Üçüncü Bölüm
I
Bir dönem Kor Şahyanmaz’ın kader ortağı olan Fuat Bey genç ve iyi bir dilbilimciydi. Fuat Bey, yeni dil felsefesi ve küreselcilik üzerine çalışıyor ve tek bir dil yaratma fikrine eleştiriler getiriyor, Chomsky’i yerden yere vuruyordu.
Coğrafyayı, tarihi ve siyaseti de iyi bilen Fuat Bey’in Kor’la yolu üniversite yıllarında kesişti. Entelektüeller Kulübü’nde bir araya gelmişlerdi. Onları tanıştıran Murat Hoca’ydı. Murat Hoca Entelektüeller Kulübü’nün fahri başkanı gibiydi. Herkesin ona çok büyük saygısı vardı. Fuat Bey’in de vardı var olmasına ama onu eleştirebilen, fikirlerine karşı çıkan tek kişi de oydu. Örneğin, Fuat Bey iflah olmaz bir küreselcilik karşıtıydı. Murat Hoca, kendi içimize kapanamayız, dünyanın gerekliliklerini yerine getirmemiz lazım derken Fuat Bey tam tersine, önce kendimize yetmeli sonra dünyaya açılmalıyız fikrini savunuyordu. Bu fikir ayrılığı Entelektüeller Kulübü’nü ikiye bölmüştü. Fuat Bey’in kulübe gelip gittiği dönemde ağırlık Murat Hoca’dan yanaydı. Öyle ki Fuat Bey’le alay etmeye bile başlamışlardı. Onlara göre Fuat Bey, komplo teorileri içinde boğuluyor, boğuldukça daha da hırçınlaşıyordu. Kor’la arkadaşlığı da bu yüzden bozuldu çünkü Kor, Fuat Bey’e hak verse de Murat Hoca’dan kopamıyordu. Hackerlığın felsefesini ondan öğrenmişti. Yapılacak bir sürü iş ve bu işlerle birlikte yeni fırsatlar vardı. Murat Hoca, Kor’a her zaman, “İlk iş dünyaya açılmayı öğreneceksin. Fırsatları kaçırmayacaksın. Bu da küresel bir bakış açısını ve daima devinen bir zihne sahip olmayı gerektirir,” öğüdünü verirdi. Bunu özellikle Fuat Bey’le görüştüklerinden sonra yapardı. Kor’la Fuat Bey çok iyi arkadaşlardı. Fuat Bey, Kor sayesinde yazılım dillerine merak sardı. Teknokratların geleceğin ortak dili yazılım dilleri olacak fikrine katılmasa da bu konuda kendini geliştirdi. Aslında Fuat Bey’in de matematiği iyiydi. Dile merakı da buradan geliyordu. Matematik bilgisiyle, dili birleştirmek ve insanın sırrını çözmek istiyordu.
Fuat Bey’in bu merakı önce İbranice ve Sanskritçe’ye sonra yazılım dillerine kadar uzandı. Öyle ki Sanskritçe’yi başkalarına öğretebilecek durumdaydı. Fuat Bey’in bu bilgisinden en çok Kor yararlandı. Sanskritçe’yi öğrenmekle kalmadı onu kendi hack yöntemlerinde de uygulamaya çalıştı. Şekillerle, çizgilerle çok ilgileniyordu Kor. Fuat Bey ona çizgilerin gizeminden bahsetti. “Bu çizgilere dedi evrende var olan ve var olmayan her şeyi gizleyebilirsin. İnsan yazıyla tanrılaştı,” demişti bir gün Kor’a.
Kor, bunu ilk başta anlamlandıramasa da daha sonradan ne demek istediğini anlamıştı Fuat Bey’in. Fuat Bey, bunu Murat Hoca’nın da çok iyi bildiğini ancak onun başka hedefleri olduğunu ve bu bilgiyi o hedefler doğrultusunda kullandığını da söylediyse de Kor bu söze pek aldırış etmemişti.
Derken bir gün Kor, kulübe geldiğinde Murat Hoca’yla Fuat’ı yumruk yumruğa kavga ederken buldu. İkisi de birbirine hain diye küfrediyor ve yumruk atıyordu. Fuat Bey, Murat Hoca’ya bağırıyor, “Sen bu ülkenin yetiştirdiği en büyük hainlerden birisin, o…. çocuğu. Daha kaç çocuğu kandırıp kullanacaksın, pezevenk,” diyordu. Murat Hoca da, “Bu ülke sizin gibi namuslu namussuzlardan çekti ne çektiyse. Bitti devriniz, bu millete çektirdiğiniz eziyet bitti, oh işte. Daha bunun arkası gelecek oğlum, arkası gelecek bittiniz siz, g.t herifler. Canınıza okuyacaklar, kurutacaklar soyunuzu.”
Kor daha fazla dayanamayıp aralarına girdi. Ben ise şaşkın şaşkın onları izliyordum. O sırada Agarta operasyonunda 3. dalga haberi ekranlarda FLAŞ FLAŞ FLAŞ sözleriyle birlikte dönüyordu. Haberlere göre asrın davasıydı. Gerçeklere göre bir ülkenin uçuruma sürüklenişiymiş. Biz de o sıcak temmuz akşamında anladık. Vah ki vah!
İşte Fuat Bey o kavgadan sonra bir daha Murat Hoca’nın olduğu yere ayağını basmadı. Entelektüeller Kulübü de zaten dağıldı gibi bir şey. Biz de burada böyle bekçi kaldık. Hani o kovboy filmlerinde terk edilmiş bir kasabada bir telgrafçı olur ya. Onun gibi işte.
“Ne çok şey biliyor bu Hizmetli Mustafa,” dedi içinden Aaron ama onun kendi kendine bile konuşmasına izin vermeyen Mustafa anlatmaya devam etti:
“İşte Kor kavgayı ayırdıktan sonra Fuat Bey’i arkalamayınca o da ‘Dostluğumuz buraya kadarmış Kahraman, umarım düşman olmayız,’ dedi ve arkasına bile bakmadan çekip gitti. Kor’un halini görmeniz lazım, beti benzi atmıştı. Bir süre kimseyle konuşmadı. Kimse ona ulaşamadı. Sonra bir gün Murat Hoca’yla birlikte güle oynaya geldiler. Ne oldu ne bitti, Hoca ona ne dedi, bilen yok.”
“Çok sağ ol,” dedi Aaron, “çok yardımcı oldunuz, bir şey daha soracağım. Bu Fuat Bey’i nerede bulabilirim?”
Güldü Mustafa, “Bulamazsın ama o seni vakti geldiğinde bulacaktır. Bil ki Gölgelere karıştı.”
Aaron bu son lafı tam anlamlandıramamıştı. Gölgeler ne demekti? Hikâye anlatıcılarının böyle gizemli laflar ettiğini biliyordu. En düşkünlerin gittiği kahvelerde bile böyle adamlar vardı. Yine de aklının bir kenarına yazdı bu lafı. Uygun zaman ve gölgeler. Mustafa’nın yanından çıkarken hatırladı, daha doğrusu Mustafa’nın bakışları ona gölgelerin ne demek olduğunu hatırlattı.
“Doğru ya,” dedi içinden, “Pandora ve Gölgeler”
“Ah Kor, ah nelere bulaştın kim bilir! Belki de yaşıyorsundur, kim bilebilir!” Güldü. “Ey Kor ya da onun kutsal ruhu, yaşıyorsan ses ver!”
II
Murat Hoca, Elpis’in algoritma çalışmasına yoğunlaşmış ve Aaron’u neredeyse unutmuştu. Elpis, çizgi algoritmasının sonsuz bir kördüğüme benzetiyor, işin içinden çıkamadığını anlatıyordu. “Bir ucundan yakalıyorum, devam ediyorum, kördüğüm. Sonra başka bir uç yine aynısı. Bu nasıl bir şey böyle Hocam.”
“Sakin ol,” dedi Murat Hoca, “onun da bir çözümü vardır. Zihnimizi boşaltmamız lazım önce. İnsan kaybettiği bir şeyi, kaybettiğini unuttuğunda yani aramaktan vazgeçtiğinde bulur.”
“Doğru diyorsunuz Hocam,” dedi Elpis ve ekledi, “Peki unutmak için napalım?”
“Bunu,” dedi Murat Hoca ve dudaklarına yapıştı Elpis’in. Elleriyle uzaklaştırdı Elpis, çok öfkelendi. “Napıyorsun sen, beni ne zannettin şerefsiz herif!”
Elpis, Murat Hoca’nın konuşmasına izin vermeden çıkacaktı ki, Hoca’nın can havliyle, “Bunu birine anlatırsan ya da işten vazgeçmeye kalkarsan senin gerçek kimliğini bütün aleme açıklarım ona göre,” dediğini duydu. Ne yaparsan yap dercesine bir el hareketi yaptı.
“Pislik herif,” dedi içinden, “beni şırfıntılardan zannetti. Ah, erkekler siz yok musunuz siz! Hepiniz böylesiniz. Azıcık samimi olmaya gelmiyor. Ne işin var senin burada, bırak git her şeyi diyor şeytan ama yapamam. Ah, keşke biri duysa bu içimdekileri. Yerde, gökte, yerin altında. Sonsuz bir gökyüzünde esirim ben.”
Gerçekten de öyleydi. Bunu intihar etmeden önce bıraktığı mektuptan biliyorduk. Elpis aslında Gölgeler’e çalışan bir muhbirdi. Bunu üniversiteden beri yapıyordu. Sanat Tarihi okumuştu. Kılık değiştirmede kimse onunla yarışamazdı. Çok dinler, çok konuşur ama konuşurken çok az işe yarar bilgi verirdi. İnsanları iyi gözlemler, profiller üzerine notlar alırdı. Hatta böyle bir kitap çıkarmayı bile düşünüyordu ilerde. Adı “İnsan Profilleri” olacaktı.
Anlaşılan Elpis, şeytanın avukatlığını yapmış, aptalı oynayıp herkese sürpriz yapmak istemişti. Bu öngörülemezlik belki de ölümüne sebep olmuştu.
Murat Hoca’nın bu tacizinden sonra Elpis, sırf Kor’a bağlılığından dolayı ekipten ayrılmadı. Ancak içindeki kin her geçen gün artıyordu. Çiftliğe daha az gelip gidiyor, iş dışında ne Aaron’la ne Murat Hoca’yla muhatap oluyordu.
Varsa yoksa çizgi algoritması.
Yine bir gün çiftliğe geldiğinde verandada yabancı birini gördü. Murat Hoca’yla gülüşüyorlardı. “Geldin mi Elpis,” dedi Murat Hoca, korkusunu gizlemeye çalışarak. “Geldim ya,” dedi Elpis, “gördüğün gibi.”
“Sormadan söyleyeyim. Bu dedi benim öğrencim Fatih. Yurtdışında yazılım okudu, Silikon Vadisi’nde üç sene çalıştı. Artık bize yardım edecek.”
“Haberim yoktu böyle bir şeyden,” dedi Elpis, Fatih’i şöyle bir süzdü. Gerçekten de adamın üzerinde Silikon Vadisi’nde çalışan beyaz yakalıların anlaşılmaz kibri vardı. Elini uzattı, “Hoş geldiniz,” dedi ve içeriye geçti. Şimdi de Fatih çıkmıştı başlarına. Bakalım daha neler olacaktı.
Tek başınaydı, Aaron’a güvenemiyordu. Yine de konuyu açmayı düşündü. Şimdi kim bilir nerelerdeydi.
III
Aaron ve Elpis’teki kopuşu fark eden Murat Hoca, kendini güvene almak için eski öğrencileriyle iletişime geçmeye başlamıştı. İlk gelen Fatih’ti.
O aslında örgütün yıldızlarından birisiydi. ABD’ye Silikon Vadisi’ne gönderilmesi, örgütün küresel çapta güçlü olduğunu göstermek içindi. İsmi Fatih değil, Ali’ydi. Fatih adını ona Murat Hoca vermişti. O da koşulsuz kabul etmişti. Ancak işin özü Fatih, Silikon Vadisi’nde tutunamamıştı. Başka işler yapmasına da örgüt izin vermedi. Apar topar Türkiye’ye, dönmüştü. Murat Hoca Fatih’i potansiyelinden çok sadakatinden dolayı yanında istiyordu. Gerçekten de Pandora’ya bağlılık yeminini edip Temmuz felaketinden sonra kaçkın olmayan birkaç kişiden biriydi. Daha sonra Fatih’le birlikte ekibe Zeynep de katılacaktı. Zeynep yeni açılan Yapay Zekâ Mühendisliği Bölümü’nde son sınıf öğrencisiydi. Ondan önce de yazılım bitirmişti. Pandoracılar onu kör noktalardan birine yerleştirmiş, en beklenmedik haberler de ondan gelmişti. Bakırcı’yla birlikte Mor Beyin ve gizli haberleşme uygulamaları üzerine çalışmışlardı.
Şimdi ateş hattına geçme zamanıydı. Murat Hoca onunla yaptığı konuşmada vefa borcunu hatırlattı. Bu temmuz enkazı kaldırılacaktı kaldırılmasına ama önce daha fazla sırrın açığa çıkması engellenmeliydi. Özellikle de Kor’un bildiklerinin.
Zeynep kıvırcık saçlı, ela gözlü alımlı bir kızdı. Boyu uzundu. Boynunda çocukluktan kalma bir yara vardı. O da Murat Hoca’yla üniversitenin ilk yıllarında katıldığı bir konferansta tanışmıştı. Hatta pek doğru görülmese de bir ara birlikte de olmuşlardı. “Eskiden olsa,” diye düşündü Zeynep, “eskiden bana bu sözleri söylese peygamber buyruğu bilirdim. Şimdi yalnız çıkarlarım için dinliyorum.”
Artık sadece Zeynep ve Zeynep’in çıkarları vardı. Murat Hoca’nın ve daha sonra Tekin’in onu aldatması, bunu başkasına söyledi diye şirketteki işinden kovulması ve örgüt tarafından karantina listesine alınması onu bu noktaya getirmişti. Yine de Pandora’ya bağlıydı. Onun için Roma demek medeniyetti ve bugünkü Roma da ABD’ydi. Günlüğünün bin ikinci sayfasına şöyle yazmıştı:
“Silikon Vadisi’ni aşıp Pentagon’a ulaşsam. Simurg gibi.”
IV
“Pantes antropopoi to eidenai oregontai fusei.”
Hiçbir şey hatırlamıyordu Aaron. Sanki derin bir kuyuda gibiydi. Yukardan bakılınca mavi gözleri parlıyordu. Kuyuda bir ışık, Aaron fakat geri kalan her şey karanlık. Kardeşleri onu bırakıp gitmiş miydi? Bilinmiyor. Bu bir sınav mıydı? Muamma.
Aaron’un gözleri birden açılınca, kendisini yerin altında bir yerde buldu. Yukardan sızan günışığı gözlerini almıştı. Göz kapakları birkaç kere kırpıştı. Nerede olduğunu anlamaya çalışıyordu. İzin verseler göğü delecek sarnıçlar bu zindanda adembabalar gibi öyle kalmıştı. Bu ürkünç yerde ne işi vardı? Bir şeyler hatırlamaya çalıştı. Evet Mustafa’yı hatırladı. Entelektüeller Kulübü’nden çıkışını, dönüp Mustafa’ya el sallayışını, peki ya sonrası? Sonrası yoktu.
Bir araba yanaşmış, ense köküne tabancanın kabzasıyla ya da bir sopayla vurulmuş, gözleri bağlanmış ve buraya, bu derin ve amansız sonsuzluğa getirilmişti. Güneş ışıkları biraz olsun düşüyor, bu sayede etrafını görebiliyordu.
Yuvarlak bir zeminin üzerindeydi. Yerde kadim hayat ağacı motifi vardı. Ortasına geldiğinde on iki meşale birden yandı. Aaron biraz korkmaya başlamış ama daha çok meraklanmıştı. Mustafa’nın dediği o sözden buraya daha doğrusu böyle bir yere geleceğini sezmişti sezmesine ama geliş şeklini hayal edememişti.
Etrafın büyüsünden kendini kurtarmaya çalışsa da pek başarılı olamıyordu. Bir ses duydu, “Aaron, korkma. Biz ne seni öldürmek ne de işkence etmek için buraya getirdik. Aslında seni buraya biz getirmedik. Peşine düştüğün sırlar seni buraya getirdi Aaron. Sen o tuğlayı çektin. Ama biz anladık ki duvar yine ayakta. Yine ayaktayız. Çünkü gerçekten isminin hakkını veren Kahraman Kor, bütün sırlarımızı saklamakla kalmadı, düşmanlarımızın sırlarını da bizlere getirdi. Bu sırlar hazinesinin anahtarı sende, senin beyninin içinde. Bize o anahtarı getirmelisin Aaron.”
“Siz kimsiniz,” dedi yutkunarak Aaron, “neden size güveneyim?”
“Çünkü zorundasın. Bütün Amerika’nın seni kemik bekleyen aç köpekler gibi beklediğini biliyoruz. Orada seni çiğ çiğ yerler. Şansın varmış, bize lazımsın. Bize gelince, benim adım Oğuz. Binlerce yıllık destanın şimdiki haliyim. Bunu bilsen yeter.”
“Şimdi bize en baştan her şeyi anlatacaksın.”
“Fuat Bey nerede? Onunla konuşmam lazım.”
“Eğer dediklerini doğrularsak Fuat Bey’le de konuşursun. Ama önce bildiklerini anlatacaksın. Merak etme, canını almayacağız. Ama anlatana kadar ve doğru söylediğini anlayana kadar bizim misafirimiz olacaksın.”
“Peki,” diye başını salladı Aaron. İçten içe şüpheleniyordu. Onun bildiği “Gölgeler Örgütü” asla böyle çalışmazdı. İsmini bu kadar açık söylemez, böyle ezoterik törenler yapmazdı. Yine de anlatmaya başladı. Buradan çıkış için tek şansı buydu:
“Biz Kahraman Kor Şahyanmaz’la hacker dünyasında tanıştık. Kor, o zamanlar yalnızca hackerların ulaşabildiği bir blog sitesi açmıştı. Çeşitli röportajlar yapıyor, yazılar yayınlıyordu. Bunlardan bazıları kodlama, bazıları dil bazıları da felsefe üzerineydi. Hakim Bey’in T.A.Z kitabından çok etkilenmişti. Hackerların görevinin önce kişisel anarşi alanları yaratmak ve daha sonra bu alanları internet üzerinden tüm dünyaya yaymak olduğunu düşünüyordu. O zaman kendisini bireysel anarşist olarak tanımlıyordu. O zaman sanıyorum blogda Kor dışında birisi daha yazıyordu. Bu belki de Fuat Bey’dir. Bundan emin değilim. Ama çok önemli bir dilbilimciyle aslında bir hayat filozofuyla tanıştığını bir iki kere belirtmişti. Kor, bir süre sonra anarşizmi terk etti. Hackerların görevinin kişisel anarşi alanları yaratmak değil, halkın ihtiyacı olan devrime hizmet etmek olduğunu söylemeye, yazmaya başladı.
O zamanlar ben de Amerikan sosyalistleriyle ilgileniyordum. Amerikan tarihini okuyordum. Jack London, Steinbeck bana çok yakın geliyordu. Kor’la iletişime geçmeye karar verdim. Birlikte Hacker Sosyalist Enternasyonali’ni kurduk. Türkiye’den de başka katılanlar olmuştu. Dünyanın birçok yerinden katılanlar oldu. Bir de gizli örgütlenmelerimiz vardı. Davaya hizmet edecek her fırsatı değerlendiriyorduk. Jul’ün o belgeleri bulmasına çok büyük katkımız oldu. Dünyayı sarsacak belgeleri hackledik, yayınladık. Rüzgâr tribünlerine bile müdahale ettik. Sonra ben ABD’lilerin insan avı operasyonunun hedefi oldum. ABD’de iş yapan bir Türk’ün özel uçağıyla Türkiye’ye geldim. O zaman Kor’un da başı dertteydi.
Bazı belgeleri yayınlamıştı ve terör örgütü üyeliğinden aranıyordu. Bu da yetmezmiş gibi sanki muhbir gibi bütün her yere duyurulmuş ve ismi de lekelenmişti. Hiçbir arkadaşına gidemezdi.
En son ben, Kor ve Elpis kaldık. Sonrasını zaten biliyorsunuz. Ancak anlamadığım Kor’un, ABD’den medet uman bir örgütün içinde yer almasıydı. Bunun peşine düştüm. Onun ölümünden sonra Murat Hoca diye biriyle tanıştık. O, Elpis ve ben bir iş bölümü yapıp Kor’un neyin peşinde olduğunu anlamak ve gerekirse ifşa etmek için harekete geçtik. Ben Kor’un yaşam anatomisini çıkartacaktım. Entelektüeller Kulübü’ne bu yüzden gittim. Fuat Bey’i bu yüzden sordum.”
“Başka?” dedi Oğuz, “güzel hikâye, film gibi. Ama dahası nerede? Arkası yarın diyorsan bizim acelemiz var.”
“Dahası yok,” dedi Aaron.
“Olmaz olur mu vardır var. Algoritma? Sonra neydi kızın adı. Evet, Elpis?”
“Bilmiyorum,” dedi Aaron, “ben Murat Hoca’yla tek görüştüm. Otogarın boş depolarından birinde buluştuk. Bana verdiği görev buydu. Onu da size anlattım.”
“Peki,” dedi Oğuz Bey, “sen birkaç gün burada bizim misafirimiz ol. Bu sırada da biraz düşün.”
“Düşünecek bir şey yok,” dedi Aaron. “Telefonum yanımdaydı. Telefon kayıtlarıma bakın. Size Murat Hoca’nın beni aradığı numarayı söylerim. Sürekli görüşme yaptığı kulübeyi biliyorum. Oraya kamera da yerleştirdim. Gider bakarsınız.”
Oğuz Bey’in adamları gittiler, baktılar. Kamera yoktu ancak telefon kayıtları tutuyordu. Aaron’un bahsettiği aracın o tarihte o telefon kulübesine geldiği de doğruydu. Yine de bırakmak istemediler. “Bu gece burada kalsın sonrasına bakarız,” dedi Oğuz Bey.
Evet, oyuna siyahla başlayan Aaron hamle üstünlüğünü almıştı almasına ama satranç daha bitmemişti.
Şimdi tek başınaydı Aaron. Elleri, gözleri bağlı değildi. Kapıda adamlar bekliyordu. Yapabileceği hiçbir şey yoktu. “Bir esir kendini nasıl oyalar,” diye düşündü içinden. Monte Kristo Kontu’nu düşündü bir an. “Yerimde olsa ne yapardı acaba?”
Gerçi Kristo’nun bir arkadaşı vardı, o korkunç ada hapishanesinde. Çare yok, bekleyecekti. O sırada adamlar yemek getirdiler. Yağları akmış bir köfte, yanmış soğan, ekmek ve su.
Şöyle bir baktı Aaron. Çok acıkmıştı ama bu zayıflığını göstermek istemiyordu. Dayanamadı. Adamlar kendi aralarında şundan bundan, güzel sandıkları çirkin pavyon kadınlarından, futboldan, kendilerine yan bakan adamları nasıl patakladıklarını anlatıyorlardı birbirlerine. Ucuz kahramanlıklar, eğreti güzellikler, hiçbir işe yaramayan bol yalanlı sözler…
Böyle adamlar lazımdı Oğuz Bey’e. Biraz yararcı, çok fedakâr, beklentisiz ve becerikli.
Vakit gecenin derinliklerine doğru ağır ağır ilerliyor. Rüzgâr bu nemli, boğucu havayı dağıtacak yerde aksi gibi bu boğucu havayı şehrin bütün dehlizlerine taşıyor. -Bütün kara parçaları dâhil-
Kuyuya uyku çökmüştü. Meşaleden yayılan o is kokusu insanın genzini yakıyordu.
Bir patırtı, sonra bir patırtı daha. Sonra sis bombaları ve içeriye giren lejyonerler. Sislerin arasında bir yüz. Aaron, tanıyor onu bayılmadan az önce. Bir yüz, kahraman çizgileri olan, bir ses; iradeli ve kesin.
Aaron’u bu kuyudan çıkarmaya gelmişti Fuat Bey. Kaçırıldığını duyar duymaz harekete geçmişti. Yıllar sonra ilk kez ortaya çıkmak zorunda kaldığından dolayı sinirliydi. Yine de sakinliğini korumayı başardı.
“Merak etme,” dedi Aaron’a, “artık güvendesin.”
V
“Tilki dükkâna geri döndü.”
Murat Hoca, büyük uğraşlar sonucunda avını yakalamış bir avcı gibi sevinçliydi. Fuat Bey’in ortaya çıkmasını sağlamıştı. Şimdi her yönden saldırıya başlayacaktı. “Onların sözüyle diyecek olursak,” dedi, “dün erkendi, yarın geç, zaman tamam bugün.”
Fatih ve Zeynep’e dönerek, “Şimdi sıra sizde çocuklar. Yıllardır beklediğimiz o gün geldi. Hiçbir şey aksamamalı. Operasyon dalgalar halinde ilerleyecek. Hiçbir kesinti olmamalı. Zeynep sen medyayla ilgileneceksin. Fatih sen de kontrolümüzde olan bütün birimleri idare edeceksin. Ayrıca arşive söyle, Fuat Bey’le ilgili küçük büyük ne kadar haber varsa servis etsinler. Bu görüntüleri de servis edin. Onları tarihten sileceğiz. Göreyim sizi.”
Fatih ve Zeynep hemen işe koyuldular. İlk iş, Aaron’un ABD’li bir CIA ajanı olduğu haberlerini yaymaktı. Hemen ardından kuyudaki görüntüler geldi. Güya Fuat Bey Amerikalı neoconlara çalışıyordu. Bütün haberler aynı kalemden çıkmış gibiydi.
“Yazık,” dedi Fuat Bey. Kahvesi zehir gibiydi. Olmasa da zehir gibi olmuştu. “Ben bunları doğuran ebeyi tanırım. Nasıl olur da bu zırvalıkları yayınlarlar. Her şey birden nasıl da tersine döndü değil mi, Aaron. İşte bizim ülkemiz böyle. Gün akşamlıdır.”
“Türkiye’de,” dedi Aaron, “öngörülebilirlik yok. Ama siz buna rağmen yani bunca kaosa rağmen yeni durumlara çok çabuk uyum sağlayabiliyorsunuz. Bu çok üstün bir meziyet. Bir yanıyla da kötü tabi. Ama muhakkak bir yol buluruz. Çıkmadık candan ümit kesilmez”
Güldü, Fuat Bey. “Yahu bu çocuk bizden daha da Türk.”
“Şimdi gelelim neye bulaştığına,” dedi Fuat Bey, “artık bunu bilmeye hakkın var. Kahraman Kor Şahyanmaz benim çok yakın arkadaşımdan daha fazlasıydı. Biz yoldaş gibiydik. Birlikte çalıştık. Entelektüeller Kulübü’nde ettiğimiz kavga ve benim birden yok oluşum tamamen davamız içindi. Pandoracılar, aldıkları küresel destekle bizi aşmaya “son karakol”u da ele geçirmeye kalkıyordu. Onların içinde bir adamımız olsun istedik. Kor’la birlikte bu işe girdik. Ben o zaman Entelektüeller Kulübü’nün önde gelenlerinden biriydim. Bu yolla Kor’u Kulüp’e aldık. Fakat sonra işler istediğimiz gibi gitmedi. Yalnızlaştık. Kurtlukta kanundur, düşeni yerler. Kor, onların elindeki bilgi ve belgenin tamamını ve ayrıca küresel çaptaki gizli iletişim ağlarını tespit etmeyi başarmış ve hatta verimlilik düzeyi çok yüksek bir algoritma yazmayı başarmıştı. Bu ortaya çıkmasın diye Kor’u hedef gösterdik. Ancak o sanıyorum bu işin sonunu çok önceden gördü. Kaçmayı denese de başarılı olamadı ve son gösterisini yaptı. Ancak mahkemede atlamadan önce Komiser Orhan’a son anda bir zarf vermeyi başardı. Komiser Orhan benimle birlikte çalışır. Ancak o günden beri ondan herhangi bir iz yok.
“Evet o zarfı merak ediyordum ben de, daha doğrusu zarf olduğunu bilmiyordum ama bir şey verdiğini gördüm. Peki gerçekten öldü mü Kor, yoksa bu da bir illüzyon mu?” diye sordu Aaron.
“Biliyorum, inanmak istemiyorsun ama gerçek bu. Kahraman Kor bedenen aramızda değil. Ancak yaptıkları ve bıraktıkları öyle sanıyorum ki tarihin akışını değiştirecek,” dedi Fuat Bey.
“Anlıyorum,” dedi Aaron, “peki Oğuz Bey? Hain filan mı yoksa hep öyle miydi?”
“Onun ismi Oğuz değil, İbrahim,” dedi Fuat Bey, “ama Oğuz diye biri var. Bir özel operasyonda kaybettik. Bu İbrahim onun adını kullandı, seni kandırmak için. Biliyorsun Oğuz’un ne demek olduğunu. Bu ismi kendisini aklamak, meşru göstermek için kullanıyor Oğuz.
“Peki, Murat Hoca’yla ilişkisi ne ya da var mı?”
“Olmaz mı, Murat aslında İbrahim’in adamı. Yani öyleydi. Ama işler biraz değişti gibi. İbrahim’i biz ifşa edince deliğinden çıkamaz oldu. O sırada da bu Murat alıp yürüdü. İbrahim de kendisini Oğuz diye tanıtmaya başladı. Kendisini Türklükle aklayacak. Halbuki böyle yaparak Oğuz ismini lekeliyor.”
“Belki de onun içindir,” dedi Aaron. “Belki de Türklüğü lekelemek için. Tıpkı o meşhur cinayetlerde olduğu gibi.”
“Zaten öyle,” dedi Fuat Bey, “biz çok uğraştık. Bakma dilbilimci olduğuma, ben siyaset bilimi de okudum. Bunların tedbirleri için olmaması için ancak engel olamadık. Her neyse. Şimdi işimize bakalım.” der demez, Fuat Bey’in yanındakilerden Cengiz koştur koştur geldi. “Haberler çok kötü, efendim.”
“Noldu? Cengiz, daha kötü ne var?”
“Efendim, Marise…”
“Nolmuş Marise’ye?”
“Efendim Maykop’taki evinden çıkarken öldürülmüş. Sırtından üç kurşunla.”
O sırada her yerde son dakika haberi olarak geçiyordu: “Türk İstihbaratı’yla çalıştığı iddia edilen ve öldürülen eski İstihbaratçı Oğuz Ergenekon’un sevgilisi olduğu öne sürülen Marise Lyrikova uğradığı silahlı saldırı sonucunda hayatını kaybetti. Ayrıntılar birazdan.”
Sustu, Fuat Bey. Sadece sustu. İçinden ismini sayıklıyordu. Kafkasya günleri aklına geldi. Oğuz, Fuat ve Marise. En ne zaman görmüştü. Yüzü hâlâ güzel miydi? Gözlerindeki o ateş sönmüş müydü yoksa? Kimi düşündü ölürken. Zaman nasıl geçti.”
Kimse konuşmuyordu. Fuat Bey, bir yudum su içti. “Evet,” dedi, “nerede kalmıştık”
Plan çok basitti. Kaybolan algoritmayı bulmak. Bütün öncelik bu olacaktı. Ölünecek, öldürülecekti.
VI
Bu sırada Pandoracıların operasyonu dalga dalga yayılmaya başlamıştı. Fuat Bey’in en yakınındaki Cengiz’in bile ifadesi alınmıştı. Murat Hoca, herkese dokunabildiğini kanıtlama uğraşı içerisindeydi. Fatih ve Zeynep de alınan emirleri eksiksiz yerine getiriyordu. Ancak Elpis hâlâ kayıptı. Yaşayıp yaşamadığını dâhi bilmiyorlardı. Fatih’in artık odaklanacağı şey Elpis’i ve Elpis’in vereceği bilgilerle de algoritmayı bulmaktı. Mademki hiçbir iz yoktu o zaman Elpis’i ortaya çıkaracak bir şey yapmalıydı.
Murat Hoca’nın iznini de alarak komplo teorisyenleri ekibini harekete geçirdi Fatih. Bütün medyada Kor Şahyanmaz’ın yaşadığını gösteren görüntüler yayınlandı. Üzerine saatlerce yorumlar yapıldı. Tek bir hedef vardı. Elpis ne olursa olsun açığa çıkmalı. Fatih de Zeynep de buna göre hareket edecekti. Elpis’in bütün adreslerine tekrar tekrar baskınlar mı yapılmadı, “fahişe” olduğu haberleri mi çıkmadı; her şeyi ama her şeyi yaptılar.
Yine de bir haber yoktu. Ta ki bir uçağın Soçi’den İstanbul’a ineceği bilgisi gelene kadar. Pandoracılar, örgütlenme ağı vasıtasıyla her bilgiye ulaşabiliyorlardı. Fatih, özel uçuşların bilgisinin paylaşılmasını istemişti. Hemen havalimanına gittiler. Uzun bir arayıştan sonra uçağı buldular. Buldur bulmasına ama iki tabuttan başka hiçbir şey yoktu uçakta. Tabutların içinde birer tane boş kâğıt vardı.
Dördüncü Bölüm
Temmuz bütün sıcaklığıyla varlığını hatırlatıyordu. Bugün yine biraz daha iyiydi. Ilık bir rüzgâr mezarlıktaki asırlık servilerin, yorgun yapraklarını okşuyordu. Yıldızlar ilk defa şehrin kirliliğinden, yapay ışıklardan kurtulmayı başarmıştı. Her şey dingin ve her şey özgürdü. Bir araba mezarlığa doğru ağır ağır ilerliyordu.
Siyahlar içinde bembeyaz bir kadın yüce bir ışık gibi parlıyordu. Kadın nihayet durdu, yavaşça kapıyı açtı. Gökyüzüne, güneşe baktı. Müthiş bir sessizlik vardı. “Ölmek için ne güzel bir gün” dedi içinden.
Kazılmış mezarların başına geldi. Kara, nemli toprağı avucuna aldı. Kaç bin yılın emeğiydi bu toprak. Kaç savaşın, kaç canın, kaç yangınlar, kıyımlar, felaketler gördü. Kaç kere dans ettiler üzerinde, kaç litre şarap ve rom döktü sarhoşlar. Kaç cam kırığını taşıyor kalbinde. Ve sessizliğinde hangi sırlar dolaşıyor…
Çok sakindi, telefonunu çıkardı, “Tamam mı?” diye sordu, görüntüleri izledi ve kapattı. Teslimat başarılıydı. Arabanın bagajından cenazeyi çıkardı, boş mezarlardan birine usulca bıraktı.
Gülümsedi, ince bir sigara yaktı. Çantasından İngiliz işi gümüş renkteki toplu tabancasını çıkardı. Bir nefeste gökyüzünü içine çekti. Sonra bir anda bir el ateş sesi.
Sesi duyan bekçi polisleri çağırdı. Tutanak, kayıt, kimlik tespiti derken, intihar edenin Elpis ve yanındakinin de Marise olduğu ve Moskova’dan İstanbul’a özel bir uçakla geldikleri anlaşıldı. Aynı anda İbrahim ve Murat Hoca’nın posta kutularında birer boş kâğıt bulundu.
Ne Murat Hoca’dan ne İbrahim’den ve onların şövalyesi Fatih’le Zeynep’ten bir daha haber alınamadı.
Murat Hoca ve İbrahim’in ölümü mektubun Elpis’in mektubunun Aaron’a ulaşmasıyla aynı anda olmuştu. Gölgeler bununla yetinmedi, Aaron’un büyük uğraşları sonucunda “Çizgi Algoritması” keşfedildi. Bu işten sıyrılmanın tek bir yolu vardı. Fuat Bey, Aaron’a “Bütün medya araçlarını aynı anda kendimize bağlayabilir miyiz” diye sordu. Elbette devlet desteği de olacaktı. Çizgi Algoritması’yla elde edilen bütün bilgiler ve ilişkilerden kurtulmanın tek yolu kamuoyuna açıklamaktı. Artık üstünü örtmek, gizlemek imkânsızdı. Ölüler nasıl olsa göremez ve nasıl olsa artık öldürülemezdi. Pandoracılar tarihe karışırken onların yaptıkları her şey ortaya çıkmalıydı. Öyle de yapıldı. Araştırma, Soruşturma Komisyonları, TV programları, yayınlar, mitingler, mahkemeler… Pandora’nın yaşattığı o Temmuz felaketi birer birer anlatıldı. Ancak ne olursa olsun Elpis’in mektubu açıklanmayacaktı. O Pandora kutusunun kilidiydi. Ve o kilit sonsuza dek kırılmamalıydı.
İşte böyle anlattı örtülü savaşı Kenan Bey son çıkan “Anılar Kitabı”nda. Bütün olayların gizliği tanığı ve Elpis’in sonsuz hayranı olarak. Bir efsane onun sayesinde kuyudan yeryüzüne çıktı.
Gözen Esmer
Comments