Sahile inecek gücü bulduğuma inanamıyorum. Bulutlar havada asılı kalmış, denizin üzerinde uzanıyor. Balıkçı teknesi iskeleye yaklaşıyor. Kuma sandalyesini atıp güneşlenen birkaç tanıdık görmeyi umuyorum. Denize bakan masalar şimdiden dolmuş. Kırlangıçlar çoktan göç etti, tatilciler gidemedi. Yataktan çıkamadan geçirdiğim koca haftadan sonra içimi hafifletme ihtiyacı duyduğumdan köşedeki belediye kahvesinde vakit geçirmek istedim. Sızısını hissettiğim karnımın üst kısmındaki bölgeye dokunuyordum ki, Ayla Hanım’ı fark ettim. Üvez ağacının kenarında, okuduğu kitapta bir satırın altını çizdi. Masada duran defterine bir şeyler ekledi. Yanına yaklaştım.
“Misafir kabul ediyor musunuz?”
Beni gördüğüne şaşırdı, rahatsız olmadı. Kitabını kapattı, sandalyesini hafifçe yana kaydırdı.
“Ne güzel tesadüf, gelsenize.”
Yan sitede oturuyor, profesörmüş diye duydum, emekli. Benden on yaş falan büyük, yetmişlerinde olmalı. Orta boylu, narin yapılı, saçları çok güzel beyazlamış. Öğrencisi olmak isterdim.
“Sizi, neredeyse tanıyamayacaktım. Yorgun görünüyorsunuz.”
Önceki yıla göre daha zayıfım. Duruşum o kadar dik değil. Son bir haftada çektiğim mide bulantılarını düşününce solgun görünüyor olmalıyım. Uzun sürmüş yaza rağmen soluk. Kanser sinsi sinsi dolanırken hâlâ içimde, “Turp gibiyim,” dedim kinayeli bir biçimde.
Lodos ıslık sesi çıkarıp bulutlara ekose deseni çizdi. Denizden dönen balıkçıların elleri boş. Masaların arasında dolaşan asık suratlı garson iki çay bıraktı. Ayla bardaklara yer açmak için kitabını çantasına kaldırdı. İçinden kâğıtlar fırlamış, yırtık bir zarf. Bir fotoğraf düştü. Sol üste tarih atılmış. Haziran’22. Karavanın ön tentesi altında bir kadın, üzerinde plaj kıyafetleri, rüzgârda uçuşan bir tutam saçını yakalayıp kulağının arkasına sıkıştırmış. Yanında, kapının girişinde bir adam. Bir eliyle kadının beline sarılmış, diğeriyle bebeğini kucaklamış. İkisi de çok genç, ne de olsa haziran. Sadece yan yana durmuşlar, yine de tüm dünyayı dışarıda bırakmışlar.
“Torunum. Berlin’de yaşıyorlar. Yazın karavana atlayıp gelirler buraya. Aslında ev geniş, birlikte kalabiliriz ama bahçedeki karavanda yaşarlar. O sıkış tepiş kuytuda olmaktan memnunlar. David’i getirsinler yeter ki, nerede kaldıkları önemli değil.”
Anlaşıldı, birazdan telefonunda ne kadar torun fotoğrafı varsa gösterecek. Lafı sürekli çocuğuna getiren lohusalar gibi, yeni babaanne olmuş kadınlar da ilk fırsatta torun videolarını burnumuza dayıyorlar.
“Çok tatlı maşallah, öbür çocuklara hiç benzemiyor.”
Sesim biraz alaycı. Gönül almam lazım ama lodos fena çarptı, başım ağrıyor kaç gündür. Zoraki de olsa, “Geçen sene oğlunuzu görmüştüm, o zaman kucağında bebek yoktu. Baba olmak yakışmış oğlunuza,” diyebildim.
“Sizin torunu görmüş müydüm, hatırlayamadım.”
Bilerek mi soruyor acaba, hakkımda hiçbir şey duymamış olabilir mi.
“Bir oğlum vardı, var yani. Uzakta. Belki torunum da vardır. Bilmiyorum. Böyle bölük pörçük anlatmak istemezdim. Neredeyse dört haftadır kimseyle konuşmadım. Nereden başlayacağımı, nasıl devam edeceğimi kestiremedim.”
“Bu yaz Çayıraltı Koyu’nda yoktunuz. Bir anda görünce şaşırdım. Ankara’ya döndüğünüzü sanmıştım. Oradaki ofisiniz hâlâ açık değil mi?”
“Pek uğramıyorum artık. Uzun zamandır yeni proje kabul etmiyorum. Üzerinde çalıştığım bir iki otel çizimi kalmıştı, onları da ortaklarıma devrettim.”
Yan masalardan yükselen kahkaha seslerini dinledik, çayımızı sessizce içtik. Bütün yazı ve güzelim eylülü, yayları çıkmış hastane yatağında geçirdim. Bir kez olsun şezlongda güneşlenirken kitap okuyamadım, denize giremedim. İştahsızlığım ve ben, bütün yazı pencereden gökyüzüne bakıp cılız iç çekmeleri, eş zamanlı serum damlalarıyla saat tıkırtılarını dinleyerek geçirdik. Umutsuz, canı sıkkın, sessiz bir şeye dönmüş olmalıyım. Bana benzeyen garson çocuk boş bardakları toplarken yenilerini masaya bıraktı. Gözlerimi kısıp uzaktaki yorgun, yeşil denizi seyrettim. Kumda oynayan çocuklara ara sıra göz attım. Gün batarken bulutlar erguvan rengine döndü. Etraftaki sesler bir anlığına sustu. Nefes alan bir şey iskele tarafından yaklaştı. İçime çektim, bırakınca yoksunluğu bağrımı yaktı. Öksürdüm.
Bir el dokundu omzuma.
“Çakmağınız var mı acaba?”
Tanıdığım bir sese benzettim, hafifçe yan döndüm. Kahvenin arkasında bir yerden güneş gözümü aldı, yüzünü seçemedim.
“Bıraktım ben sigarayı, birkaç ay oldu.”
Ayla Hanım’a sordu bir kere de.
“Peki ya sizde?”
Ayla hanım, çantasının içindekileri tek tek masaya döktü. Biraz önce kaldırdığı Odise. Bir paket sigara, siyah deri cüzdan, kapağına Gustav Klimt tablosu basılmış not defteri, anahtar, telefon, son olarak çakmak.
“Buyurun.”
Masadaki paketi görmemiş gibi, “Sigaranınız da var mı?”
“Var, sigaram da var. Mentollü içiyorum ama.”
“Olur, o da olur.”
“Ayakta kalmayın,” dedim, masaya davet ettim. Ben davet etmeseydim de oturacaktı.
Montunu çıkardı, hemen yanımda duran sandalyeye astı. Sigarasını yaktı. “Sigara için teşekkür ederim. Aslında bir de odaya ihtiyacım var. Pardon kendimi tanıtmadım. Murat benim adım. Çocukken bir süre ailemle burada yaşamıştım. Zeytin bahçelerinin arasında ufacık bir yerdi. Çarşıda sadece küçük bir bakkal, kasap, manav. Yıllar sonra, tanıdık tek bir bina bile kalmamış.” Bakışları ansızın donuklaştı, sigarasını izledi, dumanı üfledi. “98’den bu yana hiç gelmemiştim.”
Ayla Hanım, “Emekli olunca taşındım buraya, on yıl oldu. On yılda bile çok değişti.” Başıyla beni işaret ederek, “Gülseren buranın eskilerinden, belki hatırlar o yılları,” dedi.
Murat sigarasının külünü silkti, boğazını temizledi, bana dikkatle baktı.
“İsminiz çok güzelmiş. Masaya yaklaşırken sırtınızdan gördüm sizi. Duruşunuz mu, saçınız mı, neydi bilmiyorum, yüzünüzü görsem tanıyacağımı sandım. Yani tabii ki mümkün değil, o zamanlar beş yaşında bir çocuktum, şimdi otuz yaşında bir adam.”
Bu genç adamda, tam olarak nasıl tarif edeyim, kibrit veya is kokusu vardı. İçtiği sigarayla ilgisi olmayan bir koku. Kırık bir çömlek parçası gibiydi gözleri. Parçalanmış ve yeniden bir araya getirilmiş. Keskin bakıyor, baktığı yeri acıtıyordu.
Kahvede koşturup duran bir çocuk masamıza çarptı. Uzun gün batımına rağmen hava kararmak üzereydi. Sandalye açanlar kumsaldan ayrılmıştı bile. Ayla Hanım dağılan eşyalarını topladı. Bardağında kalan son yudumu da aldı. İçtiği iki bardak çayın parasını masaya bıraktı.
“David diş çıkardı dün. Ateşlenmişti. Birazdan ararlar, eve gideyim de bilgisayarımı açayım.”
Hiç böyle değildi, ev yapımı şarap tarifi veren, gençliğinde yaptığı Himalaya tırmanışından bahseden o kadın gitmiş. Sürekli torunundan söz eden sıkıcı bir kadın gelmiş. O canım deftere artık sadece yapılacakları not alıyordur. Küçük masamızdan kalkarken acaba dedi Ayla Hanım, David bugün kreşe gidebildi mi? Aklım onda, geçerken markete de uğrarım, buğday almam lazım. Hedik kaynatacağım yarın. Birkaç adım uzaklaşmıştı ki, Murat’a dönüp, “Çakmak veya sigara lazım olur mu?” diye sordu.
“Onları bulurum, bir yerden alırım, önemli değil. Bir pansiyon veya otel tavsiye etseniz bana. Bu geceyi geçirmek için bir oda bulmalıyım.”
“Yolumun üstünde, şu tenha sokağın açıldığı cadde üzerinde. İki katlı bir pansiyon var. İsterseniz gösterebilirim.”
“Anladım sanırım, buraya gelirken önünden geçmiştim. Hem sigaramı da bitirmedim daha.”
Ayla benim kıpırdamadığımı görünce, “Siz gelmiyor musunuz?” diye sordu.
Hava kurşuni bir renk almıştı. “Günün en sevdiğim saatleri. Uzun zamandır bu saatlerde dışarıya çıkamamıştım. Biraz daha oturacağım. Lodosun marifetlerini izlemek istiyorum,” dedim.
Ayla veda edip ayrıldı, Murat’la ben sessizce bulutları izledik. Karşı dağdan aşağıya renk renk bir nehir üzerimizden aktı. Martıların sesi dargın. Gökyüzü hem mavi hem yeşil hem sarı. Uğuldadı sonbahar rüzgârı. Soluk almam gittikçe zorlaştı. Kaburga kemiklerimin ortasında bir ağrı. Pek yakında ölebilirim, ölüm kaburgalarımda. Gün nihayet battı. Şimdi ne yapacağız. Konuşmak gerek.
“Murat,” diye başladım, bir anda fazla yakın davranmış olmaktan endişe ettim. “Sana böyle isminle seslenmemde bir sakınca yok değil mi. Bunca zaman sonra neydi seni buraya getiren?”
“Anlatması zor, deneyeyim. Hamileydi cezaevine girdiğimde, altı ay sonra çıktığımda, oğlum olduğunu komşulardan öğrendim. Öylece çekip gitmiş, adres bile bırakmamıştı.”
“Aramadın mı karını ve çocuğunu.”
“Aradım tabii, uzun yıllar bulamadım. Ailesi ile görüşmezdi, benden başka kimsesi yoktu. Arkadaşı falan.”
“Yeni doğum yapmış bir kadın, üstelik yalnız, nereye gider?”
“Not bırakmış.” Cüzdanından çıkarıp okudu. Lime lime olmuş, sararmış bir sayfa.
“Canım diye başlamış,” dedi bana bakarak. Sonra devam etti. “Döndüğünde ben uzaklarda olacağım. Hayır, başka biri yok hayatımda. Sana kızgın ya da kırgın da değilim. Üç yıllık evliliğimizde benimle üç kere insan gibi konuşmadığın, bir yıl arayla iki kere tokat attığın, içip içip alay ettiğin için de gitmiyorum. Bunların da etkisi olmuştur belki. Asıl neden çocuğumu senden ve seni hatırlatan her şeyden uzak bir yerde büyütmek isteyişim.” Burada sustu. Notu yazanın ismini okumadı. Devam etseydi, sevgilerimle Gülseren diye bitirecekti. Kopmak üzere olan sayfayı dikkatle katladı, ceketinin sol cebine kaldırdı.
“Sözlerine canım diye başlamış. Bence dünyanın en güzel canım deyişi.” dedi.
Olabilir mi, mümkün mü? Hatırlıyorum, saçların böyle kedi tüyü gibiydi, cılız. Saçma sapan maskaralıklar yapardın. Işıl ışıl, tatlı tatlı gülümser, ellerini birbirine vurup çekerdin. Yüzünü saklar sonra açardın. Sabahları evin hemen yanındaki zeytinliğe girer, gözden kaybolur, akşam vakti her yanın sıyrık içinde eve dönerdin. Böcekler veya karıncalar ısırmışsa cildin kızarır ağlamaya başlardın. Bir kedi sever gibi saçlarını okşardım. Gerçekten sen misin?
“Hiç görmedin mi bir daha onları?”
“Gördüm, gördüm tabii. Beş altı yıl sonra oğlumu yanıma aldım. Annesini görmedim bir daha, hiç aramadı bizi.”
Elbette sensin. Uzun zaman sonra kendimi yeniden iyi hissediyorum. Küçük sıska, inanamıyorum, yanımdasın.
“Kesinlikle aradı. Yani, aramış olmalı.” Sesim titredi, devam etsem ağlayacaktım. Kalbim deli gibi atıyordu. Murat düşünceli görünüyordu, kafasından geçenleri bilmek isterdim.
Uzun zamandır annemi arıyorum. Önceleri kolay olacağını sandım. Facebook’taki tüm Gülseren’lere arkadaşlık daveti gönderdim. Kurtuluş Lisesi 74 mezunları grubunu takip ettim. Her ihtimale karşı 75 ve 76’ya göz attım. Babama sordum kaç kere, bazen, “Evlenmiş yeniden çocukları olmuş görüşmek istemiyor bizimle,” dedi. Bazen, “Mimardı annen yabancı şirkette çalışıyor, Rusya’da yaşıyor,” dedi. Göller, dağlar, kasabalar aştım. Aklımda sadece verandadan görünen zeytin bahçesi ile mutfaktan gelen yeni pişmiş süt kokusu kalmıştı. Ege’deki Trakya’daki kasabaları dolaştım, Akdeniz’e bile indim. En yakın karakola gidiyordum her şehirde, sonra en yakın otele, en yakın mezarlığa, en yakın kumsala. İnsanlar yüzüme şaşkın, korkulu baktılar. Onu bulmanın o kadar kolay olmayacağını anladım. Birçok Gülseren tanıdım. Hep anlattım, özlemi, şefkati, olup biteni. Hep kuşkulandım, önce kendimden, sonra babamın anlattıklarından, hafızamdan. Hep sustum, her şeye rağmen. Şimdi de hiçbir şey sormayacağım, sorunca bir anda çökecek gibi.
Sigarasını söndürdü. “Gülseren,” diye başladı, “isminiz buydu değil mi. Kalacak bir yere ihtiyacım var benim.”
İlbay Alp
Comments