top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- İdil Gürsel Himmetoğlu- Anneyle Randevu

Kar dağların üzerini bembeyaz kaplamıştı. Tren rayların arasından yılan şeklinde kıvrılarak ilerliyor ve kitabın sayfaları rüzgarla teker teker çevriliyordu. Karşımda kafasında şapkası, iki yandan örgülü saçları, çilli güleç yüzüyle bir kız öğrenci dalgın dalgın oturuyordu. Utangaç bir tipe benziyordu, bir süre konuşmadan durduktan sonra elimdeki şiir kitabını sorunca laflamaya başladık. Kısa sürede sohbet koyulaştı, utanmadan zulamdan bira bile ikram ettim.

“Hiç içmedim ama bilmem ki nasıl olur?”

“Hah harika işte bu. Keyifli olur tabii. Bak şimdi azıcık koyuyorum.”

“Peki, madem öyle diyorsunuz. Bize de denemek düşer.”

“Aaa tüh kuruyemiş almamışım, aslında ne güzel giderdi. Aç mısın? Direkt seni çarpmasın.”

Çekinerek uzandı. Birkaç yudum içmeye başlayınca da hemen neşelendi. Benim de keyfim yerindeydi. Kompartıman görevlisi arada bir koridorda görünüyor, göz ucuyla bizi izliyordu. O zaman elimizdeki içkileri gazete sayfalarına sarıyor, sessizce ayak seslerinin kaybolmasını bekliyorduk. Göllerden geçerken ona fotoğraf çekmeyi sevip sevmediğini sordum. Beraber vagonların arasındaki bağlantı noktasına gittik, yol tam s şeklini alırken gövdelerimizi açık pencereden dışarı çıkartarak kahkahalarla kareler çektik. Kısa sürede kar rüzgarla saçlarımıza beyaz yıldızlar halinde yağmıştı. Sonra üşüyerek odamıza geri döndük, Kars’a varmamıza daha çok vardı.

“Sen de şiir sever misin?” diye sordum.

“Evet, hatta ilkokuldayken yazmışlığım bile var.”

Hem şaşırdım hem de sevindim.

Sayfaları çevirmeye başladık.

“Didem Madak en sevdiğim şair bu aralar. Ne yazık ki annesi o on üç yaşındayken ölmüş. Şair bu travmayı hiç üstünden atamamış. Kardeşi Işıl’la beraber büyümüşler,” diye açıkladım.

“Bak şunu dinle." Elime kitabı alıp rastgele okumaya başladım.

“Neşeli bir şehre benzerdi senin sesin,

Bazen ölmek istiyorum,

Beni yeniden doğurman için.”

“Ya inanmıyorum on üç yaş, ben de annemi kaybetseydim, keserdim kendimi herhalde.”

“Severdin demek anneni?”

“Tabii ki anneler sevilmez mi ya?”

“Bazen sevilmezler.”

“Bilmiyorum benim annem her zaman anlayışlı, pamuk gibi bir şeydir; tontiş yanaklarından ısırmak istersin.”

“Hımm… “

“Ne hım, yoksa seninkine kızgın mısın?”

“Kızgınlık mı nefret mi bilmiyorum. Annem tarafından terk edildiğim için seviyorum belki Didem’in şiirlerini. İçime bu kadar dokunmasının nedeni bu.”

“Üzüldüm. Peki neden gitti? İstememiştir herhalde. Kim ister yavrusundan ayrılmak?”

“Söylediğine göre babamın zoruyla beni bırakmış. Ben sekiz yaşlarındayken başka birisine âşık olmuş, Sarıkamış’ta bir kayak hocası. Babam da beni göremeyeceğini söylemiş. O da kabul etmiş ve çekmiş gitmiş işte. Öylecene bırakmış beni tereddütsüz…”

“Peki şimdi görüşüyor musun aranız nasıl?”

“Görüşmüyorum onunla. Yıllar sonra onu ilk defa ziyarete gideceğim. Çok ısrar ettiği için. Ama şu kadarcık istek yok bende.”

“İnanmıyorum, sende de iyi inat varmış ha. Bunca yıl hiç müdanan olmamış. Ben olsam dayanamazdım. Midem bulanmaya başladı sanki.”

“Tabii yanında bir şey olmadan içtik, istersen kafeteryadan beyaz leblebi al da gel.”

Tam çıkmıştı ki büyük bir gürültüyle savruldum. Kafamı hızla demir ranzaya çarptığımı hatırlıyorum.

“Rayların üzerine bir hayvan devrilmiş. Herkes iyi mi?” diye uzaktan belli belirsiz bir ses duydum. Kulaklarım uğulduyordu. Kendime gelmek için yerden kalkmaya çalıştım. Ancak elim kaydı. Hava iyice soğumuştu ve ben yerde iki büklüm yatıyordum. Kar olanca yoğunluğuyla camlara hızlı hızlı çarpıyordu. Islık gibi tiz bir ses boş koridorlarda geziniyordu. Biraz önce yanımda duyduğum çığlıklar susmuştu, ışıklar titreyip titreyip söndü. Gözümü açtığımda hava açmış, güneş çıkmıştı. Dışarıda deniz görünüyordu. “Ya bu yolda denizin ne işi var?” dememe kalmadı bir anda onu fark ettim. Ranzanın üzerinde küçük bir kız oturuyordu. Elinde Didem Madak'ın şiir kitabıyla bilmiş bilmiş tepeden bizi izliyordu. Tanıdık gibi geldi bu yüz, bu ifade.

Kız örgülü saçlarını arkaya atarak yerinden fırlayıp yanıma geldi.

“Ablamı gördün mü? Bana yatmadan masal okur hep. Annem gittikten sonra bu görevi o devraldı da."

“Yoksa sen Didem’in kardeşi Işıl mısın? Burada ne arıyorsun?”

“Ablamla bir yolculuktayım. O neredeyse onu gölge gibi izlerim. Hem burası İzmir, o kadarını ben bile biliyorum akıllım.”

“İzmir’e nasıl geldik aklım karıştı? Seneler sonra annemi görecektim yine olmadı.”

Telaşla pencereden dışarı bakınca denizi ve vapur iskelesini gördüm.

“Aslında siz çağırınca biz şehrimizle birlikte geldik. Genelde öyle oluyor da.”

“Ablanın şiirlerini okurken sizi çağırmış mı olduk?”

“Aslında her çağırana da gitmeyiz. Ablam hep şey der, gönülden bir davet olması ve gerçekten ihtiyaç olması gerekirmiş bizim gelmemiz için.”

“Hım, anlamadım ama çok sevindim burada olmanıza. Sonuçta hep tanışmayı hayal etmiştim ablanla. Hele de daha da küçükken kendimi yalnız hissettiğim zamanlarda bana hep yoldaş olmuştu şiirleri. Seni de hep merak ederdim. Nasıl iki kız kardeş birbirine bu kadar bağlı olur diye düşünürdüm. Ablan nerede peki? Hadi gidip bulsana onu?”

Etrafına bakındı.

“Aslında demin buralardaydı ama sanırım Pulbiber Mahallesi şiirleri için Kadifekale’de turluyordur. Yoksa masal saatimi kaçırmazdı. Tamam ben şimdi bulurum, siz merak etmeyin.”

O sırada kompartımana eli belinde bıçkın gibi bakışlarıyla bir delikanlı dayandı.

“Yok artık bu kadar da olmaz. Bu da Pulbiber Mahallesi’ndeki ‘Eerkezi amile bırakan Asan’ olmalı,” demeye kalmadı Işıl yerinden kalkıp, “Hasan Abim,” diye bacaklarına sarıldı. Dışarıya baktığımda küçük yamuk evleri, renkli ampulleriyle varoşun ortasında olduğumuzu fark ettim. Kelimeler kitaplardan yapılma bir evrenden kaçmış, duvarda el yazısıyla harf harf beliriyorlardı.

“Odamda aynada yanıp sönen küçük kırmızı bir yıldızım

Musevi bir kadının ruhu dolaşıyor evde, ya da Müslüman

İyidir adanmak, yalandan.”

Hasan kendini odanın ortasına attı. “Mahallemizde devamlı darbuka çalıyorlar. Erkes nedense Asan’dan amile. Olur mu böyle saçmalık be güzel ablacım?”

Sonra geriye çekildi. Bu sefer kompartımana Zeyna geldi.

“Herkes şiir kedisiydi, Zeyna şiir kedisi,

Gözleri fotoğraflarda kırmızı çıkan bir albino,

Mahallemizde fazla aşk, fazla kediyi,

Fazla kedi, fazla felaketi kovalardı.”

Kafam iyice coşmuştu, “Zihnimdeki bu durmak bilmeyen ziyaretçi akınının sebebi Didem nerede,” diye düşünürken, masanın üzerindeki boş defter, kalemin kendi kendine hareket etmesiyle sayfayı doldurmaya başladı:

“Miss Marple fahişeleri koklamaktan yorgun geliyor akşamları,

Öldürülmüş kadınlar gülümsüyor,

Piyano tuşları gibi arası sararmış dişleri ile…”

Bunu yazdığı anda odada üç adet öldürülmüş kadın hayaleti belirdi. Beyaz, saydam, kanlı giysileriyle havada asılı duruyorlardı. Deftere satırlar yazılmaya devam etti:

“Çözülmemiş cinayetler oratoryosunu yazıyoruz

Kadınları öldürülmesin senfonisi”

Cesetlerden biri kafasını kaldırdı, etsiz ellerini yüzümde gezdirdi, bir tek gözyaşıyla devam etti, “Kadınlar öldürülmesin senfonisi

Şeker de yiyebilsinler notalarla!”

Kompartımanın kapısı açıldı, Işıl ile Didem el ele içeri girdiler.

İnanılmaz heyecanlanmıştım. Biri kısa diğeri daha uzun iki gölge, mum ışığında kıvrılarak odaya geçti.

“Didem gelebildin demek?” Diyerek sarılıp kucakladım.

Gerçek gibi sıcaktı. Güleç bir solukla anlatmaya başladı.

“Oyun arkadaşımın yanına gidiyorum

Siz buna kaçmak da diyebilirsiniz

Siz buna göçmek de diyebilirsiniz.

Çocukken elektriklerin kesilmesini isterdim

Annem masal anlatırdı o zaman.

Çünkü sahibinin görmediği sesleri…”

O tamamlamadan atıldım, “Çünkü sahibinin görmediği sesleri şiir sanır insan. Pulbiber Mahallesi…”

Hemen alkışladı. “Işıl yol gösterdi. Kızım Füsun da gelecek birazdan. Onu tanıdın değil mi?”

“Füsun, annenin ve kızının ismi. Nasıl tanımam, senin sevgililerin.”

Didem kompartımanda gezdirdi gözlerini. Kar tipiye dönmüştü. Bizim odamız ortamızda mum ışığımız, kitaplarımız ve hayali konuklarımızla sıcacıktı.

“E hadi bana da bira ikram etmeyecek misin? Aleminiz yarıda kalmış.”

Heybemdeki son biramı açtım. Bir bardak ona bir bardak kendime doldurdum. Köpükler bardaktan taştı.

“Ben aslında bu biçarenin annesi gibiyim biliyorsun. Füsun gidince Işıl bana kaldı.”

“Bilmez olur muyum? Keşke annem gittiğinde bir Işıl’ım olsaydı. Benim kimsem kalmamıştı o gidince. Babam dışında tabii. Neler yapardınız Işıl’la ben çok severim o kısımları.”

Bir anda havada pirinç taneleri belirdi.

Rengarenk grapon kâğıtları, konfetiler yağıyordu üzerimize.

Devam etti okumaya:

Fener alayı geçmişti gözlerimden

Işıl sevinçle alkışlamıştı.

Hayatımız bir kaçış ve oyundu aslında biliyorsun. Tıpkı seninki gibi. Peki sıra sende söyle bakalım şimdi yüreğindeki bu yükü daha ne kadar taşımayı düşünüyorsun?”

Işıl’ın uykusu gelmiş gibiydi. Esnemeye başladı.

“Andersen Masalları’ndan bir tane okuyup uyutsana onu, sonra anlatırım,” dedim. Sessizce onayladı, gittiler.

Onlar gidince oda sessizliğe gömüldü. Masada yarım bırakılmış iki bira bardağı öylece kalakalmıştı. Kitapların hepsi açıktı. Başımda korkunç bir ağrının olduğunu o zaman fark ettim. Elimle kafamı yokladım sıcak kan parmaklarıma bulaştı.

Dışarıda kar hafiflemiş ay bütün odayı aydınlatmıştı. Penceredeki kelimeler çocukluklarının ayını anlatıyordu: “Ateşe atmıştık biz onu, ince ve beyaz bir kemik gibi, susmuştuk, bir daha hiçbir ay ışıla sığışmamıştı, ayın yerinde kara bir delik kalmıştı.”

Didem ranzanın üzerinden solgun solgun tekrar seslendi:

“Onu affetmen gerek. Artık bu yük yüreğini farkında olmadan donduracak. Belki de baban seni görmesine izin vermedi. Hiç düşündün mü? Burada kurban annen olamaz mı?”

Gözlerimi aralamağa çalıştım:

“Benim annem ölmedi değil mi? Ama acımasız anne sesini bıraktı bana. O gittiğinden beri duyduğum, kulaklarımı sağır eden yokluğunun sesini bıraktı.”

“Bırak artık o ses sana sadece şiirler ve şarkılar söylesin. Kalbindeki nefreti erit. Onu kurşun gibi üstünden dök ki içinden iğnelerini çıkarsın.”

Kapı açıldı, odaya serin kar kokusu doldu. Ciğerlerime temiz havayı kalan tüm gücümle çektim. Gözlerimi açtım ve hemşireyi gördüm.

“Beni duyuyorsanız elimi sıkın.”

Ardından tanıdık bir sümbül kokusu doldurdu içeriyi.

Kelimeler ağzımda sanki düğümlendi.

Ambulans da olmalıydım. Onun elası yaşlanmış gözleriyle karşılaştım. Sıcak, anne bakışlarını üzerimde gezdirdi. Onları ne kadar özlediğimi hatırladım.

“Annem," dedim. “İyi ki geldin.” Elimi tutunca ısındım. Kanayan alnımdan öptü.

Ambulansın kapısı kapanmadan başka bir sedyede oda arkadaşımı gördüm. Kapı kapanınca “Korkma,” dedi annem. Ambulansın penceresinden Didem’i gördüm.

Kucağında kızı ile Andersen’in karlı masallarından bana gülerek, mutlu mutlu el sallıyordu.


İdil Gürsel Himmetoğlu


0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page