Aylin, sabahları kahvaltı yaptın mı, deyip köşedeki büfeden aldığı her neyse bir parça koparıp vermeyi teklif ederdi. Başlarda, benim kahvaltı adetim yoktur, deyip geçiştiriyordum, ısrar ettiği oluyordu. O tatsız tuzsuz lokmayı zar zor çiğneyip mideme bir hazımsızlık göndereceğimi bilsem de eşlik ettiğim seferler oldu. Gönülsüz ve bol gevelemeli eşliklerdi, bir zaman sonra sormayı bıraktı o da. Bir gün ha yırtıldı ha yırtılacak bir poşetin içinde sallaya sallaya getirdiği simidi yerken bana sormayı aklından bile geçirmediğini fark ettim. Tuhaf bir boşluk hissettim. Birkaç gün çay ve simidini işine dönmek için hızlı hızlı yerken kaçamak bakışlar attım Aylin’e, belki yeniden teklif eder diye ama etmedi. Sonra bir sabah, yol üstünde bir büfenin vitrininde kaç gündür durduğu belli olmayan, iştah namına zerre istek uyandırmayan poğaçalarla, simitlerle bakışırken buldum kendimi. Ofise girince Aylin elimdeki poşete neon ışıklı bir tabela tutuyormuşum gibi bakıp, muzip bir gülüşle, “Hani sen sevmezdin kahvaltı yapmayı?” deyinceye kadar eksikliğini hissettiğim şeyin midemle alakalı olduğuna emindim. Yıkıldı gitti o cevapla. Yemesem de olurdu artık. Birinin kahvaltı etmemi merak etmesi, fark etmesi, üzerine düşünmesi, konuşması yetmişti tek başına.
“Ne bileyim esti öyle,” dedim. Bu sefer onun çay içer ister misin diye sormasını beklemedim, gittim ben aldım çayları. Yeşil çay mı içer, siyah çay mı, açık mı sever demli mi, ıhlamuru mu adaçayını içerdi kahvaltıda bilmediğimi fark ettim bardaklarla bakışırken. O her seferinde, sana da çay getiriyorum, deyip bir cevap beklemeden mutfağa yönelir elindeki bardağı masama bırakır, bir gözü hemen bitişiğimdeki masasında, defterinde, bilgisayarında işine dönerdi. Bir kerecik olsun bakmadım mı bardağında ne var diye? Bir kerecik olsun sorgulamadım mı ne içmek istediğimi? Ne getirdiyse buyur mu ettim mideme ya da çayın yuvarlanıp gittiği o beden buradaydı da ben neredeydim her seferinde?
“Yeşil çay yaptım. Havalar soğudu iyice, iyi gelir.”
***
“Efendim baba? Evet çıktım. Yarım saat oldu. Oturduk arkadaşlarla biraz. Tamam beklemeyin yemeğe, birazdan geliyorum. Tamam baba yetişirim çaya. Tamaaam. Hadi görüşürüz.”
“Oğlum Alper, senin yerinde olmak vardı şimdi. Arayan soran derdin yok. Odanı topladın mı, masan neden dağınık, bu kitaplar ne diye burada, her tarafa dağılmış, az daha koyayım kuş kadar yedin. Gel içeri yüzünü görelim demeleri yok mu bir de. Gidersin, çayını alır, koltuğa oturursun, hep beraber bak dur televizyona, saçma sapan programlar, telefonu eline alsan söylenmeler.”
en azından seninle paylaşmak istedikleri çay içimlik bir vakit var. yüzüne bakmıyorlar, sohbet etmiyorlar, belki beklentini karşılamıyorlar ama varlığından razılar ve senin için orada duruyorlar. az şey değil. elindekilerin az şey olmadığını daha azını ille de kendi yaşamadıkça fark edemiyor mu insanoğlu?
“Tabii oğlum, kim çekecek bu yaştan sonra ana baba tatavasını. Zaten senelerdir tek yaşıyorum ben. Takıldığım kızlar bile bir yerde annecilik oynamaya başlıyor, topukluyorum oradan. Sıkıya gelemem öyle.”
***
Anahtarın kilidi açarkenki sesi sadece yalnızların evinin koridorunda bu kadar ses yapıyordur. İçeride uyuyan da olsa, sessizce kitabını okuyan, usulca çorba karıştıran, pencereden sokağın kalabalığına dalan biri de olsa içeride bir ses vardır. Var oluşun sesi. Nefes sesi, kalp atışı belki. Kulaklarla değil, insanın ruhuyla duyduğu bir buradayım deyiş. Anahtarın sesiyle koridorda buluşur ötekinin var oluşunun sesi ve birazdan iyi veya kötü, öyle ya da böyle bir ilişkiye girecek olan iki insanın gerçekliğidir o. Benim anahtar sesim her akşam duvarlara çarpıyor. Çarptıkça çınlaması artıyor. Arttıkça eziliyorum, ezildikçe o sesin köşeleri daha çok sivriliyor, sivrildikçe bana daha sert…
“Napıyon anne? Kızıyorsun aramıyorum diye, bir arayayım dedim aklıma gelmişken. Yok gelmedi, sormadı. Aynen göndermiş okul parasını. Aramadı hayır, hesabımda gördüm. Sen kışı orada mı… Koca kış durabilecek misin tek başına?”
bir koca kış daha, durabilecek miyim tek başıma?
Kader Demirok
Yorumlar