Cezbeye dalmış tarikat müritleri gibi bir güruh halka oluşturmuş, bir meşgale içindeymişçesine eğilmişler. Suretleri seçilmiyor, uğultularını işitiyorum.
Telefonu kargo pantolonun yan cebine sıkıştırmıştım. Ne zaman görsem gerim gerim gerildiğim, karakol amirini aradım. Böylelerinin emekli olmamasına şaşıyorum. Git, çoluk çocuklarınla vakit geçir, torunlarınla eğlen. Ne işin var bu halinle devlet dairelerinde. Yeni yetme polislerin gençliğiyle dalga geçip, “Ömrün kadar mesai harcadım polislikte,” deyip iş gelince de sızım sızım sızlayacağına emekli ol. Rahat et. Ahvali bildirdim. Çarşı Mahalle Bekçileri Kanunu’na göre müdahale yetkim yok.
“Ekip gönderiyorum,” deyip kapattı.
Onlar gelene kadar meseleyi öğreneyim. Yoracak bir mesele olmasa bari. Hem duvar hem de insanların ördüğü etten duvar sebebiyle simalarını seçmek pek mümkün değil. Kıyılarına yaklaşmaya çalışıyorum. Duvar belirdi. Çok yüksek değil, üstünden atlayabilirim. Damarlarım tutmaz inşallah. Uzun zamandır spor yapmıyorum. Bacaklarımı ihtiyatlı bir şekilde açıp duvarın üstündeki demire ellerimi uzattım. Demiri soğuk ve boyasının katman katman kalktığı haliyle kavradım. Tutup kendimi yukarıya doğru çektim. Beşik gibi sallandı, yine de diğer ayağımı da duvarın üstüne atınca rahatladım. Beni görenler tedirginleştiyse de işlerine devam ettiler. Aşağıdaki boşluğa atladım. Ayağımdaki botların sert tabanları yere değince, taze yağmış karın koynuna basılmış gibi bir iz bıraktı.
Kalabalığa doğru yürüdüm. “Selamünaleyküm,” deyince kalabalığın bir anda dönüp karşılık vermesini bekledim. İçlerinden biri kalabalığı yarıp çıkageldi. Sigara uzattı.
“Ne yapıyorsunuz?”
“Mezar kazıyoruz.”
“Burası mezarlık değil ki, bunu yapamazsınız.” Usançla cevap verdi.
“İllaki buraya gömülmek istedi. Belediyeye gittik, kimsesi olmadığından ben ilgilendim. Belediyedekilere izah ettim. Beni ilkin mezarlıklar müdürlüğüne, sonra park bahçeler müdürlüğüne gönderdiler. Onlara da tek tek izah ettim. Vasiyeti, dedim, şehrimizin en büyük ustalarından biri, dedim. Kim, dediler, demirci Abgar. Abgar usta mı? Evet evett! İsmini hep bir masal kahramanı gibi işitmiştim. Çarşıdaki Camii Kebir’in asırlık kapısını o yapmıştı. Süryani bir usta olmasına rağmen sanatını icra edip bir eser bırakmıştı. Çok sonra yeni atanan imamlardan biri o kapıyı eski diye kaldırtıp yerine yenisini taktırmıştı. O gün çarşı camisinin cemaatinin tamamı hayıflanıp bol bol rahmet okumuşlardı Abgar ustaya. Kahvehanede, çarşıda çokça ismi geçmiş olsa da hiç görmedim. Rahmetlik de zaten Avrupa’daydı. Kimsesi yoktu. Belediyenin yardım derneklerinden birine para bağışladım. Öyle ikna ettim. Buraya gömüleceği yere bir anıt mezar yapacağız. Belediye başkanı falan da gelecek,” deyip evrakları uzattı.
Şeffaf dosyaya iliştirilmiş kağıtları çekip kontrol ettim. Mühür ve isimler uyuşuyordu. Alttaki tarihleri de kontrol ettim, hepsi doğruydu. Ben incelerken adam anlatmaya devam etti.
“Mezarını kazıyoruz, kazdıkça ağaç köklerine denk geldik. Kökler müsaade etmiyor. Zar zor bu kadar kazdık,” deyip elleriyle iki karışı gösteriyor.
“Niye kepçe çağırmadınız?”
“Buraya nasıl girecek? Kepçeyi biz de düşündük. Duvarı yıkması lazım girmesi için, ona da belediyedekiler müsaade etmedi ki,” dedi. “Kazmayla kazarsınız, dediler. Kazılmıyor. Kıraç yer, ondandır, dedim. Hayır, etrafta dut ve incir var. Meretlerin kökü taşı çatlatıyor. Her yere dağılmış. Kazmayı vuruyoruz, kazma köklere saplanıp kalıyor. Kökler de zor kopuyor. Güç gerektiriyor. Mecburen sırayla çukura girip kazıyoruz.”
Polis arabasının sirenlerini duydum. İnşallah Urfalı Süleyman değildir. Çünkü bana karşı niye bu kadar öfkeli bilmiyorum. Beni bir kaşık suda boğabilir. Karakolun yan tarafında Mimarlar Odası'na ait yere arabasını park etmemi istedi. Gittim, “Kapıdaki görevli izin vermedi,” dedim. Sunturlu küfürler savurdu. O gündür yıldızımız barışmadı. Gelenleri uzaktan seçtim, Süleyman yok. İçim ferahladı. Onlara doğru gidip meseleyi izah ettim.
“Bizi Cevher Komiser gönderdi, karakoldan aceleyle çıktık. Bir daha emin olmadan arama.”
“Emredersiniz, amirim,” deyince gülüp uzaklaştılar. Azar işittim. Enselerini gördüm, neden polis ve askerlerin enseleri hep kötüdür? Kıllı ya da eğri olmak zorunluluğu var sanki. Faik’in ensesinin eğrilini uzaktan bakınca bile görüyorum. Eşi de görüyor mudur? Ense kökleri görünmeyene kadar izledim. Doblo’nun kapısının sürülme sesi geldi ve gittiler. Utancımı bastırmak için kökleri başka kök ekmek için koparan kalabalığı izlemeye devam ettim. Çukurdakilerden biri bağırdı.
“Bitmiyor lan bu kudumsuzlar.”
“İspiral ya da testere gibi bir şey olsa hemen biterdi.”
Ellerini uzattı, birileri tuttu ve yukarıya çektiler. Gülüştüler. Sırayı gençlerden biri devraldı. Uğultular arttı. Cenaze aracı önde, arabalar arkada belirdiler. Tabut siyahtı. Çarmıhtaki İsa’yı seçince emin oldum. İndirmediler. İlkin mezar yerinin kazılması gerekti. Hâlâ bitmemiş ve devam ediyordu. Gelenlerin çoğunun siması yabancı olmasa da hiç görmemiştim. Ama simalarındaki karalık, yüz hatları, hatta kemikli burunları bile buralılara benziyor.
Küme küme dağıldılar. Cebimden sigara çıkarmaya çalışırken çakmağı bulamadım. Nerde unuttum? Yoksa yine çaldırdım mı? Cebimdeki yumruyu elleyince fark ettim. Gece vakti sokakları dolanırken pastanenin önünde bastonunu organı gibi kullanan, bıyıkları seyrelmiş ihtiyarın biri elindeki elmayı vermişti. Ağzında elma yiyecek diş bile kalmamıştı ya neyse. Cebimin cırt cırtlı kapağını yavaşça açtım. Çıkardım.
Sarı, pütürlü bir elma; Âdem gibi cezbediyor. Elimle tartıyorum. Tören uzayacak, belki belediye başkanı gelir. Gelirse emniyet müdürü de gelir. Beni burada görürlerse uzaktan koşup asker gibi selamı çakarım. Emniyet müdürünün gözüne girerim belki. Hâlâ kazmaya devam ediyorlar. Ne bitmez kökmüş. Acıktığımı hissettim. Elimdeki elmayı dişledim. Elmanın kütürdemesini cenaze kalabalığı da işitti. Bedbin bakışlarını üzerimde hissettiysem de takmadım. Elmanın beyaz teninde minik bir çukur açtım. Çukura kan bulaştı. Diş macunu reklamlarındaki gibi oldu.
İbrahim Tekpınar
Comments