top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Halil İbrahim Özbay- Koridor

Ne yazdığını okumadan, hastane görevlisinin uzattığı kâğıtları, üstünkörü imzaladı. Canı sigara içmek istedi. Bunun için zamanı olacak mıydı, bilemedi. Eskiden ne güzeldi, hastanelerde bile, insanlar rahatça sigara içebilsinler diye, her koridorun başında, oturulan banklar ve hemen yanı başında ayaklı küllükler olurdu. Bunları düşünürken, memur imzalattığı kâğıtlardan birini ona verdi. “Cenazenizi morgdan bu belgeyle teslim alacaksınız.” Kâğıdı katlayıp çantasına koydu. Altmış yıllık bir ömrü katlayıp kaldırır gibi. Her şey bu kadardı işte. Her şey şu kâğıtta yazılanlar kadar.

Hastaneye onunla birlikte gelen çocukluk arkadaşı Selin’e, “Dışarı çıkalım mı biraz?” dedi.

Destek olmak için koluna girmeye çalışan arkadaşına, iyi olduğunu, buna gerek olmadığını söyledi. Dışarı çıktılar. Selin’den bir sigara istedi.

“İyi de sen sigara içmezsin ki,” dedi arkadaşı.

Kelimeler ağzından, oldukça kararlı çıktı.

“Artık içiyorum.”

O günden itibaren günde iki paket içeceği ilk sigarasını, öğle sıcağında, hastalarını ya da teslim almak için ölülerini bekleyen ziyaretçilerin biriktiği hastane bahçesinde yaktı. Ciğerlerinden üflediği duman değil de bugüne kadar kimseye bağıramadığı, içinde kurum bağlamış yoksunluktu sanki. Hayalini kurduğu şefkatin, baş okşanmasının, asla gerçekleşmemek üzere dağılması, gri bir duman olarak gökyüzüne savrulmasıydı. Şu an yanında bulunan çocukluk arkadaşı Selin’le aynı zamanın içinden, hayatlarında eksikliğini hissettikleri bambaşka şeyleri anlamaya çalışarak geçmişlerdi. Selin, her gün annesizliğin kabuklaştırdığı bir yarayı soyarak kendini büyütürken, o da, hiç yaşamadığı ama yaşanınca, insanın arkasında sırtını dayayacağı kocaman bir dağ olduğunu, en yakın arkadaşı Selin’in babasından bildiği bir sevginin, güçlü baba şefkatinin eksikliğinden doğan yarım kalmışlıkla, her gün yeniden umut etti.

Hayırlı bir evlat olduğunu kanıtlamak için, iyi ki dünyaya getirildiğini babasına yaşatmak için, kendinden sonra doğan erkek kardeşinden çok daha fazla çaba harcadı. Hayatından ödünler verdi. Beş yıldır yurt dışında yaşayan kardeşi Erol, böyle acı dolu bir günde bile yoktu oysa. Kim bilir ne zaman gelirdi. Gelir miydi ya da? Bunu kimse bilemezdi. Erkek adamdı o. Koşturması gereken bir yığın işi, hal yoluna koyması gereken değerli bir hayatı vardı. Başka türlü güçlü olunamazdı. Bir baba, bir anne de evladının güçlü olmasıyla gururlanabilir, gereksinim duyduğunda o gücü, erkek evlattan beklerdi ancak. Kızlarsa, başka evlere ait olmak üzere büyütülürdü. Zor günlerde, ne kadar izin verilirse, anne ve babasının yardımına o kadarcık koşabilirdi. O, sürekli bunları duyarak büyüdüğünden, bunun aksini göstermek, başka evlerin değil, bu evin evladı olduğunu kanıtlamak için evlenmeyi bile aklından geçirmedi. Babasının çok güvendiği biricik oğlu neredeydi şimdi? Karısını alarak çekip gitmişti. Hem de başka bir şehre değil, uzak bir ülkeye. “Kendime yeni bir hayat kuracağım,” demişti. Doğacak çocuklarını, feodal çürümüşlüklerin pençesindeki bu ülkede getirmeyecekti dünyaya. Onlar, dedesine, ninesine hatta kendine benzemeyen bambaşka hayatlar yaşayacaktı. Buralardan umudu yoktu artık. Ve bir gün çekip gitti. Ona çok inanan babasını, annesini ve hiç inanmayan ablasını geride bırakırken asla tereddüt etmedi. Babası, oğlu gittikten sonra, daha bir içine kapandı. Daha bir sinirli oldu. Ve sol yanına inen felçten sonra, yıllarca yattı. Oğlu gelmedikçe, daha bir gereksiz buldu iyileşip ayağa kalkmayı.

Hastane bahçesindeki kalabalık, öğle sonu azaldı. Hasta ziyaretçileri, yakınlarını görüp gitti. Ölü sahipleri ölülerini teslim aldı. Arkadaşının verdiği üçüncü sigarayı da içti o. Tadını beğenmemesine rağmen, tiryaki olacağını o gün bildi. Arkadaşına dönerek, “Sen dolmuşla dön istersen. Anneme haber ver, ben cenazeyi alıp geleceğim,” dedi. Morg yazan tabeladaki okun yönünü takip etti.

Hastaneden ayrı bir binada, uzun bir koridora girip ilerledi. Duvardaki bir yazı, onu yedi yıl geriye götürdü. Görevlilere hiçbir nedenle bahşiş vermeyiniz. Öğretmen çıkıp da ilk maaşını aldığında, babasıyla annesini, şehrin en lüks restoranında, yemeğe götürmüş, en güzel, en pahalı yemeklerden ısmarladıktan sonra, babasının gözlerinde, kızıyla duyduğu gururdan izler aramış, göremeyince, son hamle olarak, garsonlara yüklü bir bahşiş bırakmış, dönüş yolunda babasından bir ton azar işitmişti.

“Neredeyse yemek parasının yarısını bahşiş verdin. Onlar zaten görevlerinin karşılığında para alıyorlar. Sende bu kafa olduğu müddetçe, memur maaşıyla mal sahibi olamazsın. Yazık.” Oğlunun ekonomiden daha iyi anladığını da vurgulamayı ihmal etmemişti.

Koridorun yarısına gelmişti ki boğazında bir şey düğümlendi. Yutkununca o şey gelip göğsüne oturdu. Titreyen elleriyle ağrıyan göğsüne dokundu. On dört yaşında, ergen sözcüğünün anlamını bile bilmediği günlerde, iş için bir aylığına gittiği başka bir şehirden dönen babasına, çok özlediği için daha kapıda sarılmış, uçları iyice belirmeye başlayan memelerinin ilk ağrısını, babasını göğsüne bastırdığında duymuş, “Çok yorgunum kızım ya, şimdi sarılmanın zamanı mı?” diyerek onu iten babasının sözlerinin sivriliği, memelerindeki ağrıyla yer değiştirmişti.

Uzun ve soğuk koridorda ilerlemeye, ilerledikçe küçülmeye devam etti. Üşümekten dudakları titredi. Yedi yaşındayken hastalanıp da yatağa düştüğünde, alnındaki ateşi, dudaklarıyla annesinin değil de babasının ölçmesini ne çok istemişti. Böylece, belki de kızını ilk kez öpmesini. Ama babanın ilgisi, “Gene neyi var bu kızın Saniye?” kelimelerinden öteye gitmemişti.

Koridorun sonuna yaklaştı. Cenaze Teslim yazan cam bölmenin önünde durdu. İki buçuk üç yaşlarındayken, kardeşi Erol doğduğunda, onu bıraktıkları teyzesinde, neredeyse bir yıl kaldıktan sonra, eve dönme umudunu artık iyiden iyiye yitirdiği, üzüntüden yataklara düştüğü günlerde, onu teslim almaya gelen babasının yüzündeki o uzak mesafeyi hatırladı. “Hastalanacak ne var, aç mısın, açıkta mısın, teyzenin evindesin, teyze dediğin anne yarısıdır, e zaten annen, kardeşinle zor ilgileniyor, teyzenin de çocuğu yok, kalsaydın ya burada,” diyen babasının gözlerindeki acı kahve rengini, onu teslim almaya geldiğinde, yanağına bir öpücük kondurur diye beklediği, kızgınlıktan titreyen dudaklarını hiç unutmamıştı.

Camın ardındaki görevliye, doktordan aldığı belgeyi uzattı. Camlı bölmeden çıkarak, “Beni takip edin,” diyen ve koridorun sonundaki demir kapıyı ardına kadar açıp yaşamın olmadığı, buz gibi soğuk bir odaya giren görevlinin peşinden yürüdü. Koridordan çok daha soğuktu burası. Bedenini, baştan ayağa büyük bir buzdolabının içinde hissetti. Morg görevlisinin arkasında durdu. Elindeki kâğıtta yazılı isme ve ismin yanındaki numaraya bakan görevli, Saadettin Bodur, No: 1558 yazan büyük bir çekmeceyi kendine doğru hızla çekerek, bembeyaz bir beze sarılı cenazenin katı, donmuş yüzünü açtı. O da babasını teşhis etti. Görevli, ona teslim kâğıdını imzalattıktan sonra, “Başınız sağ olsun. Allah nur içinde yatırsın,” dedi. Bu kadar…

Bembeyaz bir beze sarılı babasının donuk bedenine, hiçbir şey hissetmeden uzun uzun baktı.

Onun asla hatırlamadığı bundan tam otuz yıl önce, bir adam, aynı hastanenin koridorlarında, doğacak ilk çocuğu erkek olsun diye Tanrıyla pazarlık yapmış, keseceği adağı, mahallenin yoksullarına dağıtacağını, söylediği her kelime, kutsal bir kelama aitmiş gibi başını gökyüzüne doğru kaldırarak, içinden defalarca tekrarlamıştı. Doğumhanenin kapısı her açıldığında, kalbi göğsünden fırlayıp karşı duvara çarpacak kadar hızlı atmış, hayatı boyunca yüzündeki uğursuzluğu unutamayacağı çirkin bir hemşirenin, “Allah analı babalı büyütsün beyefendi, nur topu gibi sağlıklı bir kızınız oldu,” cümlesini duyduktan sonra yanındaki arkadaşı Salih’ten bir sigara istemişti. Arkadaşının, “İyi de sen sigara içmezsin ki,” sözünü duymazdan gelerek, ömrünün sonuna dek günde iki paket içeceği ilk sigarasını bu hastanenin koridorlarında yakmıştı.

Karısı zor bir doğum yaptığı için birkaç gün kendine gelememiş, bembeyaz kundağa sarılı kızını babası olarak o teslim almış, hayata kucağında ilk o çıkarmıştı.


Halil İbrahim Özbay

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page