top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Elif Türa- Sis

Vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Ayla yatağında büzüşmüş, asılı bir yarasa gibi kımıltısız, saatlerdir karanlığa bakıyordu. Gözleri yorgun vücuduna isyan eder gibi, kapanmak istemiyordu bir türlü. Zaman zaman daldığı karanlığın içinden bir sis dalgası geçtiğini görür gibi oluyordu. O anlarda vücudu külçe gibi ağırlaşıyordu. Kalorifer borularından gelen metalik çıtırtılara, zaman zaman zihnindeki uğultu da eşlik ediyordu. Herkesin alçak sesle konuştuğu, anlaşılmaz, kuru bir kalabalığın uğultusu kaplamıştı odayı. 

Yerdeki telefonu alıp saate baktı. Birkaç saat sonra işe gitmek üzere kalkması gerekecekti. “Hiç değilse gözlerimi dinlendirseydim...” Günün ağarmasına birkaç saat kala bütün mahalle bir manastır sessizliğine gömülmüştü. Çıtırdayan kalorifer boruları da yorulmuş, zihnindeki uğultuyla birlikte susmuştu. Kalbinin sakin sakin atışını dinledi. Ne kadar da düzenli bir ritmi vardı. Neredeyse elli yıldır atıyordu kalbi, hiç teklemeden. Ne için atmaya devam ediyordu sahi?

Odanın sessiz karanlığında uçuşan sis, Ayla’nın her gece yalnız uyuduğu yatağının başucundan saten bir örtü gibi kayarak yatak odasının hemen yanındaki giyinme odasına doğru usulca süzüldü. Taksitlerini son nefesine kadar ödemeye devam edeceği yüzlerce parça pahalı marka giysinin, onlarca çift şık ayakkabının, rengârenk çantaların üzerini bir tül gibi kapladı. Yanı başından ayırmadığı çantasından sarkan ofis giriş kartının hafifçe sallandığını görür gibi oldu. İnce sis, yatağın ayakucundan ortasına doğru yayıldı, “Ayla,” diye fısıldadı. Yastığa dağılmış saç tellerine dokunup tam göğsünün üzerine bir ağırlık gibi çöktü. Ayla’nın gözleri bu şekillenen sise kilitlenmişti. Konuşmak istedi fakat ağzından tek kelime çıkmadı. 

Her saniye biraz daha şekillenen sis, “Hadi kalk bakalım şimdi,” dedi, alaycı bir tonla. Yoğun sis genç bir kadın siluetinde belirdi iyice. “Mutlu musun beni gönderdiğine?” dedi fısıltıyla.  

Bu ses Ayla’nın çoktan geçmişe gömdüğü birine aitti. Gömülmüş olduğu anı mezarlığından, alacakaranlığın içinden çıkmış ve hiç beklenmeyen bir anda gelivermişti.  Üç ay önce işten çıkardığı sekreteri Yonca’nın sesiydi bu. Ayla’nın gövdesine oturmuş, ince ve uzun bacaklarını onun kaburgalarına bastırıyordu. Göğüs kafesinin üzerine doğru biraz daha kaydı. Kısa elbisesi sıyrılmıştı, açılan pürüzsüz bacakları mermerden yapılmış tapınak sütunları gibiydi. Gür ve uzun saçları kuğu gibi boynundan akıp beline kadar uzanmıştı. Gözlerinin mavi ışıltısı engin karanlıkları aydınlatan bir deniz fenerinin ışığı gibi, Ayla’nın göz çukurunda yuvalanmış küçük gözlerine doğru akıyordu. Ayla korkmuyordu. Sadece bu güzellik karşısında kendi gövdesinin zavallılığını, sıradanlığını hissediyordu. Tanrı’nın boş bir zamanında yaratılmak ne büyük bir şanstı. Derin bir iç çekti ve kendi içine döndü. Ya o… İlk biriktirdiği parayla o çeşme gibi burnunu yaptırıp da botokslardan, yağ aldırmalardan ve onca servet ödediği sayısız cilt bakımlarından sonra ancak bu hale gelebilmişti. Yaratanın bu lütfundan mahrum olma gerçeği, aynaya her bakışında, güzel bir kadınla her karşılaşmasında, hatta patronun güzel sekreter Yonca’ya her iltifatında, Ayla’nın damarlarını keskin bir asit gibi yakardı. Ayla iri ve yuvarlak başı, boyunsuz gövdesine iyice gömülmüş vaziyette yatarken, küçük gözlerini Yonca’nın gözlerine kilitlemişti. Bir yandan da uyuşmaya başlayan kısa ve kalın bacaklarını hareket ettirmeye çalışıyordu. 

Yonca’nın gözlerinden yayılan o muhteşem deniz feneri ışığı, Ayla’nın zihninin en karanlık, en kuytu köşelerine kadar ulaşmış, beyninin en az kırk yıldır temizlenmemiş bir tavan arası kadar pis ve tekinsiz kıvrımlarını aydınlatıyordu. 

“Ayla, hatırlar mısın, daha ortaokuldayken öğretmenimiz sana ‘oğlum’ diye seslenmişti. Herkes gülmüştü. İrinli sivilcelerle kaplı yüzünde, dudaklarının hemen üstünde bıyıkların vardı çünkü. Oğlanlardan daha erken çıkmıştı bıyıkların. O ağır ter kokun, konuşurken sıçrayan tükürüklerin, annenin kısacık kestiği saçlarına rağmen omuzlarından eksik olmayan kepeklerin… Kimse yanına oturmak istemezdi sınıfta. Sık sık yalan söylemenden, bahçedeki kedilere eziyet etmenden ve bazı çocukların ödevlerini gizlice yırtmandan bahsetmiyorum bile. Sahi, nasıl bir çocuktun öyle Ayla? Tam bir baş belasıydın. Gerçi hakkını da yemeyelim, milletin en esaslı eğlencelerinden biriydin çoğu zaman.”  

Gözleri yuvalarından fırlamış, yüzü kıpkırmızı olmuştu Ayla’nın. 

“Bana Ayla Hanım diyeceksin! Ne cüretle benimle bu şekilde konuşursun! Nereden uyduruyorsun bu saçmalıkları!” Gözleri dolmaya başlamıştı. “Çok çalışkandım ben, sınıfın en iyi not tutanıydım, sınav zamanı notlarımın kopyasını almak için herkes sıraya girerdi. Sınav zamanları hariç, kimse günaydın bile demezdi ama olsun, ben onlardan daha zekiydim, çekemiyorlardı işte. Üniversiteyi tam dört yılda, hiç zaman kaybetmeden bitirdim ben. Senin gibiler sağda solda fingirderken, ben sabahlara kadar ders çalıştım. Sonra hemen para kazanmaya başladım, işte hızla yükseldim. Kimseye ihtiyacım yok benim! Bölüm müdürü Ayla’yım ben!  Senin gibilerle işim olmaz. Defol evimden!” 

Yonca, Ayla’nın inip kalkan göğüs kafesinin üzerinde durgun bir deniz gibi dingin ve sessizce oturmuş, acıyan gözlerle onu izlemeye devam ediyordu. Doğum izninden döndükten iki hafta sonra Ayla ona, “Performansın çok düşük,” demişti. “Bir saatlik işi dört saatte yapanlar evlerinde oturup çocuk bakar ancak.”

Ayla’nın bakacak bir çocuğu yoktu, çocukları hiç sevmezdi zaten. Bir evcil hayvanı, hatta küçük bir menekşe saksısı bile yoktu. O gün Yonca’yı işten çıkarırken, “Bu beyinsiz sevgi böceği analık işlerini zaten aptallar yapmıyor mu ki? Benim gibiler, bu aptalları yönetmeye yarıyor. Ben olmazsam işler nasıl yürür? Ama ya sen ve senin gibiler? Ne işe yararsınız? Sokaklar sizin gibi kuluçka makinalarıyla dolu,” cümleleri geçmişti aklından. Giderken ne kadar da sakindi Yonca, Ayla’nın yüzüne bile bakmamıştı. Muhasebeden çıkış işlemleri yapıldıktan sonra, yıllardır birlikte çalıştığı arkadaşlarına veda bile etmeden, çantasını alıp sessizce gitmişti.

Üzerinde oturan Yonca, “Aniden kovulunca çok hastalandım, sütüm kesildi. Bebeğim aç kaldı. Niye sana anlatıyorum ki anne sütü için ağlayan bebeği? Ne anlarsın sen… Aylarca iş bulamadım sonra. Yokluk çektik,” dedi. 

Sis daha yoğunlaşmış, Yonca daha da ağırlaşmıştı göğüs kafesinin üzerinde. Daha da büyümüş mavi gözleriyle Ayla’ya baktı. Yavaşça üzerine doğru eğildi. “Ben, ben, sadece ben, her şey benim, her şey yalnızca bana ait, koskoca Müdür Ayla! Kocaman ve zavallı bir ben! Yalnız ve bunak bir ihtiyar olarak öleceksin!” cümleleri Yonca’nın gözlerinden Ayla’nın zihnine aktı, aktı aktı… 

Ayla beyin damarlarının çıtırtısını hissetti. Haykırarak yataktan fırladı. Ter içindeydi, nefes nefese kalmıştı. Birkaç dakika yatağında oturdu. Ellerinin titremesi bütün vücuduna yayılmıştı. Engel olamadığı bir ağlama hissi içinde gittikçe büyüyordu. Yastıkların içine gömülüp bağıra bağıra ağladı. Biraz gevşeyince başını kaldırıp etrafına baktı. Perde kımıldamıyordu, odasında her şey yerli yerindeydi. Sisten eser yoktu, gerçekten var olmuş muydu ki? 

“Deliriyor muyum ben? Yok yok, karanlık, yalnızlık ve sessizlik bana yaramıyor, sosyal bir kelebeğim çünkü ben.”

Hızla kalktı. Koridorun ve tüm odaların ışıklarını yaktı. Oturma odasına koşup bir müzik kanalını açtı. Seksenli yıllarda ortalığı kasıp kavuran disko parçalarının yer aldığı bir konser kaydı yayımlanıyordu. Madonna’nın sesi evin duvarlarına çarptı. La is La Bonita’nın notaları, geceden kalan o uğursuz sessizliğin son kırıntılarını da süpürdü. Dışarıda gün ışımaya başlamış, sokak hareketlenmişti. 

Ayla kendini jakuzili banyosuna attı. Suyun altında dakikalarca durup gecenin üstünden akıp gitmesini bekledi. Sonra aynanın karşısında alışkın olduğu hareketlerle, yüzünü önce bol bir fondöten katmanıyla sıvadı. Üzerine sürdüğü pudra gecenin göz altlarına bıraktığı çöküntüyü kapatmıştı. Göz kalemi ve farlarla küçük gözlerini biraz daha irileştirdi. Kan kırmızısı dudak kalemini ve rujunu da ihmal etmedi. Üçüncü sınıf bir ressamın çizdiği abartılı bir porselen Venedik bebeğine dönüşmüştü. Seyrek saçlarını şöyle bir kabarttı ve son Paris seyahatinde aldığı parfümü üzerine boca etti.  Akşamdan hazırladığı elbisesini giydi. Aynanın karşısına geçip ince dudaklarına, ofistekilere dağıtmak üzere bir gülümseme yerleştirmeyi de unutmadı. Önemliydi böyle şeyler. Gece çok geride kalmıştı, yeni güne hazırdı şimdi.

Bodrum katındaki garaja inerken, asansörde çalan hafif müziği mırıldandı. Parlak ve soğuk floresanın aydınlattığı asansördeyken aynada kendini hayranlıkla süzdü.

Garaj girişi ile aracının arasındaki kısa ve sessiz mesafeyi koşar adım yürürken, yüksek topuklu stilettolarının sesi boş alanda yankılandı. Deri koltuklarına oturur oturmaz radyosunu açtı. Sürekli konuşan bir adamın sesi ve fondaki kahkaha efektleri arabaya doluştu anında. 

Şirketin ona tahsis ettiği son model lüks cipiyle garajdan çıkıp trafiğe karışmıştı artık. Sesler de aynı giysiler gibi, diye düşündü. Sesler de giysiler gibi, rengârenk, çeşit çeşit ve her zaman elinin altında olmalıydı, bir radyo tuşu kadar yakınında. “Yorgunsun Aylacığım, hepsi bu. Kabul et, kolay değil tüm gününü ayak takımını yöneterek geçirmek. Öğle tatilinde yeni giysiler alıp, sonra da bir hafta sonu kaçamağı ayarlamaya ne dersin? Yeter mi peki bunlar biraz tazelenmek için?”

Köprünün Avrupa’ya ulaşan ayağı yoğun sisten görünmüyordu, bembeyaz bir sisin içine gömülmüş gibiydi. Köprü üzerinde ilerleyen araçlar belli bir noktadan sonra bu yoğun sise dalıp, bir bilinmeyene doğru gözden kayboluyorlardı. Küçük bir çocukken yolculuklarda bulut kümelerini çeşitli şekillere benzettiğini geldi aklına. Başını kaldırıp bulutlara bakmak istedi. O an kalp atışlarının hızlandığını, ağzının kuruduğunu hissetti. Hemen gözlerini kaçırdı. Ve radyonun sesini sonuna kadar açtı. “Bahar duyguların uyandığı mevsim değil mi?” dedi radyodaki sürekli konuşan adam. Şirkete yeni aldığı genç ve ürkek stajyer çocuk geldi aklına. O mahcup, uzun boylu, kibar, yeni mezun, çıtır çocuk. “Evet, aşk mevsimi tabii,” dedi kendi kendine. Elleri, göğüs dekoltesine doğru kaydı. Dikiz aynasında kendi kendine göz kırptı. “Benimle bir akşam yemeğine kim hayır diyebilir?”

“Şimdi biraz nostalji,” dedi radyodaki adam. Modern Talking’in tekdüze ritimli şarkılarından biri başladı. Ayla sesi sonuna kadar açtı. Köprünün ayağına yayılmış yoğun sisi delmek ister gibi gaz pedalına yüklendi.


Elif Türa


0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page