Efendim, bendeniz İstanbul Posta İdaresi memurininden İshak. Sağ olsunlar dostlar, refikler evveline “Kalender” sıfatı ilave etmek suretiyle adımı bittamam “Kalender İshak” yapmışlardır. Kalenderliğim ta mübarek validemin âlem-i ervaha, benim de âlem-i şuhuda gözlerimi açtığım o günden beri üzerimde yamalı bir hırka gibi durmaktadır. Arkamdan İshak diye nida edildikçe ekseriya duymam efendim. İlla ki ismimin önünde Kalender’i de olacak ki benim nazar-ı dikkatimi celbedebilsinler. Hâsıl-ı kelam, boş lakırdıyı da kesret-i kelamı da sevmediğim için hemen asli mevzuya intikal etmek isterim.
Mütebaki cemaziyelevvelin on dördünde posta idaresi umum müdürlüğü tarafından dairemizin şefine bir evrak-ı mahsusa gönderilerek yirmi yıldan beridir ardiyemizde, haşr-i azamı bekleyen ehl-i kubur gibi yatıp duran sahibine vasıl olamamış mektupların mümkünse acilen isali, vasıl edilemeyenlerin de itfa suretiyle imha edilmesi ve ardiyelerin tahliyesi emredildi. Devr-i Abdülhamit Sultan’dan beri şefliğimizi deruhte etmekte olan Asım Efendi, odacısı Çolak Duran ile bendenizi makamına çağırtarak bu tekellüflü vazifeyi tebliğ etti. Bu ulvi amma bir o kadar da meşakkatli vazifeyi benden daha iyi yapabilecek başka bir memurunun olmadığını, bendenizin zaten yirmi yılı aşkındır ardiye mesulü bulunduğumu, vazifemdeki muvaffakiyetlerimden ötürü Gazi Paşa’mız tarafından daha geçen yıl Ankara’ya davet edilmek suretiyle hususi nişanla müşerref kılındığımı da sözlerine ilave ederek odasından uğurladı. Çıkarken de, “Kalender İshak Efendi, göreyim sizi, on gün içinde bu müşkül durumdan kurtarıverin bizi,” demeyi de ihmal etmedi.
Efendim, sözü mest lastiği gibi sündürdüğümün idrakindeyim evet, makbul olan sözün kısasıdır amma bu kadarcık da anlatmazsam mevzu muallâkta kalır endişesi taşımaktayım. Velhasılı efendim, şefimin odasından ardiyeye dönüp yıllardır birikmiş mektupları koyduğumuz dağlar cesametindeki iki büyük sandığı gördüğümde bu vazifenin altından kalkamayacağım endişesine duçar olarak naçiz bedenim bir ihtizaz ve helecana uğradı. İki teşehhüd miktarı istirahati müteakiben Rabbül-âleminin hususi bir lütfuyla üzerime bir sekine indi de ancak o zaman bu kudsi vazifeme başlayabildim. Ardiyede on yıla yakındır teşrik-i mesai ettiğimiz, sadrazam Ahmet Tevfik Paşa’nın bahçıvanının beslemesinin oğlu olan Sadettin isminde gençten bir memur da bana vazifemde muavenette bulundu. Okuması yazması ona ancak ümmi dedirtmeyecek kifayette olan bu genç, sandık içindeki zarfları askeri, hususi, resmi, bilakayıt olarak tasnif ediyor, ben de onların bir kısmının içlerini, bir kısmının da zarflarını okumak suretiyle üzerlerine “vasılı mümkün” ya da “itlaf” yazarak icabını yapıyordum. Mesaimizin birinci haftasına doğru sandıkların birini tamamen bitirmiş, diğerinin da nısfına ermiştik. Şefimiz birkaç kez ardiyemize teşrif ederek a’malimize nezaret etti, bizi takdirlerini ifade eden birkaç hüsn-ü kelam ile teşci etti. Bir perşembe günü vakit akşamı irtikap etmeye yüz tutmuşken Sadettin elinde bir zarfla yanıma geldi. “İshak Efendi, bu zarfı ne yapacağımı bilemedim, size bırakayım, siz münasibini yaparsınız,” diyerek zarfı gün içinde oturduğum pencerenin kenarındaki kürsünün üstüne bırakıp gitti. Her ne kadar içimden, “İnsan paşa konağında yetişse de andaval olmaktan beri kalamıyor,” diye söylenirken bir taraftan da bu meş’um zarfa atf-ı nazar etmeye başladım. Bu mektup birkaç askeri birliği dönüp dolaştıktan sonra sahibiyle bir türlü vuslata erememesi sebebiyle kat-ı ümid edilerek posta idaremizin ardiyesine gönderilmiş ve yıllardır burada kaderine terk edilmişti. Merakıma mucib olunca zaten ağzı açık olan zarftan mektubu çıkarıp okudum. Şunlar yazıyordu:
“Canımın paresi, derde dermanım, Gül-i Handan’ım
Layık-ı vechile bir vedaya dahi muvaffak olamadan sizden müfarakat etmek beni bu sefer her zamankinden daha fazla müteessir kıldı. Çadırımda ne zaman gözlerimi kapasam yaralı erin kopan bacağını tımar ettiğiniz esnada başınızı çevirip, o simsiyah gözlerinizle bana bakarak, ‘Vazife cümleden ala Doktor Nazif Bey, memleketin başı selamete erene kadar ağız tadıyla bir veda bile bize haram,’ deyişiniz geliyor. Sultanım, sesiniz titremese, o vakur etvarınızla neredeyse ayrıldığımızdan müteessir olmuyorsunuz zehabına kapılacaktım. Elinizle silmeye, göstermemeye çalışsanız da o güzel gözlerinizden akan ve her damlasına kurban olacağım giryelerinizi görmesem sizi taştan yapılmış bir abide zannedecektim.
Handan’ım, canımın yongası,
Sizinle yarım yamalak vedalaşıp hastaneden ayrıldıktan sonra hepimize, evlerimize uğrayıp helallik almak için iki saat mühlet verildi. Anacığımın elini, küçük hemşirem Nalan’ın alnını öpüp doğruca Karaköy’de bizi bekleyen vapura bindik. Mülazım-ı evvel Dr. Ferit vapurda her birerlerimize vazifemizi tevdi ve izah etti. Çanakkale’de harp hattının gerisinde bir seyyar sahra hastanesi tesisiyle vazifeliydik. Zabit olarak Dr. Ferit’ten gayri ben ve mülazım-ı sani Dr. Nedret vardı. Sıhhiye çavuş ve onbaşılarından mürekkep hasıl-ı cem elli kişiydik. En çok da Dr. Nedret’e giran gelmişti bu vazife. Doğumu senin marifetinle olan daha iki günlük sabisini ve lohusa Feride’sini geride bırakarak cepheye gönderilmek meyus etmişti onu.
Benim nazlı yar-i gamgusârım, Handan Sultanım,
Bu mektubu size bölük bölük yazmak zaruretinde kalıyorum, zira bu gece istirahatli olsam da her an avcı hattından yaralı bir er getirildiği ve nöbetçi Dr. Ferit her birine yetişemediği için emir erini çadırıma gönderip muavenetimi istirham ediyor. Mektubum bölük pörçük olsa da zihnimde, tasavvurumda sizin içime inşirah salan o kudsi hayaliniz yekpare bir şekilde arz-ı endam ediyor. Bilmem ki bu mektubum sizin dest-i nazeninize ne zaman vasıl olur. Kim bilir bu çetin harp nagehan hitama erer de mektubumdan evvel ben vasıl olurum sizin aziz huzurunuza.
Handanım, medar-ı sürurum,
İstanbul’da onca gaile arasında bir türlü mevzu bahis yapamadığım, bir taraftan harbin keskin kılıcı başımızın üzerinde kavisler çizerken, diğer yandan İngiliz mülevves çizmeleriyle haremimize girmişken söylemeye hicap ettiğim şeyi müsaadenizle şimdi söylemek istiyorum. Sizinle saadet-i dareyn süruruna erişmek maksadıyla dest-i izdivacınıza talibim efendim. İstanbul’a avdetimde suret-i katiyede mazeret kabul etmeksizin validemi hanenize gönderip sizi anacığınızdan isteteceğim. Sizinle birlikte, rahmetli pederimden tevarüs Erenköy’deki küçük konağı cennet nümun bir köşecik yapmak arzusundayım.
Handan’ım şimdi bir kısa mola vermek zarureti hâsıl oldu. Dr. Ferit’in emir eri, çadırıma gelip, ‘Komutanım, Seddül-Bahir cephesinden yirmiye yakın yaralı asker getirildi. Meded edin ne olur,’ dediği için mektubumu burada kat ediyorum. Çadırıma dönüşte devam edeceğim sultanım.”
Mektup natamam bir surette burada hitama ermekteydi. Ahirine kırmızı mürekkeple, “Şehit Mülazım-ı Sani Dr. Nazif Bey’in bu mektubunun Gümüşsuyu Askeri Hastanesi İkinci Hariciye Koğuşu gönüllü hemşirelerinden Handan Hanım’a tebliği için gereği…” yazan bir haşiye düşülmüştü. Zarfın üzerinde yine kırmızı kalemle posta idaresi tarafından, “Muhatap Handan Hanım’ın Trablusgarp Askeri Hastanesine sevkinden dolayı mektubun posta idaresine iadesi,” yazan bir diğer müsveddeye benzeyen ibare vardı.
Bu hadise karşısındaki teessüratımı beyan etmekten acizim efendim. Sanki onca senedir posta idaresinde bulunmaklığım kaderin sevkiyle bir vazifeye ihzar edilmek içinmiş gibi hissettim. O vakit, idrak ettiğim bu vazifeyi ifa için ne icap ediyorsa yapmağa karar verdim. Hemen bir kâğıt kalem alarak umum müdürlüğümüze hitaben emekliliğim için bir istida kaleme aldım. Hiç bir gailenin bu vazifeme manisine müsaade etmeyecektim. Lüzum olursa sokak sokak koca İstanbul’u dolaşıp Handan Hanım’ı bulacaktım. Anladım ki, bundan sonra dünyadaki yegâne vazifem, bu mektubun Handan Hanım’a ulaştırılması idi.
Ahmet Karadağ
コメント