top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Hatice Göz- Herkesin Babası

Babam az önce çıkmıştı odadan. O çıkar çıkmaz da nefes almıştı bütün duvarlar. Yatak, aldığı derin soluğu çarşaflardan aşağıya sarkıtmış, perdeler titreşmişti. Somut hiçbir şeye işaret etmeyen bir kasvet vardı o varken içeride. Nefes almıyordu da kükrüyordu sanki gergin gergin. Sanki daha az önce, bir dağın yamacından büyük bir kaya parçası yuvarlanmış da bir evi sıyırıp geçmişti. Derin bir sessizlik demekti babamın varlığı. Yokluğunu hiç düşünmedim. Düşünemedim. Babam yokken, yanımda olduğu anlardan daha fazla benimleydi. Kulaklarımda sesi, ensemde elleri. Eğer onun çocuğuysanız isteseniz de yalnız kalamazdınız. Ama o yalnızdı. O işteyken evimiz çok kalabalık olurdu. Herkes konuşabileceği kadar konuşur, neredeyse her cümle iki kere kurulurdu. Doya doya. Ev onun cezasıydı da dışarıda, uzakta bir yerlerde yüksek bir kalede yaşardı. Hani, biraz uğraşsam ulaşacak gibiydim o yüksek, buzdan duvarlarına. Uğraşmadım sanmayın. Denedim. Erişemedim. Babamın içinde bir ev vardı. Kimse o evin salonundan öteye gidemiyordu. Her gelen eşit derecede yabancıydı ona. Aynı resmiyet, aynı mesafe ve aynı tavır. Misafirlerin getirdiği çiçekleri kurutacak, meyvelere kurt düşürecek cinsten bir karşılama. Babamı tanımasam, bu yolla korkularını gölgeliyor diye düşünebilirdim. Korkusuz olduğunu bilmesem yani.

Odaya beni azarlamaya gelmişti. Ona sorsanız ki buna cesaret edemezdiniz, iyiliğimi düşünüyordur. Zaten bunları söyledi bir ömür. Dünyanın bütün iyilikleri ondan soruluyorduysa, neden bu kadar soğuk görünüyordu? İyilik de soğuk muydu?

Konuşmamız, monolog demeyi tercih ederim tabii eğer benden çıkan “hı hı “ seslerini cevaptan saymazsak, çok kısa sürmüştü. Ama onun odaya girişiyle çıkışı arasında bana üç gün yetecek bir karanlık, boğucu bir atmosfer yüklenmişti. İçimde böyle anlardan kalma binlerce volkan vardı.

Benim için kurduğu cümleler ikiye ayrılıyordu, beni de onların arasına geriyorlardı. Konuştukça çekiliyordu vücudum. Gerildikçe inceliyor, inceldikçe sesimi yitiriyordum. Yitirmesem konuşabilir miydim onu da bilmiyorum doğrusu. Ama babam konuşuyordu:

“Yeterince iyi olmadığını biliyorsun. Buna rağmen annenden benimle konuşmasını istiyorsun. Bunu bile kendin söyleyemiyorsun ama istemeyi biliyorsun. Azcık erkek ol erkek! Duydun mu?”

“Hı hı.”

“Duy. Duy ki iyice yerleşsin kafana. Utanmasan ağlayarak geleceksin be eve. Bir işi de kendin çöz. Bir işi de becer be! Ama nerde? Adam gibi adam olsan zaten yaparsın. Neymiş efendim okulda üstüne geliyormuş herkes, paşamızı sıkıştırıyorlarmış. “

“…”

“Oğlum, sen salak mısın? Hatırlasana erkek olduğunu. Onlar sana vuruyor da sen niye vurmuyorsun? Onlar seni sıkıştırıyorlar da sen niye soluğu evde alıyorsun? Hiç mi erkeklik gururun yok ha? Sesin de çıkmıyor ki. Cevap versene!”

“…”

O konuşurken vücudum yerçekimini yitiriyordu. Karıncalanma hissediyordum ellerimde ve karnımda. Bu his, konuşma uzadıkça vücuduma yayılıyordu. Her cümlesinden sonra bir de yankısı, çınlaması vuruyordu kulağıma. Onun özellikle yaptığı bir şey değildi bu. Benle ilgiliydi. Ben ve benim duyumlarım.

Benle konuşurken bir elini masama yaslar, yasladığı elin omzunu da kaldırırdı. Öbür elini de beline dayardı. Her an enseme yapışacak gibi dururdu. Elleri kadar sözleri de masaya yayılırdı. O gidince bile masanın üzerinde dönüp duran sözcükler vardı. Gerim gerim gerilmiş sözcükler. Buz gibi bir masayla kalakalırdım.

Ne diyebilirdim ki? Ne yapsam, onun yaşam tecrübesi, bitmek tükenmek bilmeyen engin bilgisi ve gücü benden fazlaydı. Ne desem haksız ne anlatsam yalancı olurdum onun karşısında. Ben bunları bildiğim için konuşmazdım da o niye kabul etmeyeceğini bile bile konuşmamı isterdi bilmiyorum.

Son cümlesinin üzerimde yeterli etkiyi uyandırdığını fark ettikten sonra hafifçe çekilmişti geriye. Kelimelerinin bir sağ yanağıma bir sol yanağıma birer tokat gibi inişini seyrediyordu. Rahatlamıştı sanki. Üstüme salacağı cümleler bu günlük bitmişti. İstediği fırtınayı koparmıştı. Gidebilirdi.

Siz babamı bilmezsiniz. O bir kapıdan çıkarsa, arkasında bedeninden soyulan kemikli ruhlar bırakır. Evin neresine giderseniz gidin bunlara çarparsınız. Tuvalete, balkona, salona… Mutfağa pek girmediğinden orası temiz kalır.

Şimdi ben masanın başındaki döner sandalyeye çivilenmişim, kemikli ruh yatağımın başucunda oturuyor. Buz gibi cümleler masamda, az önce kopan fırtınanın rüzgârı da hala sallıyor kapının ardındaki havluyu.

“Oh be gitti!” diyemezsiniz o gidince. Gitmez ki. Babam hep oradadır. Bütün varlığıyla, ağırlığıyla. Yokluğuyla. Korkmanız gereken bir varlık. Allah gibi. Evin Allah’ı. Akşam baban gelince sorar sana yaptığının hesabını demekle yukarda Allah var elbet görür demek arasında ne fark var ki?

Sandalyeyi pencereye çevirip omuzlarımdaki ağırlığı silkeleyerek ayağa kalktım. Pencereye yöneldim. Bakalım yukarıdaki baba nasıldı?


Hatice Göz


0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page