Güneşle uyandım. Tavanın kartonpiyerle birleştiği yerdeki sararmaya baktım. İçimde tuhaf bir his dolandı. Tanıdık olmayan. Bana pek sık uğramayan. Sarartılardandır dedim, geçiştirdim. Elimle yanımdaki komodinin üzerini yokladım. Gözlüğüme ulaştım. Her zaman önce gözlük sonra işitme aletleri. İkincisi çok lazımdı sanki. Duyacağımı duymuşum bundan ötesi tekrar. Bu yaştan sonra yeni adetler. Kapının zilinde yazan ismi de değiştirdiler iki bayram arası zinhar evime uğramayanlarım. Evlatlarım. Karnımdayken kanımı, hayattayken canımı, ölünce malımı yemeye yeminlilerim. Evlat işte. Atıp satamadıklarım.
Lavaboda dişlerimin olduğu bardağın yerini de değiştirmemi söyleyip duruyorlar. Neymiş çocuklar korkuyormuş, hem hijyen değilmiş oralar öyle. Benim evimde benden daha çok hüküm sürenler. Yüreksizler. Ne çabuk da iğreniyor şimdiki çocuklar. Gelirler, yerler, içerler. Bir gün de, “Anne gel bize gidelim sana da değişiklik olur hem,” demezler. Değişiklik sevmezler.
Kahvaltımı hazırladım. Salının ilaçlarını sıraya koydum. Günlere bölünmüş ilaç kutusunu alt kattaki komşum Gülseren hanım kızım verdi. Her akşamüzeri annesinin koluna takıp aşağıdaki parkta dolaştıran, üç aylık maaşı yattığı günü çekip içinden asla kendine pay ayırmadan annesinin başucuna bırakan hanım kızım, Gülseren.
“Annem de çok ilaç kullanıyor. Bu kutu onun işini kolaylaştırdı, siz de karıştırmazsınız artık Rikkat teyzeciğim,” dedi plastik ilaç kutusunu uzatırken, ellerimi avcumun içinde topladı. Gülseren gülümsedi, oğlanlar bıyıklarının üzerinden ağız eğdi. Sadece gün değil saati de mühimmiş. Hem plastik de zararlıymış. Daha kaç kere söyleyeceklermiş. Gülseren’i değil onları dinleseymişim. Gülseren kadar ananızı düşünseydiniz.
“Anneni bir kafa doktoruna mı göstersek?” dedi telefonda duydum. Yarım akıllı gelinime bak sen hele. Hepi topu kütüphanede bir masa, bir bilgisayar verdiler diye ailenin okumuşu kesildi. Psikoloğa kafa doktoru diyen gelinim. Neymiş, evde her yerlerden naylon poşetler çıkıyormuş. “Sen benim her yerlerimi nereden bileceksin yer mantarı,” diye başlamak istiyorum, susuyorum. Hep susmaktan bunlar tepemde.
Kahvaltı bitti. Hiç telefon çalmadı. İlaçlar içildi. Öğle sonrası güneşi arka odaları geçti. Evin en serin odasında hiç sevmedikleri, “Atalım mı bunu satmakla uğraşılmaz,” dedikleri divanımın üzerine kuruldum. Dizlerimin derdini dinleyen, omuzlarımı iyileştiren, poşetlerimi gizleyen beğendiremediğim divanım. Caddedeki arabaların sesi de seyreldi, evin içini sadece hışırdayan poşetlerimin sesi doldurdu. Bayram da değil. Kapım çalmaz. Gülseren kızım uğrar belki kahveye. Biliyor poşetlerimi. En çok o getiriyor. Köşedeki eczaneninkiler en sevdiklerim. Beyaz, tok naylondan. Üzerinde bebe mavisi Umut Eczanesi yazanlardan. Biliyor Gülseren beni. Bir gün olsun da sormuyor. Keşke sorsa. Kimseler bana soru sormuyor. Yaşlandıkça sorusuz kalıyorsun. Elinde kalan tek soru, “Nasılsın? İyisin iyi,” oluyor. Cevabı kendiliğinden gelen soru.
Divanın yorgun somyası altından poşetleri çıkardım. Hepsini ellerimle düzledim. Avucumun içinde kaydı naylonlar. Yırtılanların, kopanların hasar tespitini yaptım. Hiçbirini atmadım. Bantlanacakları bir kenara ayırdım. Saydım. İki yüz kırk iki adet naylon poşet saydım. Arkama yaslandım. Bir kez daha saydım. Doğada çözülmeyen naylon poşetlerime baktım. Benim yüzüne bakılmayan divanımın somyasının altında parçalanan naylonlarıma baktım. Hizayla dizdiğim iki yüz kırk iki adet naylon poşetime baktım. Hepsi benimdi. Hiçbir yere gitmezlerdi. Ne zaman istersem orada divanımın altındalardı. Yatağımın altındakileri, ardiyede bavulların içindekileri hatırladım. Onları uzun zamandır saymadım. Bavulların içindekiler çocukların bayram ziyaretlerinden. Ucuz poşetlerden. Naylonu incelerden.
Telefon çaldı. Naylonlarımın üzerine basmadan girişteki aynalı mermer telefonluğa ulaştım. Nefes nefese kaldım. “Anne ancak bugüne randevu bulabildim. Allah aşkına direnme, hazırlan.”
“Oğlum,” dedim. İş yerindekilere emirler yağdıran sesini duydum. Sustum. “Tamam mı anne?” dedi. “Tamam,” dedim, kapattık.
Kahve saatimdi. Gülseren kızım ses vermedi. Naylon poşetlerimi özenle katladım, somyanın altına kaldırdım. Geçen bayram oğlanların getirdiği beyaz merserize hırkamı giydim. İkisi bir en ucuzundan bir merserize hırkaya girmişlerdi. “Anne beyaz sana çok yakışıyor,” diyerek vermişlerdi esaslı bir naylon poşetin içinde. Merserizesini dolabım diplerine sıkıştırmış, poşetini somyanın altına kaldırmıştım. Beyaz merserize hırkamla yüzüm daha da solmuştu ama yakışıyor demişlerdi. Yalandı. Her şeyleri yalandı.
Hasta falan değildim ki ben. İkna edebilirdim oğlanları ama “Geliyoruz,” dediler telefonda. Hoşuma da gitti. Torunsuz, gelinsiz sadece oğullar. Kahvelerimizi de içeriz belki diye hazır ettim her şeyi. Bayram da değildi üstelik. Uzun uzun içerdik kahvelerimizi. Kapının önündeki sandalyemde beklemeye başladım.
Telefonun sesine uyandım. Ev kararmış, araba sesleri çoğalmıştı. “Anne ya toplantılar çıktı, arayamadık seni de. Anlamışsındır ama sen gelemeyeceğimizi. Çıkacağız biz şimdi var mı bir diyeceğin?”
Kafamı toparlamaya çalıştım. Poşetlerimi hatırladım. Akşam üzeri alınması gereken ilaçlarımı atladığımı bir de.
“Hasta falan değilim ben. Ayarlamayın bana doktor neyim bok yedi başıcılar, verdiğiniz sözü tutsanız yeter.”
Önce duvardaki saate sonra evin içinde dolanan karanlık sessizliğe baktım. Odama gittim. Üzerimdeki beyaz merserize hırkayla yatağıma uzandım. Geçen bayramda aldıkları beyazı sevmediğimi bile bilmeyen, önemsemeyen oğullarımın hediyesi beyaz merserize hırkayla. Önümüzdeki bayramları düşündüm. O bayramlarda gelecek hediyeleri. O hediyeleri bana taşıyacak, saklayacak naylon poşetleri.
Geceyle uyudum.
Aysim Demiröz Göral
Comments