Koşarak zor yetişebileceğim hayallerime aheste yürürken meçhul bir el, ensemden derdest edip hiç bilmediğim bir dünyaya mıhlayıverdi beni. Ve o hoyrat yer benim gerçeğim oldu.
Artık üniformalı bir polistim…
Oysa şiirlerle sağalttığım bir kalbim vardı. Polislik ise nobran bir işin adıydı. Bu yüzdendir belki üzerimde bunca eğreti duruşu.
Ama neye alışmaz ki insan?
Polistim… Kalem tutacak ellerime cop tutuşturdular. Belimdeyse bir türlü rahat vermeyen soğuk demir.
Kavganın tam ortasına da düştüm, kan da bulaştı elime.
Banyoda intihar etmiş bir uzman çavuştan geriye kalana bakınca ne hissedeceğimi bilemedim. Okulda bu hal üzere ne edeceğimizi bellettiler. Emniyet şeridi, delillerin bekası filan. Ama kimse bir ölümün ilk şahidi olmanın ruhumda açacağı yaraları nasıl iyileştireceğimi söylemedi. Ölülerle karşılaştıkça biraz biraz ölüneceğini de. Yine de alıştım bata çıka.
İstismara uğramış bir çocuğun titreyişini görünce aklım gitti, ruhumu orada teslim etmek istedim. İnsanlık adına ayaklarına kapanıp ondan özür dilemek geçti aklımdan. İçine ağlamak nedir o gün öğrendim. Ellerim yumruk dolaştım bütün gün.
Ve daha neler neler…
Kalbim de katılaştı haliyle. Ben direndikçe kanayacaktı yoksa.
Polistim… Vazifemi yapmadım değil. Lakin çoğu kez gözlerimi kapatıp bu kâbustan uyanmayı diledim.
Sen mi dediler kim duysa, inanamadılar bir türlü. Senden olmaz dediler. Yakıştıramadılar. Ben yine de bindim o trene işte. Beni polis okuluna götürecek demire. Garda yürürken camda kendimi gördüm. Eğdim hemen başımı, kendime bakamadım. Ama ağlayamadım da. Ağlayacak yanlarımı kertenkeleler gibi kaçarken bırakmıştım çünkü. Bundan sonra yola kendimle devam edemeyeceğimi anladığımdan yeni bir “ben” çizdim aynalara. Artık boşluğa söylenen bir türkünün yankısıyım en fazla.
Okul bitti, hepiniz polis oldunuz dediler. Bendeki hüzne kimsede rastlayamadım. Halinden memnundu herkes.
Kurada Ankara’yı çektim. İsmet Özel’in deyişiyle ben de cumhuriyetin bir kuluydum artık. Karakol ekibinden Murat Abi ile çalışmaya başladım. Öyle ki herkesin çalışmaktan imtina ettiği huysuz adamın teki ama ben sevdim tabii. Gel zaman git zaman alıştık birbirimize. Yara sahipleri birbirlerini tanır. O zaman insan insana iyi gelir işte.
Bir akşam ikinci viteste devriye atarken telsizden gıcırtılı bir anons. Yakınlarının kendisinden haber alamadığı yaşlı bir teyzeyi kontrol etmemiz isteniyor. Ben direksiyondayım. Murat Abi notunu aldı sürdük adı geçen yere. Boyası dökülmüş ferforje bir kapıdan girip mazıların istikamet verdiği yoldan binaya doğru yürüdük. Kata çıktık, defaatle zile bastık ama kapı duvar. Nöbetçi savcıdan izin alıp çilingir marifetiyle içeri girdik. Kapı açılır açılmaz kesif bir koku burnumuza çalındı önce. Uzun holden içeriye doğru yürüdük ve salonda, eski bir ısparta halısının üzerinde öylece yatan yaşlı kadının cesediyle karşılaştık. Maktul bıçaklanarak öldürülmüş, suç aleti karın bölgesinde bırakılmıştı. Bıçağın soğuğu cesedin soğukluğuna ulanmıştı. Sağdaki komodinin üzerinde cam bir kâsede renkli haplar, yanında da bir bardak su duruyordu. Duvarda siyah beyaz solmuş renklerde ellili yaşlarda sert mizaçlı bir adamın fotoğrafı ise çerçeveden taşmış salondaki dehşete bakıyordu. Belli ki cinayeti görmüştü. Perdeler oldukça eski, koltuk takımı da antika denecek yaşlardaydı. Manzara Dostoyevski’nin tefeci kadın cinayetinde çizdiği tabloyu aratmayacak cinstendi ama bu kadın belli ki kendi halinde garibanın tekiydi. Kim ne istemişti zavallıdan? Sahi katil yani Rasko nerelerdeydi?
Delillerin bekası adına gerekli tedbirleri alıp sıralı amirlerimizi ve nöbetçi savcıyı konudan haberdar ettik. Bu sırada maktulün yakınları da gelince onları uzaklaştırıp teskin etmeye çalıştık. Ben onları bahçeye indirip daireden uzaklaştırmaya çalıştım. Yatsı ezanıyla uluyan köpeklerin sesi doldurdu göğü, içime bir ürperti geldi. Salonda yatan ölü bende herhangi bir his uyandırmamış ama köpeklerin sesinden ürkmüştüm. Ölülerle uzun denecek vakitler geçirmeye başladığımdan beri hayata yaklaşmanın koşulunun ölüme de yaklaşmak olabileceğini anlayacak kadar ilerleme kaydedebildim.
Suç ve Ceza’yı elime ilk aldığımda on altı yaşındaydım. Rasko’yu sevmiştim. İnsan ruhunun karanlık dehlizlerine inip orada bir ışık parıltısı aramak hoşuma gitmişti. Roman bittiğinde ben artık o eski ben değildim. Durup düşündüm. Dostoyevski için insan ruhu tüm imparatorluklardan daha önemliydi. Ceza ise yol üstünde bir basamaktı sadece.
Edebiyat okumaya karar vermem de tam bu zamanlar oldu. Kitapların dünyası bana tüm yaşananlardan daha sahici, daha keyifli geliyordu. Kitaptaki insanlar sokaktakilerden çok daha renkliydi. O zamanlar en büyük sıkıntım insanlara derdimi anlatacak kelimeleri bulamayışımdı. Sürekli bocalıyor, eveleyip geveliyordum ve bu beni çok rahatsız ediyordu. Dilimizi bağlayacak kadar zor anlarımızda bizi kurtaracak şeyin kelimelerle aramızdaki mesafeyi küçültmekten geçtiğini seziyordum. Şifanın da onlarda olduğu aşikâr gibiydi. Üstelik hayat karşısında o kadar çaresizdik ki edebiyatın içinde barındırdığı birikim ve bilincin bu derdime de derman olacağını düşündüm. Öyle de oldu zaten.
Yaklaşık bir ay sonra haber merkezine maktulün maaş kartından para çekilmeye çalışıldığı ikazı düşünce takibe koyulduk ama şüpheli kaçmıştı. Başka bir ekibimiz çevre yoluna giriş sapağında yakalamış zanlıyı. Rasko’yu görmek imkânını geri tepemezdim. Elimizde konular olduğu halde karakola sürdük arabayı. “Sana beş dakika veriyorum,” dedi şefim. Mukayyitin yanında olacağını tahmin ettiğimden ifade odasına yöneldim ve kapıda nefesimi tutup öylece girdim. Osman Abinin karşısında oturuyordu. Onu en net görebileceğim pozisyona, yandaki ifade masasına kuruldum. Yüzüne bakmayı denedim önce, beden dilini çözmeye çalıştım. İlk defa bir katili kanlı canlı görüyordum karşımda. Herkes gibiydi ama onu Rasko olmaktan uzaklaştıran bir şey vardı. Bir itirazı yok gibiydi. İşlediği suçun ağırlığıyla eziliyordu ama hayata dair bir itirazdan değil bir anlık gafletten diyordu duruşu. Hatta neredeyse o el benim elim değil, o ben değildim, bunu bana kim yaptırdı anlamadım diyecek gibiydi.
Fakülteyi bitirdikten sonra bir köy okulunda buldum kendimi. Heyecanlıydım haliyle. Kendime bakınca hevesli bir muallim görüyordum. Geçici bir vekil öğretmendim aslında ama ben bunu hiç kafaya takmadım. Çocuklar tahmin edemeyeceğimiz kadar ilgiye muhtaçtı çünkü sıradan bir köy okulu değildi. Öğrencilerimin birçoğunun babası ya hapiste ya da illegal işlerle uğraşıyorlardı. İlk hayal kırıklığım öğretmenler odasına dairdi. Okul idaresi ise görevini yapmıyordu. Türlü olumsuzluklara, imkânsızlıklara rağmen bir yılı devirdik öğrencilerimle. Büyük bir aileydik artık. Ve birbirimizi hiç unutmadık.
İkinci yılımda bir Anadolu Lisesi’nde kaldığım yerden devam ediyordum ki aksi gibi bir öğretmen günü polis okulundan başvurumun kabul edildiğine dair haber geldi. Ertesi gün yeni hayatımın yol ayrımında buldum kendimi, hayallerimi geride bırakıp Ankara-Eskişehir hızlı treniyle bilinmeyen bir meçhule doğru yol adım. Her tercih bir kaybediştir derler. Bana kalırsa bu bir tercihten öteydi. Nedense kendimi hep rüzgârla yuvarlanıp giden çalı yumağı gibi hissettiğimi hatırlıyorum. Öyle ya da böyle yüzleşmem gereken gerçekler vardı ve bu macera artık yaşanmalıydı.
Katilin doktor raporunu alıp karakola geçtik. Şahsın ifadesi alınıp ertesi gün mahkemeye çıkarılana kadar nezarete konuldu. Biz ise yine sokaklara geri döndük. Gündüz ekibi tarafından mahkemeye çıkarılan sanık suçunu itiraf etmiş ve tutuklanmıştı. Vicdanı ile arasındaki muhasebenin derinliği için iki lafın belini kırmak isterdim açıkçası ama o artık hapisteydi. Dışardakilerin hapishane, içerdekilerinse mahpushane dedikleri o yerde.
Suç ve Ceza’yı ikinci kez elime aldığımda yirmi sekiz yaşındaydım. Dostoyevski’nin Sibirya’ya sürgüne gönderildiği yaş. Bambaşka biri olarak ve başka gözlerle okudum bu sefer. Yani anlatıp durduğum şu katili yakaladıktan bir ay sonra. Bu zamana kadar diğer Dostoyevski romanlarını da okumuştum tabii. Dosto’ya göre ceza, insanı doğasının derinliklerinde bekler. Bu yüzden de cezanın dıştan gelmesine karşıdır. Acı çekmek de ona göre insan derinliğinin bir kanıtı ayrıca da insanı en yüksek düzeye çıkaran unsurdur. Dostoyevski’yi ayrıcalıklı kılan bunlardı.
Daha sonra Buzatti’nin o harika eseri Tatar Çölü’nü okumak nasip oldu. Bu kitapla da yazgımızın tercihlerimizden daha güçlü olduğunu idrak ettim. Aynı zamanda da gönülsüzce girdiğimiz, bir gün çıkmayı umduğumuz yolun zamanla başka yollara girme cesaretimizi ortadan kaldıran bir tuzak olduğunu da.
Eğer hayatıma öğretmen olarak devam edebilseydim olmak istediğim kişi olur muydum emin değilim. Ancak sokak polisliğini icra eden biri olarak insanların en mahrem acılarının, sıkıntılarının şahidi olmak, bu durumlarda onları gözlemleyebilmek, acılı bir yüreğe omuz olabilmek beni Dostoyevski’yi anlamaya yakınlaştırdı. Bir ölüyle dakikalar geçirmek, bir katili dinlemek, başıma gelen kötü şeyler değil kesinlikle. Belanın içinden bir masumu çekip almak ya da bir fenalığa mâni olmak ise işin zevkli tarafı. Biriktirdiğim hikâyeler ise işin cabası. Sokak denen laboratuvarın öğrencisi olmak kim ne derse desin heyecan verici.
Zaten ne olduğum değil, kim olduğumun önemli olduğunu da bana sokaklar söyledi. Kenan Yusuf
Comments