“Öldüm ulan!” dedi çocuk. Işın kılıcı tam isabet. Terliğini çıkarmaya uğraşırken birkaç saliseyle kaçırmıştı. “Üf ya!” diye hızla döndüğünde, annesinin gözleri çocuk seslerinin geldiği odayı gösteriyordu.
***
Kapı, pencere ardına kadar açıktı. Perdeler de. Kara kuzulara dönmüş keratanın da aralarına karıştığı çocuklar hep bir ağızdan bağrışıyorlardı. Onlar tabletleriyle dünyayı kasıp kavuran oyunun peşinden değil yan odaya, Fizan’a bile giderlerdi zaten.
Gelenler yan yana oturdular, adamın burnu kavlamıştı. Kadının aklı omuzlarında. Eli tatlı tatlı kaşınan kabartıya gidiyor, soyulan derinin acıyı sıyırıp geçen serinliğiyle ürperiyordu.
İyi ki, kimsenin aklına tatiliniz nasıldı, sorusu gelmedi. Bazen sesi terbiye ederek cevap vermek zordur çünkü.
Az önce tansiyon aletiyle kapıyı açan evin büyük kızı, buğulu cam sürahiyle birkaç su bardağını masaya bıraktı. İçinde limon dilimi olanı doldurdu, uzatırken “Su içmeyi ihmal ediyorsun anne,” dedi, “takipten bıktım,” sonra döndü, “sen de söyle dayı! Bir de onunla uğraşmayalım.” Ardından sirkeliyi -ılık, yudum yudumdan- günde kaç bardak içmeliye kadar sabah programlarından öğrenilenler sayıldı döküldü. Uykular yıldızlara meyilli olduğundan kahvenin talibi çıkmadı ama çayı da demlemişti. Ağır zamanların ortada dolananı olmak, pencereyi aralamak gibiydi. Söyleyiverdiği üç beş cümlenin bile yarattığı esintinin yanında kül tablalarını ikide bir değiştirdiğinden salonun duman altı hali ilk bakışta şaşırtıcı geliyordu.
Bagaj eşyalarını evlerinin girişine bırakan tatilciler kanepede, okey taşlarının boşluğunu otuzüçlük tespihle dolduran ak saçlı baba koltukta, tülbendi enseden bağlı bel fıtığından mustarip anne karşı sandalyede, bu geliş gidişlerle oyalandılar bir süre. Bakışların kimi ekrandaki reklamlardan kıpırtısız perdeye, kimi emektar örgü makinesinin üstünde anca kendini yelleyen pervaneden ördekli gece lambasına gezindi. Vitrinle tavan arasına sıkıştırılmış fotoğrafı keşfetmek kadına kaldı. Uçuk yeşil plastik çerçeveden taşan dört çocuklu ailenin neşesi. Baba, yoksulluk çemberini devlet memuru kravatıyla kırmış, gürbüz annenin gülüşü yavrularınkiyle tamamlanmış. Kimi eşikte kimi beşikteki çocukların birbirlerini hem dövdüğü hem sevdiği zamanlar. Dünya evin alanı kadar.
Sonra, “Kaza saat kaçta olmuş?” dedi kanepedeki adam. Omzunun derisini usulca soymaya çalışan kadın öğle sıcağında güneşlenmese, akşama doğru biber gibi yanmaya başlayan tenine yoğurt çare olabilse, gece derisinde bir ateş topu dolaşmasa, telefonun sesini duymayacaktı; alçak sesle duraksayarak konuşulanları, fren izi olmadığını, alkolün vücuttan kaç saatte atıldığını da. Gecenin derlenip toparlanmış, yenilir yutulur hali anlatılacaktı şimdi. Tespih şakırtısı kesildi.
“Üç buçuk… Dörde yakınmış. Rampadaki dönemeçte. Çarpmayı duymuş ama görmemiş. Geri geri gitmiş bir de.”
“Alkol?”
“…Iııı… Muayeneye ertesi gün gitti.”
“Aileye ulaştınız mı peki?”
Tülbentini sıyırıp yeniden bağladı anne. Gözleri sulanırdı hemen.
“İstemediler… Gelmesinler demişler… Bir evin bir oğluymuş”.
Beton bina, gün boyunca içine işleyen sıcağı salıverdi. İçerden gelen levelin çığlıklarıyla bir an sustu, çayını yudumladıktan sonra devam etti.
“Bizimki kafayı tırlatacak diye korkuyorum. Biraz uzaklaşsın diye gönderdik. Geline her şeyi söyleyemiyoruz, erken doğum tehlikesine karşı arkadaşının servisine yatırdılar.”
Yirmi dokuz yaşında birinin kan parası tahminen ne tutar?
“Lise mezunuymuş… Bekâr… Bunlar lehimize sayılırmış.”
Çaylar tazelendi.
“İşi?”
“Güvenlikçiymiş. Vardiyadan dönüyormuş.”
“Araba karşılar mı bu durumda? …Ev de mi? Devredilse…”
“Yok! Evi başkasına devretsek bile tarihten işkillenirmiş hâkim.”
Araba tazminatı karşılayacak gibiydi. Üç aşağı beş yukarı.
“Birer çay daha?”
İstemediler.
Kanepedeki adam doğrulduğunda gövdesini iki yanına esnetti.
“Güneş karşıdan vuruyordu, yol yormuş,” dedi, “eşyaları kapı girişine yığıverdik. Göreyim istedim seni. Sabah yine gelirim, abla. Hal çaresi düşünürüz.”
Sonra içeri seslendi. “Çağdaş gidiyoruz, hadi!” Biraz sonra kadın kucağında uyuyakalan oğlunun tabletini usulca aldı. Aracın arka pencere boşluğuna sokuştururken, camda sallanan fosforlu yazı parıldadı. Arabada prens var. Rampayı dönüyorlardı.
Aliye Zorlu Mit
Comments