top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Korkut Kabapalamut- Kritik Bir Gün

Gözlerin eskisi kadar iyi seçemiyor. Belki de hayli yaşlandın. Belki de ciddi ve ilerleyici bir göz hastalığına yakalandın. Yıllardır bir göz hekimine muayene olmadığın, pek çok konuda olduğu gibi bunda da ihmalkâr davrandığın için bilemiyorsun. Bu yüzden eskisi kadar okuyamıyorsun, çabuk yoruluyorsun, ilk bir iki saatlik okuma çabası sonrası harfler adeta küçülüyor, satırlar, paragraflar bulanıklaşıyor, sanki kalın bir buzlu camın ardına saklanıyorlar birbirlerine sokulup. Zaten önceden olduğu kadar hevesli, ısrarcı da sayılmazsın, meşhur okuma alışkanlığın konusunda.

Balıklara yem ıslatıp veriyorsun. Her zamanki gibi delicesine saldırıp hızla midelerine indiriyorlar taze yemi. Yine de doydukları söylenemez telaşlı, porsiyonlarının yeterliliğine ikna olmamış hareketlerine bakılacak olursa. Neyse ki gayet sağlıklılar. En azından öyle görünüyorlar. Şen şakrak bir halde kuyruklarını sallayarak yüzmek dışında herhangi bir gaileleri yok. Suları temiz, bol oksijenli. Onlara, kendine baktığından çok daha iyi, özenle bakıyorsun kesinlikle. Ölmelerinden, fire vermelerinden deliler gibi korkuyorsun. Bazen rüyalarına bile giriyor ölü, şişmiş, ters dönmüş balıkların. Ne de olsa bir nevi ev arkadaşın sayılırlar ta ne zamandır. Ayrılması kolay değil.

Bugün de sokağa çıkasın yok. Anlaşıldı. Bol bol yatacaksın ikindi ve akşam saatlerinde uykuya dalma umudun olmadan. Bir ihtimal gece biraz canlanır, dinçleşirsin. En azından zihnen. Belki eski tarihli bir film izler ya da her şeye rağmen güzel bir roman okumaya çalışırsın.

İştahın yerinde ama. Biliyorsun, bu sabah da epey yedin. Kurt gibi. Üç dilim ekmek, haşlanmış yumurta, bolca yağ, bal, beyaz peynir, zeytin... Çayın bitmese ya da kalkıp tazelemeye üşenmesen bir koca dilim daha tıkınabilirdin hatta çabucak. Böylelikle akşam yemeğini de bir parça daha geciktirmiş olurdun. Öğle yemeğini rafa kaldıralı zaten yıllar oldu. Geç kalkıp erken yattığın için tamamen gereksiz bir öğün senin nazarında.

Kapın ve telefonun artık nadiren çalıyor. İnsanlarla bağın çok zayıfladı. Hatta neredeyse bütünüyle koptu çünkü. Bundan şikâyetçi değilsin. Uzun sayılabilecek yaşamın boyunca her türden insana doydun. Belki de onlardan bu kadar ciddi bir süre uzak durunca hepten yabanileştin, hemcinslerinle ilişki kurma, geliştirme gereksinimin köreldi. Yalnızlığa zamanla alıştın, onu özel dikim bir takım elbise gibi zevkle üzerine giyindin bir daha hiç çıkarmamak üzere. Başkalarıyla olmanın, yaşamanın nasıl bir deneyim olduğunu doğru dürüst anımsamıyorsun bile. Kısıtlayıcı, bunaltıcı olsa gerek. Balıkların sana fazlasıyla yetiyor. Bazen onlarla tatlı tatlı konuşuyorsun hatta. Sana hiçbir ağırlıkları yok gariplerin. Bakımları güç değil. Aldıklarından daha çoğunu her gün geri veriyorlar sana.

Bazen de edebiyat dergilerinden arayanlar oluyor. Ya da kitapların veya senin hakkında yüksek lisans, doktora çalışması yapmak isteyen öğrenciler sana ulaşıp heyecan dolu bir sesle görüşme talep ediyor. Hepsine de şu aynı gerçek dışı yanıtı veriyorsun: ‘’Kusura bakmayın arkadaşım, belki işitmişsinizdir, sağlık durumum buna şimdilik hiç de müsait değil yazık ki, size çalışmanızda başarı ve kolaylıklar dilerim. Zaten yazdıklarım üzerine yeterince akademik çalışmanın yapıldığı kanısındayım ben naçizane. Yine de eksik olmayın. Buna değer görülmek gerçekten de çok onur verici.’’ Dilden dile yayılıyor olsa gerek bu soğuk, heves kırıcı cevabın.

Çocuklarınla da yıllardır görüştüğün, konuştuğun yok. Senin huysuz, kırıcı, sağlıklı iletişim kurulması kesinlikle imkânsız, inatçı, sevgiden şefkatten tümüyle yoksun, buz gibi soğuk bir baba olduğunu düşünüyorlar kendilerini bildiler bileli. Çoktan ölmüş annelerinden tamamen farklı olarak. Onu, hepsi de taparcasına çok severdi. Buna bir itirazın yok. Açıkça kabul de etmiyorsun, ret de. En azından kısmen haklı olsalar gerek savlarında. Üçü birden yanılıyor, yalan söylüyor, hainlik ediyor olamaz ya. Senin de onlara düşkün olduğun, hallerini hatırlarını pek merak ettiğin, sağdan soldan gizlice soruşturduğun söylenemez. Arada bir kulağına çalınan şeylere de aldırdığın yok zaten. Adam sen de! Her koyun kendi bacağından asılır. Egosantrik bir insansın. Hep öyleydin. Önce kendi hayatın, çalışmaların, bitmek bilmez kaprislerinle ihtiyaçların gelir. Sonrasındaysa hiçbir şey. Başkalarının varlığı, sorunları seni ilgilendirmez. Kurgu karakterlerle aranda çok daha fazla duygudaşlık geliştirirsin. Özellikle de senin hünerli, özgün, özenli ve yaratıcı kaleminden çıkmışlarsa.

Zaten laf olsun diye evlenip çocuk yapmadın mı? Herkes sonunda öyle yapıyor diye. Cemiyet hayatından kopmayayım, diye düşündün belki de genç bir yazar adayı olarak. O zamanlar öyleydin. Erken yaşta dünya evine girdin ama öyle evli bir adam gibi de yaşamadın pek. Seni idare etti, suyuna gitti herkes. En başta da talihsiz karın ve çocukların. Şanslıydın yani. Kimi, bu adam hasta, bildiğin kafadan kontak dedi, kimi de, büyük, meşhur sanatçılar bizlerden, diğer insanlardan farklı tabiattadır azizim, bunların işlerine akıl sır ermez, kendilerine fazla da bulaşmaya gelmez, aman ha diyerek kabahatini, bencilliğini farkında olmaksızın meşrulaştırdılar, hatta onu bir marifetmiş gibi sundular çevrelerine. Senin bu konuda net bir fikrin yoktu, insanların o şekilde düşünmesi işine geldi, sessiz tavrınla onları dolaylı yoldan onayladın. Saçma düşüncelerini sinsice pekiştirdin.

Epeydir yeni bir şey yazmıyorsun. Neredeyse üç yıl olmuştur. Yazmaya başladığından bu yana, yani yaklaşık son kırk yıldır verdiğin en uzun ara bu. Tek bir kelime yazmadın. Günlük tutmayı bile bıraktın. Canın istemedi. Gereksinim duymadın. Yazar tıkanması olarak da görmedin, adlandırmadın durumunu. Seni sıkıştıranlar oldu. Başta, editörün. “İçimde zerre heves olmadıktan sonra nasıl yazayım, ne yazayım, ben salt hevesle çalışıyorum başından bu yana, en iyi sen biliyorsun bunu, sanıldığının aksine o kadar da profesyonel bir yazar sayılmam aslında ben,” yanıtını verdin ona ve diğerlerine. Haksız da sayılmazdın bunları söylerken. Kötü, sıkıcı satırlar ortaya çıkacaktı gönülsüzce bir şeyler karalasan. En azından kendi yüksek standartlarının altına düşecektin. Bundan eminsin. Her gerçek, yetenekli yazarın bir nadas dönemi olması gerektiği kanısındasın. Gözlemlerin bu yönde. Ama birkaç gündür, acaba küçük çaplı da olsa bir denemeye girişsem mi artık diye de düşünmüyor değilsin. En azından yazmayı unutup unutmadığını sınamış olursun böylelikle. Unuttuğuna pek ihtimal vermiyorsun gerçi. Özgüveni yüksek bir yazarsın. Kafanın içi daima dolu, yazınsal sayılabilecek türden malzemelerle hâlâ sürekli meşgul. Yıllardır somut bir öykü fikri ya da roman konusu bulamıyor ya da aramıyor olabilirsin ama bir kere bilgisayarının başına yazma niyetiyle oturduğunda, oradan eli boş, hayal kırıklığı ve yenilgi hissiyle kalktığın da pek vaki değil, uzun soluklu, başarılarla, önemli ödüllerle dolu kariyerinde. Yani bir denesen, iyi kötü bir şeyler üretebilirsin, aktif yazarlar arasına geri dönebilirsin bir süreliğine de olsa.

Kitap fuarları, edebiyat günleri, imzalar da hiç mi hiç umurunda değil artık. Edebiyat armağanları ve anlı şanlı jüri üyelikleri de. Hatta hepsinden nefret ediyorsun. Kendini, yazdıklarını, düşünce ve hassasiyetlerini başkalarına açmak istemiyorsun. Okurlarının soruları seni eskiden olduğu gibi heyecanlandırıp zihinsel ve duygusal açılardan tetiklemiyor. Bir zamanlar en vasat soruya bile zevkle, sayfalarca ya da dakikalarca yanıt verirdin. Susmak nedir bilmezdin. Adeta birer makale uzunluğunda ve titizliğinde olurdu tümü de. Şimdiyse bu duruma içtenlikle şaşıyorsun. O söyleşileri okuyunca ya da dinleyince çabucak sıkılıyor, ilgini birkaç dakika içinde tümüyle kaybediyor, alakasız şeyler düşünmeye başlıyorsun. Aslında söyleşilerinde anlattıklarını aptalca bulmuyorsun ama birer mesele ya da olgu olarak seni kendilerine çekemiyorlar, cazibeleriyle baştan çıkaramıyorlar artık. Hepsi de geçmişte kalmış, üzerlerinde uzun uzun ve ciddiyetle konuşulmaya katiyen değmeyecek, şimdiki sen yönünden heyecan verici olmaktan uzak mevzular.

Edebiyat gerçekten de o derece önemli, vazgeçilmez, tutkuyla bağlanmaya, koca bir hayatı uğruna adamaya değecek bir şey mi peki? Hayatın yerine konabilecek kıymette mi? Artık bu soruya bir solukta olumlu yanıt veremiyorsun. Ama yine de bir zamanlar, o türden biri olduğun, yani işini çok derece ciddiye alan, heyecanlı bir genç adam olduğun için pişman da değilsin, sadece bir süredir o zamanki seni anlamakta zorlanıyorsun. İnsanları kitaplarınla etkilemek veya onlara kendini, yazdıklarını, hayata dair duygu ve düşüncelerini açıklamak için zihnini neden, hangi motivasyonla ölesiye zorluyordun? Bu hepsi de iyi niyetli görünen, güler yüzlü insanlar sana ve eserlerine neden bu derece sevecenlikle ilgi, alaka duymuşlar? Muhtemelen kısıtlı bütçelerinden ciddi meblağlar ayırıp hayli hacimli külliyatını niçin edinmiş de kitaplığının bir köşesine özenle yerleştirmiş birçoğu? Artık bunları anlamakta, bunlara bir mana yüklemekte zorlanıyorsun.

Yine de tüm bunların sahiciliğine karşın ille de yazmak istiyorsun bugün nedense. Az bir şey de olsa. Örneğin üç beş sayfalık alçakgönüllü bir öykücük...  Peki neden? Yoksa uzun, sinsi, kendini kamufle etmeye çalışan bir yazma sürecinin tetikleyicisi mi olacak bu henüz yazılmamış, ilk bakışta son derece masum görünen metin? Yeniden, uzun süren, yıpratıcı, yorucu çalışmalar mı doldurmaya başlayacak amaçsız, çöller misali bomboş günlerini?  Bunun olmasını istemiyorsun. Artık uzun zamandır o derece gücün, ciddi herhangi bir uğraşa konsantre olabilme kudretin yok. Gözün kesmiyor. Sınırlı enerjinle parlak yapıtlar yaratman da mümkün değil. Eskiden yazdıkların ayarında şeyler yazman, bundan böyle olanaksız yani. Bir vakitler son derece istekli, kendini, yeteneğini bir an önce kanıtlama telaşında, çalışkan, hırslı bir edebiyat adamıydın. Yazdıklarına konu edeceğin pek çok bakir mesele vardı, akıl almaz bir sürat ve iştahla gece gündüz devinen, azıcık bir uykuyla yetinebilen genç zihninde. Az buz da yazmadın doğrusu kariyerin boyunca. Kitaplarının sayısını anımsayamıyorsun bile. Bugün yazacağın ufacık şey ne işine yarayacak sanki, külliyatına ne türden bir katkısı olacak zavallıcığın?

Belki de yazma alışkanlığının boyunduruğundan tamamen kurtulman mümkün değildir. Belki de senin jübile sandığın şey, yalnızca uzun soluklu bir araydı. Ya ölene dek yakanı bırakmazsa bu yazmak denilen zorlu fakat heyecan verici illet? Biliyorum, geleceği öngörememek seni her zamanki gibi fena halde kızdırıyor, içini isyan duygusuyla dolduruyor, kafanı karıştırıyor. Kalan sınırlı ömrünü nasıl, ne şekilde geçireceğini tam olarak bilmek istiyorsun haklı olarak. Bir şey bittiyse ya da ara verdiyse, onu da kesin olarak öngörmek zorunda hissediyorsun kendini. Belirsizliğe asla tahammülün olmadı, bu yüzden sık sık uzun süreli bunalımlara sürüklendin, tarifsiz yoğunlukta acılar çektin. Peki şimdi ne olacak? O kısacık öyküyü yazıp başını yeniden derde sokma riskini göze alacak mısın? Bu hiç de zayıf bir ihtimal değil bize kalırsa. Belki de binlerce yeni sayfanın ilk ve mütevazı basamaklarıdır o üç beş iddiasız sayfa. Kim bilir? Yaşayıp da görmek gerek.

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page