Utanmaktan berî en umarsız hâlleriyle hanın girişinde dört tahta iskemlede oturuyordu dört üryan kadın. Saçlarının siyahlığı ve boylarının bel hizasına denk gelişi dikkat çekici, uçlarının kıvrımıysa genç kızların ayna karşısında süslenirken dışarıdan çarpan ışık kolye uçlarını nasıl parlatıyorsa aynen öyle ışıl ışıldı. Külhanbeyliğin kalmadığı zamanlardı. Eline tespihi geçirip fesi yana kaydıran beyliğe soyunacak olsa bu kadınlar onları kovalar aklının bildiğini yaparlardı.
Hanın yanı başında eskimez ağacın dibinde her gün bir başka türlüsü tüneyen oğlanlara da aldırış etmezlerdi bu kadınlar. Oğlanlar onları şehvani duygularla izlemezdi. Koca gözlerinin süzülüşlerinde kimine göre uçup giden bir kelebek vardı ve bu kelebeği takip etmek evlaydı, kimine göre sadece karasinek dökülürdü o kirpiklerden. Sağdan bakarsan üçüncü soldan bakarsan ikinci iskemledeki kadın üryan hâlinin hangi cebinden çıkardığı bilinmez bir sigara yaktı. Çıkardığı duman, han duvarının dibinden gökle buluştu ve yükseldikçe yükseldi. Aynı dumanın içinde kara sineklerle kahverengi kelebekler dans ederken oğlanın biri dumanı üfüren kadına yaklaştı. Karşısındakinin üryan hâlinin normalliği kadardı kendisinin uzunca bir kuyruğa sahip olması. Saklamaya çalıştı yıllarca ama ne yaptıysa saklayamadı o uzantıyı ve hep başkalarınca üzerine basıldı. Basılınca canının yanmamasını öğrenmişti, bakışların rahatsız etmemesini de fakat bir şey vardı ki buna çok içerliyordu. Bazısı tutup çekiştiriyordu kuyruğunu; zaten saklayamadığı bu uzuv, onların çekmesinden kaçırmak için sağa sola dönerken bir deve dönüşüyor, etrafındaki her şeyi deviriyordu. Bundan sebep çok ortalığa çıkmazdı bu oğlan. İşte en az kendisi kadar anormal olup normale dayanmış bu dört kadının etrafında olurdu bazı bazı ve kendisinin kendisine katlanmasına bahane olurdu bu kadınlar.
Her şey anormaldi de bu oğlanın itikadı sağlamdı, garip. Ne şikâyet eder ne yaşadığı bunca zorbalık ve zorluğa rağmen canına kıymak bilmezdi. Düşünülesi değildi canına kıymak; o, bir sedef kutunun içinde saklanan akrep gibi bir şeydi. Fakat hissediyordu, varlığına katlanmasına sebep bu dört kadından biri bir gün çıkıp o kutuyu eline tutuşturuverecekti ve dayandığı bu normallik ilkesi yerle bir olacaktı. Bunu bilip yine de tutunurdu bu hâle.
Yine bazı zamanlar semtin iskele kenarına tünerdi bu oğlan ve kayıkçıları izlerdi. Bir gün birkaç ipsizi taşıyan bir kayıkçı bulsa isteyecekti ondan kayığı; e ipsizi taşıyan ona da kiralardı diye düşünürdü fakat çoğudur ipsiz gelen de yoktu. Taşının toprağının altın olduğu artık aşikâr olan bu şehre çalışmamak için geleni yoktu. Yeni gelenlerin bellerinden başlayıp sırtlarına doğru kavrattıkları ipler, denizdeki ışıltılar gibi parlardı. Heves ederdi ip dolanmaya ama o kadar anormaldi ki bu mümkün gelmezdi ona. Düşündü. En iyisi bolca para biriktirmeliydi. Belki o zaman kimse kuyruğuna aldırış etmeden parasına bakar kiralardı ona kayığını. O da küreğe dayanır, karşı kıyıların bir kalesine kendini kapatır orada öylece ölmeyi bekleyebilirdi.
Önce kadınlara gidip arzuhalini söyledi. Dördüncü iskemledeki, kara ve patlak gözlerini kıstı. Bir diğeri sedef kutuyu uzattı; içindekini yerse kuyruğunun düşeceğini söyledi. İnanmadı. Başka bir yöntem düşündü. Eve gidip boylu boyunca sırtına yapıştırdı kuyruğunu. Ah o zaten peşindeki fazlalıktı şimdi sırtına kambur da olmuştu. Gerçeği büyüdükçe büyüyordu.
Ertesi gün çarşı ağasını bulup küfe taşımak istediğini söyledi. Ağa, “Bu kamburla taşıyamazsın,” dedi. O, yıllardır bu işi yaptığını kamburun ondan oluştuğunu söyledi. Ederinden az paya râm eyledi; artık hamaldı. Ardında ve içinde taşıdığı yükten daha ağır bir şey taşımayacağını düşündüğünden kendini hamal ustası olarak satabilmişti.
Nice eşraftan, esnaftan, ağadan, paşadan adamlar gördü. Nice yüklerini taşıdı. Akşamları eve döndüğünde kuyruğunun sırtına yapışan yerinin yara olduğunu görüyordu ve sabaha kadar sızım sızım sızlıyordu. Bir sabah kuyruğu öyle yaraydı ki yapıştıramadı öylece gitti çarşıya ve öylece çalışmaya devam etti. Evet hâli normal değildi. Ama iş beklemezdi beklemedi de. Taşımaya, taşıdıkça taşımaya devam etti. Ne çarşı sahibi ne esnaf ne ağalar ne paşalar… hiçbiri garipsemiyordu hâlini. Artık anormali mümkün bir şeydi.
Gel zaman git zaman parası epeyce birikti. Uzun kuyruğuna ek, artık kafasına doğru uzanan kulakları ile uzunca elleri vardı. Her gün daha da irileşiyor ve buna katlanmak için o kadınların yanına gitmiyordu artık. Zamanla o kadar devleşti o kadar güçlendi ki tüm çarşı eşrafı malını ona taşıtmak ister olmuştu. Kendisini çok özel hissediyordu. Zaman zaman kirpiklerinden uçuşanları izlediği o dört kadını da birkaç ipsizi taşıdığını umduğu herhangi bir kayıkçıyı takibi de unuttu. Kendi kendiyle dopdoluydu. Büyük bir haneye yerleşmişti. Kocaman bir dev aynası vardı. Aynada her gün uzunca kuyruğa bakıyor, kulakları ve büyüyen elleri hoşuna gidiyordu…
Bir gün çarşıya yüklerinde dolu dolu yılan derileriyle Mısır diyarlarından kimseler geldi. Bizimkini gören o kimseler, hemen davrandı. Koca koca küfelerle önce han eşrafıyla konuşulacak eğer işlerinin oluru varsa kayıklarla karşı kıyıya geçilecek ve o taş kalede bu derileri işleyecek olan terziye verilecektiler. Bizim oğlanın belindeki peştamala öyle deste para koydular ki sanki göbeğinden dışarı bir fıtık çıkmış gibiydi. Bir eli göbeği üzerinde diğer eli sırtındaki küfede, kayıkçıların dibindeydi. Ellerini ovuşturan kayıkçıların biri gelip biri gidiyordu. “Ağam buyur birlikte geçelim, parası mühim değil ayağın alışsın,” diyorlardı. Oğlanın gözünden eski zamanlar geçti. Şu taşa oturup aynı haliyle nasıl da görünmediğini hatırladı ve şimdi yine aynı haliyle nasıl da görüldüğünü.
Küreklere davranan bilekler, bir yandan bizimkini gözleyen gözlerle bir telaş içindeydiler. “Bu in midir, cin midir, peri masalının devi midir?” diye düşünen kayıkçı, bir taraftan peştamaldaki şişkinliğin farkında diğer yandan üzerini ne kadar örtseler de ışıltısına engel olunamayan derilerin büyüsündeydi. Güçlü bileğiyle beline dolanıp paraya konmayı onu da denize savurmayı düşündüyse de iriliğinden korkup cesareti galebe gelemedi. “Piriyiz buraların nedir, neyin nesidir öğreniriz elbet, hele bir dur,” dedi nefsine.
Karşı kıyıya geçmişlerdi. Göbeğindeki şişkinliğe elini daldırıp çekti bu koca oğlan. Kayıkçıya uzanırken eli, “Akşama buralarda ol,” dedi dili.
Bu kıyının arifi değildi ama tarife de gerek yoktu. O taş kaleyi bilmeyen yoktu. Kendini görmese bir gören mesel etmiş tarif etmiş, adını duymasa duyan hikâye etmiş anlatmıştı. Vardı hiç yorulmadan kaleye. Daha çalmadan kapılar açıldı kendisine. Bunu da kendinden, cüssesinden, o uzun kuyruğundan, koca koca ellerinden bildi bizim oğlan. Bir görevliyle terziye doğru götürülürken sırma saçlı, cam gözlüyü gördü; içi kabardı.
Taşlıkta yürürken odalıkları, tahtları gördü; o an gözleri de irileşti. Bir zamanlar uzantısına ağlayan mahzun gözlü oğlanın gözleri adeta timsah gözlerine dönüşmüştü. Nihayetinde terziyi görünce dinginledi içindeki arzular.
Usta terzi, yılan derilerini görünce pek beğendi, bin teşekkür etti. “Bunlar,” dedi “bunlar çok değerli, çok kıymetli. Ah, daha fazlasına sahip olmak için tüm varlığımı verirdim.” Bunu duyan timsah gözlü bizim oğlanın gözü parladı, “Ben,” dedi, “daha fazlasını getiririm, hem de daha az liraya.” Terzi bir an tereddüt etse de “Âla,” dedi. “misafirimiz ol, detayları konuşalım.”
Bizim oğlana güzel bir odalık verdiler, güzel yemekler yedirdiler. Sırma saçlı, cam gözlü büyük tabakların birini götürüp diğerini getirirken bizimkinin hayali çoktan bu taş kale ve bu güzelle süslenmişti bile. Hani bir vakit bu kaleye gelip bir zindanda ömrünü tüketmek isteyen kuyruklu, bu kalenin sahibi olmayı nasıl da hemen hayal etmişti. O bedbin gözler nasıl timsah gözü gibi fikirlerde ışıldayana dönüşmüştü…
Oğlanın kalede konakladığını duyan karşı kıyıdakiler dili konuşmaya kiraladılar. Kulaktan kulağa yayıldı konuşulanlar, “Oğlan,” dediler, “peri gibi bir kızla evlenecek, taş kalede yaşayacakmış.” Onu taşıyan kayıkçı ise “o koca eri bu kayık taşıdı,” diye nam bile yaptı. Hanın kapısındaki dört kadının kulağına kadar geldi söylentiler. Kadınlar birbirinin yüzüne bakıp iri gözlerini kaldırıp kaldırıp eğdiler. Uçuşan kelebekler, uçuşan sinekler havalandı, bir toz bulutu halinde karşı kıyıya taş kalenin üzerinde dönmeye başladılar. Döndükçe döndüler. Bir su buharı gibi sızıverdiler kalenin içine.
Uzun zaman sonra yaşlı erler bu masalı şöyle hikâye ettiler:
Vaktiyle dipdiri çınar cüsseli bir oğlan var idi, o zamanlar ta orada taştan bir kale var idi. İçinde de bir güzel. Yılan derisinden esvap sever imiş bu güzel. O dipdiri oğlan güzele yılan derisi bulmak için bir yılan yuvasına düşmüş, yılanlar onu kemirdikçe kemirmiş. O yollardan geçen kervanlar koca bir kuyruk ile on bir kemik bulmuşlar. Bitevir gelmiş bu kuyruk adamlara. Yanına varıp bakmaya ermeden kuyruk koca siyah bir akrebe dönüşmüş kendi kendini iğnelemiş, yok olmuş gitmiş. Şaşalamışlar. İçlerinden su falı bakmayı adet eden bir yolcu fal edip bu adamın dört kadın tarafından büyülendiğini, önceleri sevilmediğini sonra semirildiğini söylemiş. Kimse muradına ermemiş, bir kerevete çıkma derdi bu iri cüsseli oğlanı hiç yaşamamışa dönüştürmüş.
Ayşegül Çetinkaya Çay
Comments