaptan uzak olursan fazla yaşayamazsın, buna dikkat et. Şimdi senin bunları yaptıktan sonra olabildiğince uzun bir hayat yaşaman lazım. Çünkü sen hayatta kaldığında zaman doğru işliyor, ilerliyor. Yaşadığın her bir gün insanlık için kazanılmış bir gün olacak. Gelecekten kitapla dönenlerin zamanı geri almak için seni öldürmeleri gerek. Her bir gün için bir defa öldürmeleri. Ben doksan yaşına kadar geldiğime göre epey başarılı oldum sayılır.”

Tam burada Mecit, “Dur!” dedi. Dedeme yöneldi. “Boşuna kendimi öldürüp duruyormuşum. Demek bu kitabı çalıştırmak için senin ölmen gerekiyor.” Ben daha bir şey söylemeye fırsatı bulamadan “Kusura bakma adaşım,” deyip hiç duraksamadan dedeme iki el ateş etti. Ben “Hayır!” diye haykırdım ama zavallı dedem hiç ses çıkarmadan sadece hırıltılı bir nefes verdi ve sağ tarafının üzerine yavaşça devrildi.

O sırada Selma perdenin arkasından çıkıp hemen tabancayı adamın kafasına dayadı ve ateş etti. Kurşun tok bir sesle kafanın içine girdi ama dışarı çıkmadı. Mecit büyüyüp pörtlemiş ve anında kanlanmış gözleriyle üzerimize doğru devrildi. Dedemle aramıza düştüğünde henüz ölmemişti. Korkunç bakışını dedemden ayırmadan, “Bulacağım sizi… Ötede…” diye fısıldadı. Son sözleriydi. Bu dünyanın gördüğü rüyalardan biri olduğunu zannediyordu. Şimdi başka bir rüyada uyanacağına inanıyordu. Orada kitabın ve bizim peşimize düşecekti. Eğer bizim farkında olmadığımız böyle dünyalar varsa, yani bu kitap o zamanları silmiyor da ayrı ayrı dünyalar yaratıyorsa oralarda Mecit’e karşı çok savunmasız kalacaktık.

Ben dehşet içinde olanları seyrediyordum. Nasıl korkunç bir vaziyete düşmüştük.

Selma’nın sesiyle kendime geldim. “Sakin ol, her şeyi düzelteceğim,” diyordu çekmeceden kitabı alıp yanıma gelirken. Mecit’in silahını düştüğü yerden aldı, “Bir sakatlık olmasın,” diyerek biraz ötedeki koltuğun üzerine attı.

“Hadi bakalım, düne gidiyoruz, her şey silinecek,” dedi.

Nutkum tutulmuştu. “Dedem öldü. Cinayet!” diyebildim ancak.

Selma hiç oralı değildi. Kitabı elinde tutuyordu. “Tamam, kitabı kullanabilirim şimdi. Endişe etme bu olanları sadece ben hatırlayacağım, her şey temizlenecek, sen hiç bilmeyeceksin,” dedi.

Tabancayı koltuğa bıraktı. İki eliyle tuttuğu kitabı açtı. O anda dedemin hafifçe inlediğini duydum. Selma sanki bir elektrik çarpmış gibi sarsılıp bir feryat kopardı ve önündeki sehpaya çarpıp yere yığıldı.

“Dedem yaşıyor,” diye döndüm dedemin eline sarıldım. Gözlerini hafifçe açtı. Fısıltıyla belli belirsiz, “Sana emanet… Zaman,” dediğini işittim. Galiba son sözleriydi bu.

O sırada Selma, “Kör oldum!” diye sızlanıyordu. Dedemi bırakıp yerde kıvranan Selma’ya döndüm. Eğildim, kucağıma aldım, Gözleri tamamen beyazdı, ürkütücüydü. “Bana yardım et, geri çevir,” diye yalvarıyordu. Buna dayanamazdım. Bu cinayetlerle, bu körlükle yaşayamazdım, bu canavarca hayata devam edemezdim.

“Seni kurtaracağım Selma,” dedim. “Hemen kurtaracağım seni, biraz sabret.”

Kitabı elime aldım. Fakat önce ajandadaki mektubun devamını okumalıydım. Açtım, çabucak okudum.

“En zoru her bir gün birilerinin çıkıp seni öldürmesini beklemek değil. En zoru bu kitabı kullanmaktan kendini alıkoymakta. Birkaç defa ben kitabı yeniden kullanmak zorunda kaldım. Fakat bu kadar uzun sürede olur o kadar. En sonunda da kitabı aldığım noktadan başlayıp buraya kadar getirmeyi başardım. İnsanlığı kırk yıldan fazla ileriye taşıdım. Bunu başarmak için maalesef epey kötü bir hayat yaşamak gerekiyor. Kimseyle fazla yakınlaşmadan, basit, heyecansız, tatsız tuzsuz bir hayat yaşayacaksın evladım. Hiçbir gününü yeniden yaşamayı istemeyeceğin bir hayat, anladın mı? Hemen bu kitabı kullanarak güzel bir hayat yaşayayım diye aklına gelmiştir senin, ama bu tamamen cahilce bir düşünce. İyi bir gün yaşarsan o güne geri gelmek istersin, değil mi? Sakın bunu yapma o zaman. Katlanabileceğin bir kötülük seviyesinde olsun hayatın; ne daha iyi ne de daha kötü. Biraz iyi gidecek gibi olursa hemen seviyeyi düşür; akrabalarından birine kötü bir söz söyle, bir terslik yap, bul bir şeyler evladım, sen de o kadar iyi bir insan değilsin zaten, senin karakterini biliyorum. Yine de sende bütün bu insanlık için Sisifosluk yapacak bir karakter de var. Hoşlanmasan da bunu yaparsın, sana güveniyorum evladım. Zaman sana emanet artık. Kimse bilmese de sen yaşadığın sürece zamanın kutbu olacaksın. Bu şeref sana yeter!”

Kötü bir hayata mahkûm edilmiştim. Biricik amacım tatsız, keyifsiz bir hayat yaşamak olarak çizilmişti. Ne karanlık bir yazgı!

“Yaktın beni Mecit dede, yaktın beni!” dedim. Dedem ölmüştü, Selma ağlıyordu.

Şimdi Kitab-ı Zaman’ı kullanmak zorundaydım. İlk ve son kez. İnşallah çalışır. Gözümü kapatıp kitabı açtım.


Şeref Efe


Not: Bu hikaye Zaman Hikâyeleri’nin üçüncü faslı olup ilk iki faslı “Her Şey Bir İllüzyon!” [27 Aralık 2020] ve “Kitab-ı Zaman’ı Nasıl Okumalı?” [31 Ekim 2021] başlıkları altında İshak Edebiyat sitesinde yayımlanmıştır.




6 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page