top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Adnan Altundağ- Duvar

Geldiler. Bir kenti korkutan ve utandıran şeylerle.[1] Solmuş, sararmış yorgun yüzleriyle. Göğü adeta sırtlanmış gibi yürüyorlardı. Kasabanın dışında, şehre giden yolun üzerinde göz alabildiğince görünen boş arazinin yanında durdular. Ellerinde küreklerle savaşmaya hazır bir ordu gibiydiler. Koca bir konak dikeceklerdi. Rüstem Ağa’nın konağı. Pervin’in gelin olarak gireceği konak. Çabuk bitirilmesi gereken bir işti. Allah dünyayı altı günde yarattıysa Rüstem de yeryüzünün Allah’ı sayılırdı. Altı günde bitmese de altı haftada bitmeliydi. Başladılar çalışmaya havada çam kolonyası koktuğu zaman. Koca kamyonlarla kumlar, çimentolar getirildi boşaltıldı boş arsaya. Tankerlerle sular taşındı kasaba meydanlarından. Meleklerin yedi kıtadan toprak taşıması gibi. Hiç durmadan çalıştılar. Nefes almadan, akşamüstü çaylarını bile içmeden. Durmak, dinlenmek günlerini kısaltıyordu. Allah her canlıyı sudan yarattı diyorlardı.  Âdem su ile toprağın karışımı olan çamurdan yaratılmıştı. Allah, çamuru yoğurup tamamlayıp düzelttikten sonra kendi nefesinden Âdem’in ruhuna üflemişti.

Benim yaratılışım da Âdem’in yaratılışına benzemekte.  Allah Âdem’i yaratırken özen göstermişti. Babam da aynı özeni gösterdi beni yaratırken. Kuşların ürkek bakışları altında Michelangelo'nun bulutun içinden çıkıp Âdem’e ruh veren Allah gibi, babam yoğrulan çamurla tek tek ördü tuğlalarımı nasırlı elleriyle. Küçük bir kızın saçını örer gibi ördü. Ömür boyu içinde yaşayacak insanlara kol kanat gerecek, koruyup kollayacak bir konak yapıldı. İşte ben bu koca konağın, sokağa bakan odasının duvarıyım.

Pırıl pırıl ruhun karanlıklarını aydınlatan ve yaşlıları gençleştiren bir sabahtı. Bütün günüm bulutsuz gökyüzünün mavisinde ağaçların dalları arasında neşeyle hoplayan kuşları, caddeden geçen arabaları ve otobüsleri izlemekle geçiyordu. Mutlu olduğum tek anlar sokakta seksek oynayan kızların, yalın ayak top oynayan çocukların şarkılarını ve suyun çağıltısına benzeyen güçlü kahkahalarını dinlemekti. Çocuklar dünyama açılan tek pencereydi. Gece olduğunda nefes nefese esen rüzgâr sokaklarda kıvrıla kıvrıla tozu, toprağı beraberinde sürüklediğinde çocuklar yavaş yavaş evlerine çekilmeye başlıyordu. Yoksul evlerde soluk ve zayıf ışıklar sönmemek için mücadele etmekteydi. Karanlık çöktüğünde sokak sessizleşir, kimseler kalmazdı. Kasabanın yaşlıları karanlık gecelerde çocuk avcısı Dunganga’nın gezdiğini söylerlerdi çocukların erkenden uyumaları için. Boyasız yoksul evlerde, “Evvel zaman içinde, var imiş bir Dunganga, alırmış çocukları, atarmış sepetine, yaparmış hep Dunganga,"[2] ninnisi duyardım. Dunganga, geceleri havayı koklar eğer uyumayan ve yaramazlık yapan çocuklar varsa kokularını alarak sepetine atıp kaçırırmış. Bugüne kadar elinden kurtulan olmamış.

Kasabada son ışıklar sönünce çölde yalnız başına kalan bir ağaç gibi hissederdim kendimi. Karanlık gecede esen rüzgârın ürpertici uğultusuyla çok korkardım. Dunganga’nın ayak sesini işitirdim.  Korkuyordum. Tek mutlu olduğum anın elimden alınacağının korkusu ile dualar ederdim. Bütün çocukların erkenden yataklarına girip uyumaları için. Dualarımı bitirdikten sonra uykuya dalardım çocuk kahkahalarını ninni yaparak.

Karanlık uyuyan kasabanın üzerine çökmeye başladığında gönüllere tazelik veren bir meltem ile uykuya daldım. Gece yarısına doğru takım sesler ile uyandım. Yirmili yaşlarında ölümü umursamayan ve ağlamaya alışık olmayan gözleriyle yeşil parkalı iki delikanlı ellerindeki fırçalarla beni gıdıklıyorlardı. Aceleci halleri vardı. Bir şeyler yazıyorlardı üstüme. Bir yandan da dudakları arasından uzak diyarların melodisine benzer neşeli bir ezgi mırıldanıyordu. Tam olarak ne dediğini duyamıyordum. İyice kulak kabarttım. “Delikanlım iyi bak yıldızlara, onları belki bir daha göremezsin,”[3] dediğini işittim. Gökyüzüne baktım. Yıldızlar hilalin divitiyle çizilmişçesine parlıyorlardı gecede. Nereye gidecekti ki yıldızlar. Neden bir daha göremeyecektik? Elindeki fırçayı ile önemli bir şeyi anlatmak istercesine havada gezdirerek, yanına gözcülük yapması için getirdiği delikanlıya dönüp, “Delikanlım! Belki beni anladın, belki anlamadın.[4]” dedi. Genç delikanlı ile beraber ne dediğini anlamamıştık. Yarım kalan işine tekrar döndü. Yazdığı yazıyı alçak sesle okudu. “Kahrolsun Faşizm!”

İlk defa duyuyordum bu sözü. Sokaktan gelip geçenlerden, satıcılardan ve çocuklardan böyle bir söz duymamıştım. Genç delikanlı yazılan yazıya bakarak ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Ardından, “Faşizm nedir ağabey,” dedi utanarak. Yanına gözcülük yapsın diye getirdiği delikanlıya önemli bir bilgi vermenin sevinci ile, “Faşizm demek Faşo demek. Faşo da şey, böyle ibne gibin, puşt gibin bir şey gibin işte,”[5] dedi gülümseyerek. Yine ikimiz hiçbir şey anlamamıştık. Bu delikanlı galiba bizim bilmediğimiz bir dil ile konuşuyordu. Ardından ortaya çıkardığı sanat eserine hayranlıkla bakmaya başladı.  Şaheserine son imza atan sanatçı gibi yazdığı yazının sonuna nokta koydu. Noktayı koyduğu yerde bir sızı hissetim. O noktayı tam da kalbimin üstüne kondurmuş olmalıydı. Bir kalbim var mıydı bilmiyorum? Etten kemikten yaratılmadım. Bir ruhum var mıydı? Görüyor, düşünebiliyor ve çocukların şen kahkahaları ile mutlu olabiliyordum. O halde bir ruhum vardı. Bir kalbim de olmalıydı elbette. O zaman o son nokta tam kalbimin üstüne kondurulmuş olmalıydı. Birden karanlık sokaklarda uğuldayan rüzgâr polis düdüğünün sesini alıp getirdiğinde delikanlılar sokak aralarında kayboldular. Ne yazdıklarını anlamamıştım. Tek hissettiğim şey o son nokta, son dokunuş. Son noktanın hüznüyle tekrar uykuya daldım. Sabahın ilk ışıklarıyla birtakım insanlar geldiler. Sabahçı kuşların yiyecek aradıkları saatte.  Ellerinde koca fırçalar, içinde renk renk boya olan kutularla. Sinirliydiler. Yüzleri öfkeliydi. Yüzlerinde acı ve ölüm, ağızlarının üstünde göğün hilaline benzen bıyıkları vardı. Gece gelen gençlerin yüreklerindeki sevinç vardı. Fırçalarının dokunuşuyla mutlu olmuştum. Oysa bu sabah gelenler fırçalarını kovalarına batırıp vücuduma sürdükleri zaman ellerindeki fırça İsa’nın çarmıha gerildiğinde avuçlarına çakılan paslı çiviler gibi acı veriyordu bedenime, ruhuma. Elindeki fırçayı sertçe kovasına daldırdığında burnundan soluyarak, “Kahrolsun Faşizm nedir gösteririm ben sizlere,” dedi ökeyle. Ardından, beyaz arabalarına binip karanlık içinde gölge gibi kayboldular.

Pervin, elindeki taş parçasıyla silinmiş olan seksek oyununun çizgilerini çizmeye çalışıyordu. Etrafına toplanan çocuklar sabırsızlıkla çizgileri bitirmesini bekliyorlardı. Pervin, acele etmeden, elindeki taşı incitmeden yavaş yavaş çizgileri tamamlamaya özen gösterdi.  Seksek çizgilerini tamamlandık sonra çocuklar arasında ilk kimin birinci oynayacağı konusunda küçük çekişmeler yaşanmaya başladı. Büyük bir keyifle izliyordum. Şen kahkahaları ruhuma huzur veriyordu adeta. Pervin oynamak istememiş, gelip sırtını bana dayayıp çömelerek oturdu. Başını kaldırıp gökyüzüne bakmaya başladı uzun zaman. O an Pervin’in farklı koktuğunu hissetim. Kan kokuyordu sanki. Daha önce hiçbir çocuktan kan kokusunu almamıştım. Pervin düşüncelere daldıkça kan kokusu daha da artmaya başlamıştı. Nefes alamıyordum. Arkadaşının üzgün olduğunu gören Cemal, gelip yanına çömeldi Pervin’in.  Oyun oynayan çocukları bir kenara bırakmış tüm dikkatimle Pervin’i izliyordum. Cemal, Pervin’e, “Artık bizimle oyun oynamayacak mısın?” diye sordu. Pervin, irkilerek Cemal’e baktı. Gelip yanına çömeldiğini fark etmemişti. Cemal sorusunu tekrar sorduğunda Pervin, “Annem yakında büyüyeceğimi söylüyor. Küçük bir çocuk değilmişim artık. Annem, insanların büyüdüğünde sokaklarda oyunlar oynamadıkları söyledi. Bende haftaya büyük bir kız olacağım artık. Rüstem ağa ile evlenmem gerekiyormuş. Annem Rüstem Ağa’nın bize bu evi vereceğini ve artık çadırda kalmak zorunda olmadığımızı da söyledi.” Cemal, Pervin’in elindeki bileziklere bakarak, “Keşke evlenmeseydin. Benim de ablam evlendi. Bir daha göremedim onu. Yılda bir iki kez gelip gider kocası oda izin verirse,” diyebildi sadece. Pervin Cemal’i dinlemiyordu. Pervin’in kanlı kokusu nefesimi kestiği için zorla nefes alıyordum. Şimdi ise çocuklar büyüyecek olmaları ve sokakların boş kalması düşüncesi bana acı veriyordu. Korkmuştum. Demek insanlar büyüyünce oyun oynamıyorlardı. Bütün gün çocukların koşuşturmacaları, kahkahaları arasında geçti. Pervin yanımdan hiç ayrılmadı. Güneş batana kadar güneşi seyretmeye devam etti. Gece kara bir karga gibi kanatlarını indirince Pervin’in kanlı kokusu rüzgâr ile sokakları gezip evlerin kapıları pencerelerini yumruklarcasına uğulduyordu. Rüzgârın taşıdığı koku gelip beni sarıp kucakladığında üstüme bir hüzün çöktü. Pervin’i bir hafta boyunca hiç göremedim oyun oynayan çocukların arasında. Hafta sonu şenlik başladı.  Kasaba meydanında şarkılar çalınıyordu. Kadınlar sandıklarından en güzel elbiselerini çıkardılar. Tek tek süslendiler.

Pervin’i getirip odanın ortasında oturttular. Duvağının üstüne kırmızı bir örtü atılmıştı. Örtünün altında kırmızı boyanan küçük dudakları ve saman sarısı saçları parlamaktaydı. Kırmızı örtü ve kırmızı dudakları kan kokusunu daha da arttırmıştı. Artık boğulmak üzereydim. Güçlükle nefes alabiliyordum. Rüstem Ağa’ya yaraşır bir düğün yapıldığını söylüyorlardı. Yemekler elden ele dolaştı. Kasabadaki yoksul halk karınları tıka basa doyurdukları için mutluydu. Rüstem Ağa’ya şükranları sunup evlerine çekildiler. Pervin ile baş başa kaldık koca odada kan kokusuyla. Rüstem misafirlerini yolladıktan sonra Pervin’in yanına oturdu. Duvağındaki örtüyü kaldırdı. Koluna bir bilezik daha taktı. Rüstem küçük çocukları kaçıran çocuk avcısı oldu gözlerimde. Pervin’i alıp kaçırıp kendi evine getirmişti. Sokaklardan, çocuklardan ve oyunlardan koparmıştı. Şimdi ise kanca gibi pençeleri ile küçük kızın bedenini parçalayacaktı. Pervin bir daha sokağa çıkmayacak oyunlar oynamayacaktı. Rüstem, Pervin’i kucağına alıp oturttu. Küçük kızını kucağına alıp saçını okşar gibi saçını okşadı. Sıkı sıkıya tembihledi. Artık genç bir kadın olacağını söyledi. Sokakta çocuklarla oyun oynamamasını tekrarladı durdu. Eğer uslu bir çocuk olursa ve sabrederse ona bir bebek alacağını söyledi. 

Gece şiddetli yağmur yağıyor ve gök gürlüyordu. Çamurlu ve karanlık sokakları şimşek aydınlatıyordu. Çökmüş kara bulutlar olacakların habercisiydi. Bütün mahalleli uykularına dalınca sokaklarda Pervin’in çığlıkları yankılandı. Pervin’in yapma haykırışları altında bir baykuş acı acı öttü. Gecenin sonunda Pervin’in sesi duyulmadı bir daha. Çok dualar ettim uğuldayan rüzgâra Dunganga’yı getirip Pervin’i Rüstem’in pençelerinden kurtarması için. Pervin uyumamıştı. Kimseler gelmedi. Kimseler duymadı çığlıkları benden başka. Sabahın ilk ışıklarıyla Rüstem kanlı çarşafa sardığı küçük şeyi ayaklarımın dibine indirdi. Çarşafın içinde Pervin’in sarı saçları göründü. Haber mahallede çabuk duyuldu. Pervin’i almak için ölü yıkayıcılar sabah geldiler. Büyük ocaklarını kurdular. Bir atı ürküttüler ve yusufçukları. Ölünün çenesini bağladılar. Uzattılar. Sessiz ölüyü yıkadılar. Direnmedi.[6] Çarşafın alt tarafından sızan kan ayaklarından akarken anısı kalbimde tükenmedi.

Saniyeler dakikaları, dakikalar saatleri, günler günleri kovaladı. Dünya kötülükle doldu.  Zamanın dili olsaydı acıklı bir türkü söylerdi boşalan sokaklar için. Önce çocuklar çekildi sokaktan. Ardından her gece gelen yeşil parkalı gençlerde artık uğramaz oldu. Daha sonra gecede parlayan yıldızlarda kayboldu. Bir daha görmedim yıldızları ve beni gıdıklayarak uyandıran gençleri. Belki bir daha yıldızların ışığında kollarını ufuklar gibi açıp geremediler. Ya bir köşe başında kan sızarak kaşından ya da bir darağacında can verdiler.[7] Yahut karanlık bir gölge gibi onları takip eden beyaz arabalara bindirilerek karanlık duvarlar ardında işkence tezgâhlarında can verdiler.

***

Bir zamanlar bir evin duvarıydım. Oysa şimdi tek başına duran yer yer çatlamış bir duvarım. Yalnızlık tek arkadaşım. Mutsuzum. Bir ölüden farkım yok. İyice yaşlandığımı hissediyorum. Yıkılmaya yüz tutmuş bir duvardım artık.  Küçük bir rüzgârın esintisiyle devrileceğimden eminim. Çocuklar büyümüş sokakta oyun oynamaz olmuşlardı.  Sabahyıldızının rehberliğinde sokakta seksek oynayan kızlar, yalın ayak top oynayan çocukları izleyemiyordum. Oyun oynayan çocukların yerini ellerinde şeffaf bali torbaları, çakmak gazı, kibrit kutularında taşıdıkları rengârenk hapları, kaşıklarla erittikleri zehri damarlarına zerk eden gencecik fidanlar almıştı. Gece karanlığında koynuma sokulan gençlerin tek bir isteklerinin unutmak, her şeyi unutmak dediklerini duyardım. Unutmak. Keşke bende unutsaydım her şeyi. Pervin’in haykırışları. Gecede öten baykuşun acı ötüşü hala kulaklarımda. Silebilseydim kulaklarımdaki acı çığlıkları.

Ölmek sonsuza kadar uyanmak istemiyordum. Bir daha uyanmamak ümidiyle kederli bir halde uykuya daldım. Gece başımın üstünde bir baykuş acı acı ötmeye başlayınca uyandım. Gecede nefes nefese esen rüzgârın mahallenin mezarlığından taşıdığı toz, toprak ve kan kokusuyla sokaklarda lime lime olmuş elbiseleri ve üstündeki kirli battaniyesi ile bir kadın sarhoşlar gibi bir sağa bir sola yalpalayarak dolaşmaktaydı. Yorgun, zayıf ve güçsüzce ayaklarını zorla sürüyerek. Sanki ayakları geri gitmek istiyordu. Elinde sıkıca tuttuğu altın sarısı bir şey parlıyordu karanlıkta. Yanıma yaklaştıkça kan kokusu artmaya başladı. Pervin’in gelin geldiği günü tekrar anımsadım. Kalbim hüzünle doldu. Acı haykırışlar tekrar kulaklarımda çınladı. Çocuk avcısına lanetler yağdırdım. Geç saatlere kadar uyumayan Pervin’i kaçırmadığı için. Rüstem’in elinden kurtardığı için. Yaşlı kadın ağır adımlara yanıma gelip durdu. Ölümün kokusu tüm bedenimi sardı. Ölmek üzere olan bir kuş gibi titremeye başladım. Yaşlı kadın damarları morarmış kırış kırış elleri arasında tuttuğu parlayan şeyi gözyaşları içinde kalbimin üstünde oluşan çatlağa yerleştirdi. Pervin’in kokusunu aldım. Pervin’in saman sarısı saçlarıydı.

***

Sabahın erken saatlerinde bir ölünün haberi yayıldı kasaba meydanında. Yaşlı bir kadının ölüm haberiydi. Kimsenin dikkatini çekmedi. Kimseler üzülmedi. Kasabanın dışında, şehre giden yolun üzerinde göz alabildiğince görünen boş arazinin yanında yanındaki eski evin duvarı yıkılmıştı. Bazıları duvarın altında kalanın kendisi olmadığı için şükretti. Ölen yaşlı kadını duvarın altından çıkarmak için toplandılar. Yaşlı kadını duvarın altından çıkardıklarında kırışmış elleri arasında kanlı bir tutam saman sarısı saç bulunmaktaydı.


Adnan Altundağ


[1] Terziler Geldiler - Turgut Uyar, Büyük Saat YKY, Sayfa 223

[2] Ağlayan, uyumayan ve yaramazlık yapan çocukları uyutmak için 80’li yıllarda söylenen ninni. 2013 yılında çekilen Gulyabani filminde geçmekte.

[3] Nâzım Hikmet, Benerci Kendini Niçin Öldürdü? (Tıpkı Basım) YKY, Sayfa 10

[4] Nâzım Hikmet, Benerci Kendini Niçin Öldürdü? (Tıpkı Basım) YKY, Sayfa 11

[5] Kibar Feyzo (Kemal Sunal) İhsan YÜCE

[6] Ölü Yıkayıcılar - Turgut Uyar, Büyük Saat YKY, Sayfa 257

[7] Nâzım Hikmet, Benerci Kendini Niçin Öldürdü? (Tıpkı Basım) YKY, Sayfa 11

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page